Türkiye Yüzyılı Ne Demek?

Kim ne derse desin, Cumhurbaşkanı Erdoğan hep “Türkiye Yüzyılı” diyor. Muhalefetin negatif ve nefret yüklü diline rağmen Erdoğan kendi vizyon, program ve vaatlerini bir bütünlük içinde sunmaya ve seçmene bir gelecek ve siyasi program anlatmaya devam ediyor. Bir bütün halinde adına da “Türkiye Yüzyılı” dedi. Seçmeni tarafından kabul gördüğüne şüphe yok fakat bu kavramı biraz daha incelemekte fayda var. Nedir bu “Türkiye Yüzyılı?”

Aslında bir vizyon. Bir gelecek perspektifi. Bir ülkü veya hedef. Ama öylesine basit bir hayalden ibaret değil.

Çok programlı. Nereden nereye ve hangi takvimle varılacağı baştan aşağı düşünülmüş ve Türkiye’yi dünya ligine çıkartmak için kurgulanmış bir siyaset.

Zaten Cumhurbaşkanı Erdoğan aylar öncesinden bu programı topluma tanıttı. Kitapçıklar basıldı. Kampanyalar düzenlendi. Sadece seçim vaadinden ibaret değil. Ve aslında bu seçimlerin de üzerine oturduğu genel bir vizyon.

İçeriğine baktığınızda çok fazla gündemi olduğunu görürsünüz. Türkiye’nin güvenliğinden tutun da dış politikasına kadar, uzay çalışmalarından tutun da savunma sanayiine kadar, ekonomik büyüme hedeflerinden tutun da kalkınma projelerine kadar tonlarca başlık ve tonlarca izahat bulursunuz. Ama benim baktığım ve önemsediğim açıdan kısaca özetleyecek olursam büyük ve bağımsız Türkiye inşa etme çabasıdır diyebilirim.

Türkiye Cumhuriyeti devletinin ilk yüzyılı ayakta kalma mücadelesiyle geçti. İstiklal Savaşı’ndan çıkmış ve uzun yıllar savaşmak zorunda kalmış, ekonomik olarak çökmüş, diplomatik olarak dışlanmış bir Türkiye ilk yıllarını yaralarını sarmakla geçirmek zorunda kalmıştı. İkinci Dünya Savaşı esnasında en büyük korkusu da yeniden savaşa girmek zorunda kalma ihtimaliydi. Türkiye belki savaşa girmedi ama ekonomik açıdan en az savaş görmüş ülkeler kadar yıprandı. Yine zayıf düştü.

İkinci Dünya Savaşı sonrası düzende ise Türkiye hem korkulara sahipti hem de yeni fırsat arayışlarına girdi. Bu çerçevede NATO’ya üye olmak dönemin siyasetçileri için açık Sovyet tehditlerinden korunmak için yegâne ve en güvenli yol olarak görüldü. Türkiye bir Soğuk Savaş koruması almıştı ancak aynı zamanda ekonomisinden, dış politikasına, toplumsal gündeminden güvenliğine kadar Amerikan öncülüğündeki Batı dünyasının çeperine yerleşmiş ve ona ağır derece muhtaç hale gelmişti. Yaklaşık 40 yılı böyle geçti.

Soğuk Savaş’ın ardından yeni dünyada da Türkiye kendini daha güçlü ve bağımsız hale getirecek adımları maalesef atamadı. Kısır siyasi çekişmelerin, askeri vesayetin, ekonomik krizlerin altında ezildikçe ezildi. Doksanların sonunda Türkiye IMF komiserlerinin iki dudağının arasında bir ülke haline düştü.

Ancak 2000li yılların başında AK Parti iktidarları döneminde yapılan ekonomik atılımlarla Türkiye ilk defa kendi başına ayakta durma ihtimaline sahip oldu. 2012’de IMF’ye olan borç bittiğinde Türkiye kendi projelerine kendi kaynaklarını yöneltebilecek şansa da kavuştu. Fakat bunu Türkiye kadar Türkiye’nin rakipleri de biliyordu. İçerden ve dışardan muhasaraya aldılar ülkemizi. 2016 yılında Erdoğan’ı devirmek için darbe bile denediler çünkü Türkiye’yi tekrar kontrol altına alabilmenin yolunun Erdoğan’ı devirmekten geçtiğini biliyorlar.

Erdoğan ise bu muhasara ve ateş altında bile Türkiye’nin kaynaklarını biriktirme ve bu kaynaklarla güçlü ve bağımsız bir devlet inşa etmeye çalıştı. Aslında bugünlerde yaşadığımız seçim de hala bu mücadelenin bir safhasından ibarettir. İşte o nedenle Erdoğan bu seçimi de “Türkiye Yüzyılı” kavramının üzerine konumlandırdı.

“Türkiye Yüzyılı” 21. Yüzyılda artık Türkiye’nin dünya sahnesine çıkması demektir. Başkalarının desteğiyle ayakta durmaya çalışan değil kendi başına koşan yürüyen Türkiye’dir. Dünya sahnesinde bir büyük güç olmak demektir. Küresel siyasetin belirleyici aktörlerinden biri olmak anlamına gelir.

Sadece Bir Vizyon Değil Başı Sonu Belli Bir Program

Bu bir vizyon olarak tabii ki güzel görünüyor. Tabii ki hepimiz Türkiye’nin küresel bir aktör olmasını istiyor olabiliriz. Ama önemli olan bunu bir program çerçevesinde, gerçekçi ve ayağı yere basan projelerle inşa edebilmekte.

Büyük güçler uluslararası sistemde kendi kaynaklarına dayanan, kendi kendine yeten ve bu sayede kendi kararlarını kendileri alabilen devletler olarak tanımlanır. Sistemin gerçek aktörleridir. Kendi güvenliklerini veya çıkarlarını başkalarının insafına bırakmazlar.

Bunun için de bir devletin hem ekonomik hem askeri hem siyasi olarak bağımsızlık kazanmış olması gerekir. Gerektiğinde kendi kendine yetebilecek veya kendi ayakları üzerinde durabilecek, kırılgan olmayan bir ekonomi demektir. Askerî açıdan silah ve mühimmat konularında büyük oranda özerklik kazanmak anlamına gelir. Gerektiğinde, zor şartlarda askeri operasyon başlattığınızda müttefiklerinizden gelecek askeri desteğe bağımlı olmamak demektir. Güçlü bir nüfus sağlam bir toplumsal yapı inşa etmek demektir.

Yani bağımsız ve güçlü bir aktör demektir. Bağımsızlık konusu sıkça tartışılır. Büyük güçlerin bağımsızlığından kasıt tabii ki mutlak bir bağımsızlık değildir. Bir devlet ancak göreli olarak bağımsız olur. Amerika bile birçok açıdan başka ülkelerle işbirliği yapmak durumunda kalmaktadır. Ama dikkat ederseniz Amerika bu işbirliklerinde diğerlerine nazaran daha az bağımlıdır. Belki böylesi bir süpergüç konumuna yükselmek kısa vadede imkânsız görülebilir. Ancak Türkiye’nin şimdiye kadar aldığı yola bakarsanız artık bir büyük güç olma konumuna yükselebilme şansı olduğunu mantıklı ve vicdanlı herkes görebilir.

İki Ön Şart

Ancak güçlü ve bağımsız bir Türkiye inşa etmenin önemli bir ön şartı var. Bunu inşa edebilme potansiyeline sahip bir siyasi iktidar gerekir. İstikrarlı, dirençli, cesur, kararlı, becerikli bir iktidar. Sadece iyi niyet, vaat ve ben de yaparım demekle olacak işler değil bunlar. Bugün mesela muhalefetin kullandığı dile bakarsanız iyi niyetinden bile şüphe edersiniz. Savunma sanayiinin başarılı projelerine bile dokunacaklarını şimdiden dile getirenlerin Türkiye’nin bağımsızlık projesine destek çıkacağına kimse beni inandıramaz.

Diyelim ki iyi niyetli olduklarını düşünüyorsunuz. Becerikli, dirençli olduklarına inanabilir misiniz? Kendi aralarında anlaşamayan, aday belirlemek için Amerika’ya hamburgercilere giden, bir dediği diğer bir dediğini tutmayan, HDP ile kol kola siyaset izleyen bir muhalefet sizce Türkiye’nin bağımsızlık vizyonunu gerçekleştirebilecek kararlığı ve beceriyi gösterebilir mi? Sandık sayımını beceremeyen bir muhalefet nasıl olacak da ABD’nin baskısına direnecek de yerli silah üretecek? Kusura bakmayın da buna kargalar bile güler.

Öte taraftan elimizde Erdoğan gibi bir siyasi marka var. Yağacağım dediği ne varsa yapmayı becermiş. İçerden ve dışardan her türlü baskı ve muhasaraya rağmen bunları yapmış. Türkiye tarihinin en büyük atılımlarını tüm bu saldırılar altında başarmış. Her şeyden önce her türlü vizyonu toplumun önüne önce o sunmuş.

Bu basit gerçekler bile Türkiye’nin küresel bir aktör olma vizyonunu kimin gerçekleştirebileceğini açıkça hepimize gösteriyor. Yaparsa Erdoğan yapar. Gerisi boş laftan ibarettir. Bu nedenle de önümüzdeki seçimlerde Erdoğan’ın yeniden iktidara gelmesi Türkiye’nin önündeki yüzyılı etkileyecek bir sonuç çıkartacak karşımıza.

Ama bu kadar da değil. Bağımsız ve güçlü Türkiye inşa etmenin ikinci bir ön şartı daha var. Gerçekçi ve ayağı yere basan bir program gerektirir. Dikkat ederseniz, Erdoğan tam da böyle bir takvim işletmektedir. Türkiye’nin ekonomisini bir üretim ekonomisi haline getirmek ve savunma sanayiine yatırımları artırarak askeri malzemede yerlileşmek bunların başında gelir. Bahsi geçen hedefler sadece gündelik siyaseti kurtarmak veya muhalefetin iddia ettiği gibi seçimler öncesinde “şov yapmak” için kurgulanmadı. Türkiye, Cumhurbaşkanı Erdoğan önderliğinde yıllardır bu tür bir bağımsızlaşma ve büyüme siyasetini çok belirli bir takvim üzerinden yürütmektedir.

Yani aslında yapılmışı var. Planı da hazır. Benim şahsen Türk siyasetine bakışımı en fazla etkileyen unsur işte bu basit gerçekler. Ben güçlü ve bağımsız bir Türkiye’den yani Türkiye Yüzyılı’ndan yanayım. Ya siz?

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu