“Filmin son sahnesinde kötü adam şık bir hareketle Mülayim Dede maskesini çıkarır ve şeytani bir kahkaha ile Bozo’ya dönüşür.” Kılıçdaroğlu’nun adaylık sürecini Sevan Nişanyan böyle özetlemiş.
Peki nasıl oldu da ikinci tura Kafkaesk bir dönüşüm yaşayan bir Kılıçdaroğlu ile giriyoruz? Birinci tura “ellerimde çiçekler”le girip sonra “O kedi buraya ge-le-cek!” tarzında masa yumruklamaya geçişin siyasi analizine nereden başlamalı? Geçen bir hafta zarfında ilk şok bir nebze atlatıldıysa, “bizi anlamıyorlar” türünden ergen tepkiler azıcık geride kaldıysa, seçimi sonucunu ve ikinci turu serinkanlı bir şekilde konuşmamız gerek.
Temel soru şu: Ülkede ekonomik ve siyasi bakımdan sıkıntılı bir durum varken ve Altılı Masanın adayı Kılıçdaroğlu milyarlarca dolar getireceğini vadetmişken neden muhalefet kazanamadı? Sözcü’nün yaptığı gibi “Demek millet TOGG’muş” gibi pek de zeka ürünü sayılmayacak giydirmelerle içini soğutmak veya Cumhuriyet’in yaptığı gibi “Erdoğan kaybetti” gibi bir manşetle gerçeklikten kopup bir süre daha mutlu olmak da mümkün tabii.
Ama sahiden ne oldu sorusuna cevap bulmaksa mesele, sorulması gereken sorular var.
Neden halk bir eli yağda bir eli balda olmadığı, halinden şikayetçi olduğu halde, kendisine bedava altın dağıtmayı bile vadeden bir muhalefeti seçmedi? Cevap: Çünkü muhalefet kötüydü ve makul bir seçenek değildi. Bu basit gerçekle yüzleşmeden yapılacak her izah, “kaybettik çünkü oylarımızı çaldılar” veya “havalar güzel olduğu için laik seçmen pikniğe gitti” düzeyinde olacak.
Dahası toplum, Sözcü’nün suçladığı gibi “togg” değildi; ama boğaz köprüsünü “bu benim köprüm sana ucuza bırakırım” türünden Sülün Osman siyasetine tok olacak kadar rasyoneldi. Ve Süleyman Demirel’in taban fiyatı konusunda Özal’ı sıkıştırmak için söylediği “o ne veriyorsa ben bir lira fazlasını veririm” türünden vaatlerin maliyetini hatırlıyordu. Daha önce kendisine üç anahtar vadedenlerin ellerindekini de aldığını görmüşlerdi.
Muhalefetin Bir Seçim Alternatifi Olarak Şekillenişi
“Altılı masa” olarak belirginleşen siyasi oluşum, yedi benzemezi sırf iktidara karşı olma temelinde bir araya getiren tutarsız ve insicamsız bir tepkisel beraberlik olarak doğdu.
Tutarlı bir ortak siyasi perspektife sahip olmadıklarından, beraberliklerini isimlendirmek için siyasi bir hedefi veya demokratik bir ideali ifade eden siyasi bir kavram yerine, bir mobilyacıdaki oturma grubunu andıran “Altılı masa” ifadesini kullandılar.
İsimlendirme sorunu baştan beri yanlış olan bir şeylerin göstergesiydi aslında. HDP’nin de orada olduğu herkes tarafından bilindiği halde şeffaf biçimde bunun adı koyulmadı. Meral Akşener divan edebiyatındaki tecahülü arif (bilmezden gelme) sanatını kullandı; HDP orada yokmuş gibi yaptı. HDP ise masaya bile oturtulmadan kendisinden oy istenmesindeki aşağılanmayı sineye çekti.
Altılı Masayı oluşturan partilerin neyi istemedikleri belliydi ama ne istedikleri belli değildi. Dünya görüşleri ve siyasi tahayyülleri farklı; bazen taban tabana zıttı. Bu yüzden de iktidara gelecek olurlarsa ne yapacaklarını öngörmek kolay değildi. Erdoğan’a karşı olmak, onların ne yapacaklarını bilmemize ve öngörmemize yetmiyordu.
Ortaya koydukları “Ortak Politikalar Mutabakat Metni”nde çok şey vardı ama bir hükümetten beklenen ana meselelerde ne yapacaklarına dair dişe dokunur bir bilgi yoktu. Lampedusa’ya atfedilen sözdekine benzer biçimde, uzun bir ortak metinde “hiçbir şey söylememek için her şeyi söylemişlerdi.” Atatürk Orman Çiftliği Projesi örneğinde teferruat kabilinden vaatler varken, Kürt meselesinde ne yapacakları yazmıyordu (İnanmayan programı indirip kelime taraması yaparak bakabilir.)
Öze ilişkin konularda, temel sorunların nasıl çözüleceği konusunda, mesela Kürt meselesinde ne yapacaklarını söylemekten özenle uzak durduklarından dolayı yarın birileri -ya CHP tabanının bir bölümü ile İYİ Parti tabanı ya da ortalıkta görünmeden kendilerine oy vermelerini istedikleri Kürt seçmen- ağır bir hayal kırıklığına uğrayacak görünüyordu. Her iki cenahın temsilcileri de bunun farkındaydı ama kitlelerini yanıltma pahasına susmayı tercih ediyorlardı.
Strateji ve Söylem
Strateji herkesi yakalamaktı (“catch-all”). Yüzde elli artı bir bunu gerektiriyordu. CHP, İYİ Parti, HDP ve diğerlerinin tamamının oyunu alt alta yazıp toplayınca yüzde elliyi geçiyordu. Sağcılarla solcuların, Türkçülerle Kürtçülerin, İslamcılarla islamofobiklerin temsilcilerini bir araya getirip, onları masada tutmayı başarınca, tabanlar da tutulur sandılar.
Ama siyaset dört işleme göre oluşmuyordu; toplum yüz derecede kaynamıyordu ve oy davranışı bu basitlikte şekillenmiyordu. Siyasi mühendislikle yapılan diğer ölçümlerle beraber o toplama işlemi de yanlıştı.
Kuşkusuz bir kez bu yola girdikten sonra kullanılacak dil belliydi: Çok genel ve muğlak bir dil. Aksi halde bir ipte birçok tabanı aynı anda dengede tutmak mümkün olamazdı. Ama çok genel bir demokrasi ve ekonomik refah söyleminin de tuzu kuru olmayan seçmeni ikna etmesi kolay değildi.
Kabul etmek gerekir ki, bu şartlar altında en fazla bu yapılabilirdi ve bu siyasi iletişim dilini de olabileceği kadar başarıyla kullandılar. İktidarın siyasi dili kötüydü. CHP’ninki ise aksine çok başarılı bir siyasal iletişim örneğiydi. “Sana söz baharlar gelecek” gayet başarılı bir pozitif iletişim örneğiydi. Umut vadeden bir yakın gelecekten söz ediyordu ve instagram baştan aşağıya kalp işaretiyle doluydu.
Gelgelelim kampanya sürecine damgasını vuran bütün o güzel mesaj ve sloganların taşıyıcısı olan siyasi liderin inandırıcılık sorunu bunu gölgeliyordu. “Sana söz” veya “Bay Kemal sözünden dönmeyecek” ifadeleri, Prof. Dr. Ömer Çaha’ya göre “kampanyanın en zayıf tarafı”ydı. Kılıçdaroğlu’nun verdiği sözü tutup tutmadığına ve sözünden dönüp dönmediğine ilişkin bir hafıza vardı ve bu hafıza sloganın etkisini kırıyordu.
Öte yandan seçim süreci, Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanı adayının tespit edilmesinden Muharrem İnce’nin adaylıktan çekilmeye zorlanmasına kadar her aşamada varlığını ciddi bir biçimde hissettiren çok boyutlu bir psikolojik baskı atmosferi ve söylemsel şiddet altında geçti. Kazanmayacak aday itirazı yüzünden kalktığı masaya geri döndüğünde Meral Akşener’in yüzünde ağır bir psikolojik şiddete maruz kalmış bir insanın ifadeleri vardı. Ama asıl İnce’nin lime lime edilip adeta tiftiğinin göğe savrulması, seçmen açısından hem dehşet hem de bilgi vericiydi. Sonuçta İnce ekarte edildi ama bu yapılırken bahar temalı ekran koruyucunun ardında yaşananlara dair kanaatler başka bir imaj oluşturuyordu.
Hükümeti destekleyen TV kanalları çoktu ama etkisi tartışmalıydı. Buna karşılık özellikle sosyal medyada sözün sahibi net biçimde muhalefetti. Sokakta sorulduğunda veya ayaküstü sohbetlerde oyunu Erdoğan’a verecek olanlar pek ortalıkta görünmüyordu. Araştırma şirketleri, anket firmaları da bu atmosfer altında yanıldı. Muhtemelen çoğu manipülasyon yaptığından dolayı değil metodolojik hatadan; bu basıncın etkisiyle ses çıkarmayanların oranını tam olarak hesaba katmadıklarından.
Bu süreçte artist ve sanatçı cenahından CHP’ye verilen destek de çok muhtemeldir ki ters etki yaptı. Şarkıları beğeniliyor veya filmleri izleniyor diye kendisini bir tür siyaset gurusu gibi gören bu insanlar, CHP’ye oy vermesi için halkı ayaküstü aydınlatıp muasır medeniyetlere çıkarmaya çalışırken nasıl algılandıklarının farkında değillerdi. (Trajikomik bir durum ama onların nasıl olup da hiç ama hiç istemeden iktidarın propagandasına hizmet etmiş olabileceklerini anlatmak başka bir çalışmanın konusu olabilir.)
“Sorma-Söyleme” Ama…
Seçimler böyle bir atmosferde yapıldı. Gümbür gümbür bir kampanya yürütüldü.
Çatlak ses ve aykırı soru tehlikesi vardı ama korkulan olmadı. İktidarı destekleyen medya zor yerden sormadı. Muhalif medya da gayet “sorumlu” davranıp, her şeyden bahsetse de “bu temel meselede ne yapacaksınız?” gibi öze ilişkin sorular sorup masaya zarar vermedi. Sonuçta bir iktidar adayına sorulması gereken asıl sorular sorulmamış oldu.
Ama sorulmaması bu soruların zihinlerde olmadığı anlamına gelmiyordu ve “sorma-söyleme” tarzı bir siyasetin herkesi ikna etmesi beklenemezdi. Özellikle de makul sayıdaki makul seçmeni. “Meseleleri mesele etmeyince mesele olmaktan çıkar” demişti eski bir siyasetçi; ama geçim derdi olan vatandaş açısından öyle olmuyordu.
“Diyelim ki seçimleri kazandınız. Erdoğan sonrası ekonomide, siyasette, Kürt meselesinde ne yapacaksınız?” sorusu ciddi bir soruydu ve tuzu kuru muhalifleri bir yana koyacak olursak, tüm makul seçmen bunu sorardı. “Sus, şimdi sırası mı? Distopik bir düzende yaşadığımızı görmüyor musunuz?” bir cevap değildi.
Seçmen “Kılıçdaroğlu her muhtara bir özel kalem atayarak işsizlik sorunu çözeceğini söylüyor. Buna nasıl onay verelim?” diye sorardı ve sordu. Sorunun cevabı “Ama Erdoğan çok kötü” olursa bunu “anladım, cevabınız yok”şeklinde değerlendirecekti ve öyle de değerlendirdi. Ve ona vize vermedi.
“İçinden Başka Bir Şey Çıktı”
Seçim akşamı ülke Kafkaesk bir dönüşüme sahne oldu. CHP önce Kılıçdaroğlu’nun önde olduğunu açıkladı, sonra Ankara ve İstanbul Belediye başkanlarına aynı sözler tekrarlatıldı. Eğer iki aday arasındaki oy farkı az olsaydı, “biz öndeyken iktidar hile yapıyor” söyleminin toplumun bir kesimini ikna etmesi ve ülkede ciddi bir kaosun fitilini ateşlemesi pekala mümkündü.
Bu olmadı ama toplum CHP yönetiminin ve Kılıçdaroğlu’nun bunu yapabileceğini düşündü. Bu bağlamda “İkinci turda aradaki fark az olursa Kılıçdaroğlu ve CHP bunu yapar mı?” sorusunun cevabının da “evet yapabilir” şeklinde oluştuğunu tespit etmek mümkün.
Öte yandan, bahar ve çiçekler söyleminin tutmadığı kanaati netleşince, bu kez ani bir değişiklikle Kemalist, ırkçı ve sığınmacı düşmanı bir makas değişikliğiyle, Suriye nüfusundan fazla Suriyelinin geleceğini iddia etmeye varan bir el yükseltmeyle (Makyavelli korkunun sevgiden daha güçlü bir duygu olduğunu vurgular) ve masayı yumruklayan asabi bir imajla yoluna devam etti.
Her seçim kampanyası ayrı bir anlatıdır aslında. Şimdi yolun yarısında anlatı değiştiren, kalan iki haftada tabanını ve biraz daha fazlasını bu yeni anlatıya ikna etmeye çalışan, artık çok daha açık biçimde ırkçılığa oynayan, öfkeli ve Suriye’nin nüfusundan fazla Suriyeli geleceğini söylemekten imtina etmeyen bir lider var ve bu stratejinin tutması için toplumun da iki haftada bu ani değişikliğe hızla uyum sağlaması şart.
“Kalplerden Yumruklara”
İnsanlar son halleriyle hatırlanır; ki doğru olan da odur ve Kılıçdaroğlu da bu haliyle hatırlanacak. Son sahnede sevgiden değil nefretten, umuttan değil korkudan; bu kapsamda bir ihtimal toplumun mültecilerin sayısına dair absürt iddialarına inanıp paniğe kapılmasından medet uman bir siyasetçi olarak.
Eğer Kılıçdaroğlu ilk turda kaybetmiş olsaydı, muhtemelen pek çok insanın zihninde pozitif bir kampanya ve umut veren yaşını almış bir lider olarak kalacaktı. Belki de ona oy veren pek çok kişi için de herkese (elbette mülteciler hariç, oy hakkı olan herkese demek gerek) tatlı bir dille seslenen lider imajının kazanamadığı, halkın bu dile itibar etmediği yargısı kalacaktı. “Acaba” sorusu bazı zihinlerde hep asılı kalacaktı. Oysa halk o sıcak sevgi sözlerinden etkilenmek için fazla tecrübeliydi ve sadece bu dili değil onun satır aralarını da okudu.
Şimdilik CHP kanadında Kılıçdaroğlu eleştirilerini yüksek sesle dile getiren yok. Muhtemelen seçimin ikinci turunu bekleyip, Kılıçdaroğlu kazanamazsa, onu tercih etmenin ne kadar yanlış olduğundan başlayıp sürecin birçok aşamasında yapılan yanlışları herkesten çok onlar yazmaya başlayacaklar. Ama o zaman o eleştirileri yapanlar açısından artık geç olacak. Örneğin destekledikleri lider çoğu kez Avrupa’daki aşırı sağcı veya ırkçı liderlerin dilini aratacak bir dile sahip olmasına rağmen bunu görmeyen, eleştirmeyen ya da çok ucundan kıyısından eleştiren CHP çevresindeki siyasetçi ve entelektüellerin seçimden sonra yeni dönemle ilgili sözlerinin değeri ve etkisi de daha az olacak.