28 Mayıs Türk siyaseti için sadece cumhurbaşkanını seçeceği “sıradan” bir seçim tarihi olmanın ötesinde anlamlar taşıyor. Seçimin Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından kazanılması Türkiye’deki iç politikayı ciddi bir değişime zorlayabilme kapasitesine sahip. Bu senaryoda kuvvetle muhtemel ki bazı siyasi yapılarda çatlama ve çökmeler yaşanacak ve bir kuşak yine muhtemel ki hem yaş haddinden hem de hezimetin siyasi faturası olarak toptan emekliye ayrılmak durumunda kalacak. Muhtemelen parti veya blok ayrımı olmaksızın ciddi bir kuşak değişimine şahit olacağız.
Bu değişim farklı emareler ile kısmen kendini göstermeye başladı aslında. Siyaset sahnesine yeni bir aktör olarak muhafazakâr bir Kürt partisinin girişi, HDP bloğunu epey sıkıntıya sokacak gibi görünüyor. Ne Kürtleri temsil iddiasından ne de PKK ile organik bağından vazgeçmeyen ve son seçimde oyları azalan HDP veya yeni adıyla YSP bloğu karşısında, Kürt seçmen için önemli bir alternatif üretebilme potansiyeli taşıyor bu süreç. Türkiye gibi bir ülke için bile milliyetçiliğin yedi renginden bahsedecek kıvama gelmiş bir siyasi zeminde Kürt temsiliyetinin de çeşitlenmesi belki de kaçınılmazdı. Daha önce farklı girişimler de olmadı değil ama bu girişimler hem PKK tarafından bastırıldı hem de ilk defa gerçek anlamda bunun zemini oluşuyor.
Diğer yandan çok yeni bir parti olmasına rağmen stratejik ve kendi tabanı açısından zor bir kararla, Cumhur İttifakı’na katılan ve herkese sürpriz yaparak meclise 5 vekil yollamayı başaran Yeniden Refah Partisi, eğer bu süreci iyi değerlendirip kadrolarını geliştirebilir ve görünürlüğünü, politika çeşitliliğini ve dahası yürütme üzerindeki etkisini arttırabilirse, Milli Görüş çizgisinin temsilcisi olmak iddiasında iken Millet ittifakına katılması nedeniyle çokça eleştirilen Saadet Partisi, muhtemelen siyaset sahnesinden silinecek ya da özgül ağırlığını bütünüyle yitirecek. Muhafazakâr tabana hitap eden diğer partilerin seçmenlerinin de orta vadede bu yelpaze içerisinde kendi meşrebince dağılması epey muhtemel.
Erdoğan’ın kazandığı senaryoda değişimin sadece siyaset zeminiyle sınırlı kalmaması da çok olası. İlk tur öncesi sipariş anketlerle gerçeklerden koparıldığını ve yönlendirildiğini gören Millet İttifakı seçmeni hem ideolojik hem de sosyolojik bir kırılma yaşayabilir. Bütün kampanya boyunca kitleyi konsolide etmek adına üretilen yanlı bilgi ve yalanlar, yaşanan yenilgi sonrası Kemalist mahallenin kendi içinde bir apolitikleşme eğilimi doğurabileceği gibi varoluşsal bir sorgulamaya kapı aralanmasını ve sorumlulardan hesap sorma arayışını da beraberinde getirebilir. Bu olası sonuçların sayısını arttırmak elbette mümkün ama Cumhurbaşkanının kazanması halinde şahit olabileceğimiz olası gelişmeler olarak şimdilik bunlarla iktifa edelim.
Seçimin en büyük iki ittifakının isimleri mâlum olduğu üzere Cumhur ve Millet. İsimden yola çıkarak her iki oluşumun da kendini halka arz etme eğilimini görmek mümkün. Yukarıdaki rafine seçim değerlendirmesi de genel itibariyle halkçı bir okumaya dayanıyor aslında. Nihayetinde demokratik bir sistemin en temel unsuru halktır, cumhurdur, millettir. Ancak gerçek şu ki bu denklemin bir de devlet ayağı var. Masada görünmüyor olsa da masa onun üstünde kurulu. Onu da oluşturan milletin kendisi ancak bu kademede her bireyin iki şapkası var: Vatandaş şapkası, devlet şapkası. Tercihler vatandaşlık ve devlet adamlığı kantarında aynı anda tartılmak durumunda. Erdoğan’ın 21 yıldır bir şekilde devleti yönetebilmiş olması, bir noktada devletin stratejik hedefleriyle onun siyasetinin belli bir uyumlanma içinde olduğu şeklinde yorumlanabilir. O yüzden birazdan soracağım soruları Erdoğan ya da Cumhur ittifakı için sormak çok anlamlı olmayabilir. Nitekim devletin, milletin bekası için değil de egemen küresel güçlerin hegemonyası için çalışan başıbozuk kısmı, Erdoğan’a karşı 15 Temmuz’da harekete geçtiğinde millet bizzat devreye girerek bu uyumu sürdürme kararlılığı göstermiş, devlet de aynı yerde safta tutmuştur. O yüzden millet açısından değerlendirdiğimiz bu seçimleri bir de “devlet” açısından ele aldığımızda Millet İttifakı’nın adayı Kılıçdaroğlu’nun kazandığı senaryonun sonuçları incelenmeye değer hale geliyor. Yani eğer 28 Mayıs’ta vatandaş oyunu Kılıçdaroğlu’ndan yana kullanır, piyasa deyimiyle onun vaatlerini satın alırsa karşımıza nasıl bir tablo çıkar? Burada değinmek istediğim nokta tek tek Millet İttifakı’nın bütün vaatlerinden ziyade özellikle siyaset üstü konulara karşılık gelen hususlarda devletin refleksini anlamaya çalışmaktır. Bu vaatleri, siyasi yapısından bağımsız bir teşkilat, bir “establishment” olarak (siz buna müesses nizam da diyebilirsiniz) devlet makul bulur mu bulmaz mı; cevabını aradığımız soru bu aslında.
Örneğin bir cumhurbaşkanı adayının “yerel yönetimlere özerklik şartını mutlaka getireceğiz” demesine “devlet” nasıl bakar? Bunun olası sonuçları hesaplandığında, ortaya çıkabilecek manzara düşünüldüğünde, bölgede terörle mücadeleye neredeyse 50 yılını vermiş her kademedeki güvenlik bürokrasisi de sayın Kılıçdaroğlu ile aynı fikirde midir?
Devlet, onlarca şehit vererek bin zahmetle, bedel ödeyerek inşa ettiği sınır ötesi mevzilerinden bir emirle ricat etmek ister mi? Savaşarak, şehit verilerek bölgede tırnaklarıyla kendine yer açan, güvenlik adaları oluşturarak güneyimizde bir terör devleti kurulmasını, dahası bu olası sözde devletin denize ulaşmasının önünü stratejik hamlelerle kesen ve Türkiye aleyhine planlanan ABD merkezli bölgesel tasarımları akamete uğratan kurmay akıl, acaba Kılıçdaroğlu kadar istekli midir sınır ötesi operasyonları durdurup askeri sınırın gerisine çekmeye? Güney sınırımızda kurulmaya çalışılan terör devletine yeşil ışık yakmak anlamına gelecek böyle bir hamle siyaset üstü koridorlarda kendine destekçi bulabilir mi?
40 yıllık Karabağ sorunu, Türkiye’nin keskin müdahalesi ile kalıcı olarak çözülmenin eşiğindeyken, tam da Ermenistan başbakanı Paşinyan “Karabağ, Azerbaycan toprağıdır … Barış istiyoruz” demeye başlamışken, Türkiye-Azerbaycan ilişkileri tarihinin zirvesindeyken, Orta Asya’ya onu karadan ulaştıracak koridoru açmanın eşiğindeyken sınır ötesinden sılaya dönmek ister mi devlet?
Siyasi ve askeri bağımsızlığın, ancak enerji bağımsızlığı ile tamamlanmasıyla anlamlı ve sürdürülebilir olduğu gerçeğiyle yüzleşmiş ve bu bağımsızlığı temin için ülkenin dört bir yanına sondaj gemileri ile çıkarma yapan devlet de “Mavi Vatan diye bu 200 mile kadar uzanan alanı da kendi egemenlik alanınız olarak görürseniz, o zaman saldırgan ve yayılmacı bir algı yaratırsınız” diyor mudur?
Fetö’den işlem görmüş ve yeterli delil olmadığı için görevine iade edilmiş Merkez Komutanlığı’na bağlı istihbarat biriminde görevli bir uzman çavuş tarafından toplumun sinir uçlarına “taş atılırken”, devlet de KHK’lıların bir nefeste göreve iadeleri konusunda bu kadar cesur ve istekli midir acaba?
Keskin bir kılıcın üstünde dans eder gibi hassas dokunuşlarla çok zor şartlarda inşa edilmiş Türkiye-Rusya-Ukrayna-Batı dengesini, bunun hem ülkemize hem bölgeye hem de tüm dünyaya sağladığı faydaları, bu yapının mimarı olarak Türkiye’nin elde ettiği prestij, stratejik vazgeçilmezlik ve oyun kurucu rolünü “Sevgili Rus dostlarımız” çıkışıyla bir anda alt üst etmek ister mi devlet?
ABD ve Rus bloğu arasında fincancı katırlarını ürkütmeden bağımsız bir politika üretmek için kafa yoran, ciddi ve ağır bedeller ödeyen ve tam bağımsızlığa her gün bir adım daha yaklaşan bir ülkenin devlet teşkilatı, damdan düşercesine “yaptırımlara katılacağız” mesajı verilmesinden hoşnut olmuş mudur acaba? Rusya ile Ukrayna arasında diyalog kanalını açık tutabilen yegâne bölgesel ve küresel aktör olan Türkiye, bütün dünya halkları ve küresel gıda piyasası için hayati önemi olan, başta tahıl sevkiyatı anlaşması olmak üzere, süreçteki tüm kazanımların yok olmasını, Rusya-Ukrayna krizindeki her iki tarafça kendine tanınan imtiyazlı konumu kaybetmek ister mi?
Ukrayna’dan Azerbaycan’a, Libya’dan Suriye’ye, Irak’tan Akdeniz’e bütün bu bölgesel ve küresel denklemlerin kurulmasında milli harp sanayii kurma gayret ve kararlılığının etkisi kimse tarafından yadsınamaz biçimde ortadayken, kendi içinde ve bölgesinde “barış isteyen güç toplasın” kaidesince canını dişine takmış, yüz yıl önce düştüğü yerden kalkmaya çalışan devlet, “kusura bakmayın, dokunacağız” denmesine “eyvallah” der mi?
Millete hizmet etme aygıtı olmak yerine yıllarca vesayetçi bir iktidar erki olmayı seçen devlet, bugün hiç olmadığı kadar millete ve milletin hedeflerini gerçekleştirmeye yakın. Dolayısıyla devletin önünde kendi tekamülünü sağlayacak bir seçim var. Ya milletle bütünleşip büyük ideallerin bir parçası olacak ya da geçmişteki gibi ülkeyi kimlik siyasetine mahkûm edecek. Tahminim o ki, siyasi düzen baştan ayağı çatırdarken devletin eski pozisyonlarını terk etmemesi beklenemez. Türkiye Yüzyılı’nı farklı kılacak olan şey de tam olarak bu: Siyaset-devlet-toplum birlikteliğiyle yeni bir düzenin inşasına sahne olmak. Zira milletine hizmetkâr olanın, devleti payidâr olur.