Beklenen oldu ve ABD 28 Ocak günü İran destekli Şii milislerinin üç Amerikan askerinin ölümüne sebep olan saldırısına cevap olarak Cuma gecesi (2 Şubat 2024’ü 3 Şubat 2024’e bağlayan gece) Suriye ve Irak’taki hedeflere yönelik saldırı gerçekleştirdi. 28 Ocak günü ABD’nin Suriye Ürdün sınır bölgesindeki üslerinden biri olan Tower 22’ye düzenlenen kamikaze İHA saldırı sonrasında ilk akla gelen bu saldırı sonrası ABD’den gelecek tepki oldu. Tüm analizler üç Amerikan askerinin öldüğü bu saldırının 7 Ekim sonrası bölgede ABD üslerine yapılan 200’e yakın saldırıdan farklı olduğu ve ciddi bir tırmanmaya sebep olacağı yönündeydi. Dolayısıyla uzmanlar da haritadan ABD’nin muhtemel saldırı noktalarını seçmeye veya İran’ın vekil unsurlarının sahadaki hareketliliğine odaklandı.
Ancak aradan geçen yaklaşık altı günde ABD tarafından farklı mesajlar geldi. Irak ve Suriye’de Şii milislerin bir ABD saldırısına karşı karargâhlarını boşalttıkları bilgisi yansırken Amerikan yöneticileri ise yapacakları saldırıyı yapmaya mecbur olduklarını İran’ı kızdırmayacak kelimelerle açıklamaya çalışıyordu. Bu da ABD’nin herhangi bir misilleme veya cezalandırma saldırısının gecikmesine yol açtı. Cuma gecesi ise ABD’nin beklenen saldırıları gerçekleşti ve Irak’ta 3, Suriye’de ise 4 hedefe yönelik hava saldırıları icra edildi.
Peki ABD’nin bu saldırılarda bu kadar gecikmesinin sebepleri nelerdi? Biden yönetiminin 7 Ekim sonrası bölge politikası ve İran’a yaklaşımı nasıl bir etkiye sebep oldu? Bu soruların cevapları için ABD’de ısınan başkanlık seçimi gündemi kadar 7 Ekim sonrası Orta Doğu’da bölgesel bir savaş ihtimali üzerine yaşanan tartışmalara bakmak faydalı olacaktır. Ayrıca süreç, İran’ın vekil unsurlarının saldırıları ve özellikle Husilerin Kızıldeniz saldırılarıyla vekalet savaşı kavramı üzerinden sıkça okunur olsa da vekalet savaşının limitleri ve krizdeki aktörlerin politik hedefleriyle bu yöntemin uyuşmayan yönlerine odaklanmak da süreci anlamak açısından değerli olabilir.
Vekalet Savaşının Limitleri ve Orta Doğu’da Bölgesel Savaş Kamplaşması
7 Ekim sonrası Orta Doğu’da İsrail’in, İran veya vekil unsurlarının ve ABD’nin karşılıklı saldırıları alışıldık bir durum oldu. Bu saldırılar bir bölgesel savaşı tetiklemekten çok, tarafların birbirlerine mesaj ürettiği ve daha fazlasını yapmaktan caydırdığı hareketler bütünü olarak aslında bölgesel savaş ihtimalinin de önüne geçen hareketlerdi. Ancak Husilerin Kızıldeniz’deki saldırılarını sıklaştırması ve bu durumun uluslararası ticareti zora sokacak bir hâl almasıyla bölgede dengeler değişmeye başladı.
Bununla neredeyse eşzamanlı olarak İsrail Gazze’deki katliamlarında hedeflerine ulaştı ve savaşı Gazze’nin dışına taşıyarak İran veya uzantıları ile bölgesel bir savaşı tetikleme hayalleri kurmaya başladı. 7 Ekim sonrası ABD’den aldığı neredeyse sınırsız desteği Gazze’yi yerle bir etmek için kullanan İsrail, bu desteği daha büyük bir kazanıma dönüştürmek amacıyla Lübnan’da Hizbullah’a ve Suriye’de Şii milislere yönelik hava saldırılarını yoğunlaştırdı. Buradaki temel amaç, en iyimser senaryoda ABD’yi İran’la savaştırmak, en kötü ihtimalle ise İsrail’in İran destekli Hizbullah veya Şii milislere yönelik muhtemel bir kara operasyonuna ABD desteğini garanti altına almaktı.
Ancak ABD ve İran ilginç bir biçimde bölgesel savaş için İsrail’in karşısında konumlanmış durumda. İran yıllardır yatırım yaptığı vekil unsurları ve mücadelenin asimetrik karakteristiğini koruyarak kontrollü gerginlikler ile hem savaştan uzak durup hem de bölgede maksimum kazanç elde etme politikasına devam etmek istiyor. Lübnan’da Hizbullah, Suriye’de ve Irak’ta Şii milisler eliyle devam eden bu politika ise Husilerin gerginliği bir adım öteye taşıması ve İsrail’in Beyrut ve Şam’daki saldırıları sonrası İran’a maliyet üretmeye başladı. Dolayısıyla Husilerin İran’dan farklılaşan yaklaşımını sınırlandırmak ABD ve İran tarafından oldukça önemli bir hale gelmişti.
İlk aşamada Hizbullah’ın açacağı bir cephenin İsrail’i zor duruma düşüreceğini öngören ABD, bu ihtimali yok etmek amacıyla Doğu Akdeniz’e bir çıkarma yaparak bölgesel savaş ihtimalini ortadan kaldırmıştı. Ayrıca İran ve direniş eksenine dahil olan vekil unsurlarının bir bölgesel savaşa ne kadar istekli oldukları da ayrı bir tartışma konusuydu. Körfez ülkeleri de İsrail katliamlarına oldukça sessiz kalmış ve Filistin için bir bölgesel savaş istemediklerini açık bir şekilde göstermişti. Dolayısıyla 7 Ekim sonrası Orta Doğu’da askerî hareketlilik vekil unsurların saldırıları üzerinden gerçekleşen ve dolayısıyla vekalet savaşı karakterinde yaşanan gelişmelerdi.
Ancak İsrail’in Şam’da ve Beyrut’ta düzenlediği suikastlar sonrası İran’ın daha net ve sert cevaplar üretilmesi kaçınılmaz bir hâle geldi. İran’ın Pakistan ve Irak saldırıları da bu gerekliliğin bir sonucu ortaya çıksa da İran’ın ilk kez asimetrik alandan çıkarak konvansiyonel ve hatta Pakistan’la karşı karşıya gelerek nükleer düzlemde bir gerginlik yaşamasına sebep oldu. Tam da bu yüzden iki aktörün gerginliği hızlıca azalttığını ve konuyu kapattığını gördük.
İran için, ister emir komuta zinciri içerisinde isterse örgütlerin bağımsız kararlarıyla olsun, üç Amerikan askerinin öldürüleceği düzeyde bir saldırı düzenlemek ciddi bir baş ağrısı demek. Bu yüzden de tıpkı Pakistan gerginliğinde olduğu gibi tarafların krizi tırmandırmaktan ziyade yatıştırıcı açıklamalarda bulunduğu aşikâr. Ancak bir farkla; Pakistan, İran saldırısına karşılık olarak mütekabiliyet gereğince hızlıca bir saldırıda bulunduktan sonra krizi yatıştırırken ABD bir cevap üretmekten özellikle kaçındı.
ABD’nin Hareketsizliğinin Anlamı
Vekalet savaşının limitlerine gelinmişken ABD-İran-İsrail üçgeninde ülkeler çok daha temkinli hareket etme eğiliminde. Bu eğilim ABD’de üst düzeydeyken İran’da vekil aktörleri ile farklı düzeylerde görülüyor. İsrail ise 7 Ekim sonrası istediği düzeyde katliamlar gerçekleştirebilmenin ve Batıdan alınan siyasi ve askeri desteğin verdiği lüksle çok daha pervasız hareket ediyor. En radikal Siyonist milletvekillerinin Gazze hakkındaki uçuk söylemleri dört ayın sonunda hayata geçirilmişken, şimdi konuşulan ise Hizbullah’a karşı güney Lübnan’da bir cephe açarak durumu fırsata çevirmek. Bu yüzden de İran için öncelikli olan, Husilerin kontrolden çıkmasıyla başlayan ve Pakistan saldırısıyla devam eden kontrolden çıkmış gerginlik durumunu hızlıca yatıştırılmak ve bölgenin normali olan vekil aktörler düzeyinde asimetrik mücadeleye geri dönmek olarak duruyor.
ABD’nin, İsrail’in sınırlarında gezen bir bölgesel savaşa olan yaklaşımı İran ile aynı düzlemde. Dolayısıyla ABD’nin üç askerinin ölmesine karşılık İran sınırları içerisinde yapacağı bir saldırı hem İran’ı daha sert cevaba sürükleyeceği hem de İsrail’i cesaretlendireceği için denklemin dışında kalıyor. Üstelik, normalde yapması beklenen Suriye ve Irak’taki herhangi bir İran destekli Şii milis gücünü vurmak bile ABD’nin yapmaktan imtina ettiği bir durum hâlini almıştır.
ABD bir yandan İran’ı ve vekil unsurlarını cezalandırırken diğer yandan güçlü bir mesaj vermek için her zaman yaptığından fazlasını yapmak zorundaydı. Ancak Amerikan yöneticileri saldırıdan sonra en büyük mesaisini Orta Doğu’nun bir bölgesel savaşa ne kadar yakın olduğunu, ABD’nin bir savaş istemediğini ancak bu son saldırı sonrası mecburen bir cevap vermek zorunda olduklarını söylemeye ayırarak, saldırının etkisini daha gerçekleşmeden düşürdü. Bu da ABD’nin bir yandan İran’ı ve uzantılarını caydırmaya çalışırken bir yandan da provoke etmemek için özen gösterdiğini anlatıyor.
Yine de sorun, ABD için uygun bir saldırı seçeneğine karar vermekteki zorlukta yer alıyor. Öyle ki ABD bir yandan son saldırıya bir cevap üretmek, bunu yaparken İran ve vekil unsurlarını caydıracak kadar sert ve kararlı olmak, yine bunu da yaparken İran’ı bir cevap vermeye zorlayacak kadar sert olmamak ve İsrail’in hayal ettiği bölgesel savaşı tetiklememek zorundaydı. Tüm bunları yaparken aslında gayet memnun olduğu Orta Doğu statükosunu bozmamak ve ABD’nin Orta Doğu politikasıyla çelişen İran gibi aktörlerden bile daha fazla Türkiye gibi üçüncü taraflara alan açmamak zorunda kaldı. Bu da yine yapılan açıklamalarda olduğu gibi ABD’nin Cuma gecesi yaptığı saldırının etkisini düşüren gelişmelerden biri oldu.
Günün sonunda ABD için bölgede temel amaç İran ile tırmanmış bir gerginlikten kaçınmak ve bölgesel savaş ihtimalini yok etmek olduğu için, üç askerinin öldürüldüğü saldırı stratejik olarak “göz ardı edilebilecek” düzeyde bir gelişme olarak kalıyor. Her ne kadar bu durum yaygın Amerikan yaklaşımının aksi gibi dursa da Biden yönetiminin kendisini adım adım içerisine soktuğu bu açmazda İran’ın vekil aktörlerini bile hızlıca hedef alamayacak kadar sıkıştığı bir gerçek. Dolayısıyla ABD’nin hareketsizliği bu şartlarda mecburen ortaya çıkıyor. Bu yüzden Biden yönetiminin başı Orta Doğu’yla fena hâlde dertte ve Suriye ve Irak’taki hedeflere yapılan saldırı da bir çözüm olmaktan öte ABD için şu an öngöremedikleri yeni baş ağrıları yaratacaktır.
[Ahmet Arda Şensoy Türkiye Araştırmaları Vakfı araştırmacısıdır.]