İsrail 7 Ekim sonrasında tarihin gördüğü en büyük insanlık suçlarından birinin altına imza atarak çoğunluğunu Filistinli çocuk ve kadınların oluşturduğu otuz bine yakın sivili katletti. İsrail’in insanlık namına aşmadığı kırmızı çizgi, çiğnemediği sınır kalmadı. “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” ifadesinin zaman üstü niteliğini tasdik eder mahiyette sergilediği tutum, faili olduğu soykırım suçu Türkiye’de de büyük tepki oluşturdu. Bu tepkilerin bir kısmı da İsrail’i durdur(a)madığı için siyaset erkine yöneldi. Arap liderlere yapılan ağır eleştirilerin yanı sıra Türkiye’de de Recep Tayyip Erdoğan’a ve AK Parti’ye yönelik tepkiler oluştu. Art niyetlileri ve gayri-milli kuvvetlerin etki ajanlığı görevine soyunmuş kimseleri bir kenara bırakıp Filistin halkına samimi olarak üzülen ve Türkiye’nin bu meselede tutunduğu tavrı yetersiz bulanlara Türkiye’nin mevcut pozisyonunun neden zaruri olduğunu iki yazılık bir seri ile anlatmaya çalışacağım.
İsrail’in katliamlarının dozunun gün geçtikçe artmasına, Gazzelilerin maruz bırakıldığı eziyetlerin biteviye devam etmesine paralel olarak Türkiye’de özellikle muhafazakâr kesimden Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yönelik eleştirilerin de dozu arttı. Türkiye’yi İsrail’le ticareti kesmemek ve hatta daha da ötesine geçerek İsrail’e herhangi bir askeri operasyon yapmamakla suçlayanlar oldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı “süper kahraman” olarak tasavvur eden kesimler, askeri cunta, CIA destekli FETÖ, aşırı sol örgütler ve PKK ile girişilen mücadeleyi sıradan ve basit bir çaba sanma hatasına düşüyor. Erdoğan’ın uğraştığı bu meseleler ve savaştığı cepheler yeterince zorlu değilmişçesine bir de çağımızın hegemon gücü ABD ve diğer Batılı devletlerin tam desteğini arkasına almış İsrail’i durdurma görevini tek başına Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ve Türkiye’ye tevdi etmeye çalışıyorlar. Bunun aksine Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın gerçeklere ve ulusal/uluslararası güç dengelerine çok daha hâkim, Türkiye’nin sosyal, ekonomik ve askeri kapasitesinin bilincinde bir siyaset izliyor olduğunu kavramak oldukça önemli.
İsrail-Filistin Meselesinde Güç Dengesi
Türkiye’nin İsrail’in saldırganlığına ne tür bir karşılık verebileceği, hangi politikalarla cevap üretebileceği ve Filistinlilerin çektiği acılara son vermek adına neler yapabileceğini doğru bir zeminde tahlil edebilmek için öncelikle İsrail-Filistin meselesini tam anlamıyla idrak etmemiz gerekiyor. Bu minvalde ilk aşama olarak “İsrail Devleti’’ kimler tarafından hangi amaçla Filistin toprakları üzerinde kuruldu sorusuyla değerlendirmeye başlayacağım.
Elbette bu sorunun cevabı çok uzun bir inceleme gerektiriyor. Fakat en özet haliyle, İsrail’in egemen Batılı güçlerin de desteğiyle Filistin topraklarında “ileri üs” mantığıyla kurulduğu söylenebilir. Meselenin bir diğer önemli boyutu ise siyonist sermayenin ABD, İngiltere ve Almanya başta olmak üzere Batılı devletlerin siyasi düzeni ve elitleri üzerinde “finans, medya ve lobi faaliyetleri” ile kurduğu tahakküm. Son olarak bilhassa ABD’de siyonistlerin en üstten en alta çeşitli devlet kademelerinde mevki sahibi olduğunu da vurgulamak gerekiyor.
Sonuç olarak İsrail, askeri, ekonomik ve sosyal anlamda “Batı düzeninin hâkim güçleri ile çok derin bağlara sahip” bir ülke. Bizatihi bu bağlar sayesinde Filistin topraklarına çöreklenmiş, bu topraklarda apartheid rejimi kurmuş ve 7 Ekim’den sonra zirveye ulaşan zulmünü idame ettirebilme gücünü kendisinde bulabilmiştir. Bu sebeple İsrail ile girişilecek bir mücadelenin aynı zamanda ABD ile İngiltere ile Almanya ile ve diğer yerleşik Batılı dünya düzeninin parçası ülkeler ile başlatılacak bir mücadele anlamına geldiği akıllardan çıkarılmamalıdır.
Hesaba katılması gereken bir diğer unsur ise İsrail devletinin kendi başına sahip olduğu ekonomik ve askeri gücün boyutlarıdır. İsrail yukarıda bahsettiğim siyonist iş adamlarının kapitalist dünya düzeninin önde gelen şirketlerinin sahipleri ve/ya yöneticileri olması sebebiyle kendi ülkesine büyük yatırımlar çekebilmektedir. Ayrıca ABD başta olmak üzere birçok ülkeden doğrudan ekonomik yardım ya da teşvik mahiyetinde destekler almaktadır. Bunların yanı sıra uluslararası arenada etkili İsrail menşeili şirketlerin sayısı da azımsanmayacak seviyededir. Kısacası, finansal anlamda İsrail’in kendi içerisinde kuvvetli ve daha da önemlisi diğer ülkeleri kolaylıkla etkileyebilecek kadar kolu uzun ve bağlantıları güçlü bir ülke olduğunu söyleyebiliriz.
Meselenin askeri boyutunu incelediğimizde ise, tıpkı ekonomi hususunda olduğu gibi, İsrail’in hem Batılı ülkelerden aldığı destek hem de kendi geliştirdiği teknoloji ve üretim kapasitesi sayesinde askeri yönden de ciddi bir seviyede olduğu görülüyor. Her ne kadar 7 Ekim Aksa Tufanı Operasyonu’nda görüldüğü üzere İsrail’in istihbarat ve askeri kapasitesi yıllardır oluşturduğu algının çok uzağında olsa da hava kuvvetleri başta olmak üzere yıkım kapasitesini hâlâ koruduğu anlaşılıyor. Bunların hepsinden de önemlisi, İsrail’in bir “nükleer güç” olması.
İsrail’in doksandan fazla nükleer savaş başlığına sahip olduğu ve fazladan 100-200 nükleer savaş başlığı oluşturmaya yetecek kadar da plütonyum ürettiği iddia ediliyor. İsrail nükleer savaş başlıklarını havadan, karadan ve denizden fırlatmaya olanak sağlayan teknolojiye de sahip. Denizaltıları nükleer savaş başlığı fırlatma kapasitesine sahip olması sebebiyle İsrail’e second strike (ikinci vuruş) yeteneği sağlıyor. Bu sayede İsrail kendisine yönelik olası bir saldırıya sürpriz cevap verme tehdidi oluşturabiliyor ve caydırıcılığını artırıyor.
Yazının ikinci bölümünde Türkiye’nin askeri ve ekonomik kapasitesine değinerek hem içeride hem de sınırları dışında karşılaştığı tehditler ve bunlara verdiği cevapları ele alacağım. Sonrasında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İsrail’in saldırganlığına karşı izlediği politikayı değerlendireceğim.
[Dr. Ayhan Sarı, Türkiye Araştırmaları Vakfı araştırmacısıdır.]