1 Nisan’da İran’ın Şam’daki diplomatik misyonuna yönelik hava saldırısı düzenleyen İsrail, Devrim Muhafızları Kudüs Gücü’nün Suriye ve Lübnan’daki “koordinatörü” Tuğgeneral Muhammed Rıza Zahidi’nin de içinde olduğu Devrim Muhafızları’na bağlı 7 İranlı komutan ve subayı öldürdü. Akabinde Hamaney, “Şeytani İsrail rejimi bir hata yaptı ve cezalandırılmalı.” açıklamasını yaparak karşılık vereceklerini dile getirdi ve nihayetinde 13 Nisan akşamı İsrail’e insansız hava aracı ve füzelerle saldırı düzenledi. İsrail ise sert bir cevap vereceğini ilan etti ve sonrasında 19 Nisan gecesi hava üssü, füze üretim kompleksi ve birkaç nükleer tesisin bulunduğu İsfahan’a saldırı düzenledi. İran söyleminin aksine stratejik noktaları hedef almayan İsrail, kontrollü bir saldırı yaptı. Böylelikle iki ülke de birbirlerine karşı hem ilk kez doğrudan saldırmış hem de kontrolü elden bırakmayan bir yöntem izlemiştir. Buradan çıkarılacak en önemli sonuç iki ülkenin esas gündeminin savaş olmadığıdır. İsrail’in öncelikli hedefi Gazze’deki Filistinlileri zorla Mısır’a doğru göç ettirmek, İran’ın hedefi ise kendisine yapılan saldırıyı fırsata çevirerek bölgede güçlü bir konum elde etmek. Buradan hareketle çalışmada 3 temel konu irdelenecektir: Saldırıların amacı, sonuçları ve tarafların bundan sonra nasıl bir yol izleyeceğidir.
Gerilimin Tırmanmasının Arka Planı ve Motivasyonları
İsrail’in 7 Ekim’den itibaren Gazze Şeridi’ndeki askeri operasyonları, aralarında en az 14.500 çocuk ve 9.560 kadın olmak üzere toplam 33.899 Filistinlinin ölümüyle sonuçlandı ve 76.664 kişi yaralandı. Bu insanlık dışı tablo karşısında Batı ülkeleri dahil olmak üzere uluslararası kamuoyu, İsrail’e olan desteğini önemli ölçüde azaldı. Öyle ki İsrail’e destek veren ülkelerin kendi iç kamuoylarında ciddi tepki aldığı bir süreç yaşanıyor. Buna karşın İsrail açısından bakıldığında Filistin’de vaat ettiği “başarı” tam anlamıyla yakalanamamakta, kısa zamanda bitirmeyi vaat ettiği Hamas’ı mutlak olarak etkisiz hâle getirememektedir. Buradan hareketle hem iç hem de dış çevrelerden aldığı tepkiler Netanyahu hükümetini baskı altına almış durumda. İsrail tüm bunlar karşısında hem dikkatleri başka yöne çekmek hem de Hamas’a verdiği ekonomik ve askeri destek sebebiyle İran’a karşı bir cevap olması amacıyla ilk saldırıyı gerçekleştirdi.
İsrail’in konsolosluk saldırısı fitili ateşleyen olay olurken bu hamle İsrail’in Lübnan ve Suriye’deki geçmiş saldırıları düşünüldüğünde “normalleştirdiği” bir eylem türüydü. Fakat bu sefer şaşırtıcı olan durum, normal şartlarda eylemden ziyade propagandayla yetinen Tahran yönetiminin somut cevap verme kararlılığı oldu. Bu istisnai durum karşısında İsrail’e yapılan saldırı gerçekleşti fakat hiçbir ciddi hasara neden olmadı. Burada İran’ın askeri olarak başarılı olup olmadığından ziyade misilleme yapma cesaretini sorgulamak gerekir. Gazze’de soykırım yapan ve tüm dünya kamuoyu tarafından yalnızlaştırılan Netanyahu yönetiminin Suriye’deki bu nokta saldırısına normal koşullarda İran aynı cevabı verebilir miydi? Buna kesin bir cevaptan ziyade koşulların uygun olduğu bir atmosferde İran’ın kendi lehine kullanacağı fırsatı tepmek istemediğini söyleyebiliriz. Bilhassa bu misillemeyi Filistin davası için yapmadığının altının çizilmesi gerekir.
İsrail’e mukavemet göstermek ve hatta İsrail’in sert cevap vermesini sağlamak İran ve milislerinin bölgede gücünü konsolide etmesine yol açıyor. Böylece İran, Hamas ve Hizbullah’a destek vererek liderliğini güçlendirmekte ve İsrail’i baskı altında tutmaya çalışmakta. Özellikle bu süreçte Hamas’a verilen destek, Arap halkları başta olmak üzere İran’ın bölgedeki popülaritesini artırıyor. İran ayrıca vekil güçleri caydırıcı bir güç olarak kullanıp ABD ve İsrail’in kendi üzerindeki baskısını da azaltma hedefi güdüyor. İran, 1980’lerden beri sürekli olarak uygulanan bir strateji olan devrim ihracı söylemini kullanarak bölgedeki nüfuz alanını artırmakta ve savunmasını stratejik olarak kendi sınırlarının ötesine yerleştirmektedir. Tahran yönetimi kendisini ümmetin sadık bir koruyucusu olarak etkin bir şekilde konumlandırırken özellikle Sünni Hamas ve Şii Hizbullah üzerinde mezhepler üstü İslam’ın tek savunucusu imajı vermeye çalışıyor.
İran’ın uzun yıllar bölgede ABD aracılığıyla yalnızlaştırılma siyasetine maruz kalması, zamanla bölgede bir denge unsuruna dönüşmesini sağladı. Özellikle 11 Eylül sonrası bölgede zorlayıcı diplomasinin devreye sokulması, 2003 Irak müdahalesi, Arap Baharı’nın bölgede yarattığı istikrarsızlık dinamosu ve son olarak ABD’nin Asya-Pasifik’e odaklanması güç boşluğunu ortaya çıkardı. Tam da bu ortam, İran’a vekilleri aracılığıyla bölgede genişleme ve nüfuz kazanmasına fırsat tanıdı. İran genel olarak kuşatılmışlık hissi üzerinden hareket etmekte ve dış politikasında güvensizlik üzerine inşa ettiği direniş söylemine maddi ve manevi yatırım yapmaktadır. Emperyalizme karşı mücadele etmeyi anayasal bir sorumluluk hâline getiren İran, ulusal çıkarlarını gözetecek tüm unsurları da kendi kapasitesi ölçüsünde kullanmak ve bir caydırıcılık unsuru olarak göstermek istemektedir. Bu motivasyonlar, İran’ın vekil güçler üzerinden bölgede kurduğu direniş ekseni söylemini ve ulusal çıkarlarını tamamlayan en önemli dinamiklerdir.
Bundan sonraki süreçte ise iki taraf da prestijlerini korumak ve caydırıcılıklarını göstermek adına gerilimi tırmandırmayı seçti. İki tarafın da propagandalarının ortak özelliği düşmanlarını sert biçimde ve bir daha cesaret edemeyeceği şekilde cezalandırılması üzerine olmuştur. İran, saldırıdan sonra amacının sadece misilleme olduğunun altını çizmiş ve İsrail’in olası saldırısını bertaraf etme amacı gütmüştür. İsrail ise prestijini koruma motivasyonuyla İran’a düzenlediği saldırıyı -yazının yazıldığı süre zarfında- resmi olarak teyid etmemiştir. Buradan her iki tarafın da gerilimi sona erdirmek istediği çıkarımı yapılabilir.
Gölge Savaşları Bitti Mi Yoksa Devam Mı Edecek?
İran’ın açıktan İsrail’e saldırısı gölge savaşlarının tam manasıyla bittiği anlamına gelmemekte, tırmanan veya tırmandırılan gerilimde taraflar birbirlerine karşı -bilhassa İran- daha dikkatli hareket etmek durumunda kalacaktır. İsrail’in rahatlıkla saldırı eylemlerinde bulunduğu Lübnan ve Suriye’de İran mütekabiliyet çerçevesinde aynı ölçüde cevap ver(e)meyecek ve kolaylıkla red ya da inkâr edebileceği vekilleri üzerinden pozisyon almaya devam edecektir. İran savunma stratejisini füze sistemi üzerinden kurgulamış olup 2000 km’den fazla menzile sahip balistik füzelere sahiptir. Buna karşın hava savunma sistemlerindeki kapasitesinin daha az olduğu düşünüldüğünde İsrail ile doğrudan bir savaşa girmek veya var olan gerginliği böylesi bir seviyeye yükseltmek istemesi uzun vadede rasyonel bir seçenek olarak durmamaktadır. İsrail’e yapılan saldırının biçimi dikkate alındığında ve akabindeki resmi makamların yapmış olduğu açıklamalara bakıldığında da hedefini sınırlı tutarak asimetrik saldırı stratejisiyle (vekilleri üzerinden bu saldırıları genişletebilme) ileriye dönük mesaj vermeyi tercih ettiğini görebiliriz.
Orta Doğu’da İran-İsrail Gerilimine Bakış ve ABD’nin Rolü
Orta Doğu’nun Arap Baharı sonrası lokomotifi olan Körfez ülkeleri başta olma üzere bölge ülkelerinin genel olarak bu gerilime verdiği reaksiyon, tarafların gerginliği azaltması yönündeki “itidal” çağrıları olmuştur. Yalnızca Ürdün, İran tarafından atılan saldırıların kendi hava savunma sahasından geçmesi ve ABD ile yakın müttefiklik ilişkisi çerçevesinde İsrail lehine pozisyon almıştır. Gerilimin devam etmesi ve savaşa vardığı en kötü senaryoda, İsrail ile normalleşme yolundaki ülkelerin gelecek hedefleri baltalanacaktır. Siyasi istikrarsızlığın olduğu yerde yatırımlar azalacak, hâlihazırda Husiler nedeniyle kısmi riskli hâle gelen uluslararası deniz ticareti olumsuz etkilenecektir. Nitekim Filistin konusunda Türkiye ve Katar harici seslerinin yüksek çıkmayışı, uzun vadede ilerletmek istedikleri İsrail ile olan ilişkilere zarar gelme düşüncesidir. İran’ın İsrail’e göstermiş olduğu “cesareti” kendi yönetimlerinde görmeyen Arap halklarının, yönetimlerine karşı memnuniyetsizliklerini artıracak olması ise en önemli toplumsal sonuçlardan biridir. Bu noktada İsrail’in de “dolaylı” bir etkisi olmaktadır. İsrail’in Gazze’deki katliamları kendisiyle ilişkilerini derinleştirmek isteyen ve bölge halkları üstünde hiçbir ağırlığı olmayan “aciz” Arap devletlerinin desteğinin dışında birincil düşman gördüğü İran’a daha fazla mevzi kazandırmakta ve sınırlı hedefler gütse de İran karşısındaki caydırıcılığını ve bölgedeki prestijini azaltmaktadır. 1973 Arap-İsrail Savaşı’nı takiben gerçekleşen Hamas’ın 7 Ekim Operasyonu sonucunda İsrail, tarihindeki en büyük kayıplarını yaşamış, İran’ın bu saldırısıyla da yenilmezlik algısına meydan okumaların önü açılmıştır. Bu durum bölge halkının İran’a sempati duymasına yol açmıştır.
Diğer taraftan Orta Doğu’daki hakim güç her şeye rağmen ABD olmaya devam etmektedir. ABD’nin bölgedeki birincil önceliği İsrail olmaya devam edecek fakat bu, İsrail’in her hamlesinin kendisine ekstra maliyet yüklemesi karşılığında sorunsuz devam edeceği anlamına gelmiyor. Bu durum, ABD’nin her durumda ve senaryoda müttefik ülkeler için bir güvenlik koruması olarak konumunu tutarlı bir şekilde koruyacağı sonucunu çıkartmamızı engeller. Körfez ülkeleri başta olmak üzere ABD’nin Orta Doğu’ya dair daha fazla üstlenmek istemediği maliyet ve politikasının belirsizliği, bölge ülkelerini başka ülkelerle ilişkilerini geliştirme ve yeni müttefik arayışlarına itmiştir. Nihayetinde Orta Doğu’ya dair düşünüldüğünün aksine belirgin bir politikası olmayan ABD’nin mevcut durumda bölgedeki en optimal seçeneği birbirlerini dengeleyen İsrail, İran ve Arap ülkelerinin olmasıdır.
İran-İsrail Gerginliğinin Sonuçları
- Gölge savaşlarının devamı kaçınılmazdır, çünkü her iki taraf da maliyetli yeni çatışmalardan kaçınmak amacıyla doğrudan çatışmaya girmek istemeyecektir.
- İsrail her ne kadar saldırıların %99’unu engellediğini açıklamış olsa da bunu 4 ülkenin (ABD, İngiltere, Fransa, Ürdün) yardımıyla yaptığını düşündüğümüzde caydırıcılık noktasında prestij kaybına uğramıştır.
- Diğer taraftan başta ABD olmak üzere koalisyonu toplayabilme gücünü haiz olması ise kendisine yapılması muhtemel daha ciddi saldırılar için bir caydırıcılık hüviyeti taşıdığını göstermektedir.
- İsrail Filistin’deki başarısızlık ve uyguladığı katliamlar nedeniyle maruz kaldığı baskıyı İran sayesinde sınırlandırmıştır.
- Netanyahu, kontrollü İran misillemesi ile savaşa dönüşmesini engelleyerek Batılı müttefiklerinin desteğini sürdürebilmeyi garanti etmiştir.
- İsrail, Refah Operasyonu’na daha fazla odaklanacaktır.
- İsrail her ne kadar saldırıları önemli ölçüde engelleyerek ve hiçbir ciddi hasar almaksızın prestijini sağlamış olsa da İran’ın kendine doğrudan saldırı cesareti göstermesi, bölge halklarının İran’a sempatisinin artmasına neden olarak hava savunma sistemlerinin başarısının üstünde bir etki uyandırmıştır.
- İran kendisine saldıracak ülkeleri vurmaktan imtina etmeyeceğini ispatlamıştır.
- Vekil güçler üzerinden caydırıcılık ve operasyonel kabiliyet kazanan İran, son olaylara nazaran daha dikkatli olmak zorunda kalsa da bölgedeki güç boşluğundan hareketle revizyonist dış politika hamlelerine devam edecektir.
- Körfez ülkeleri, olası çatışma ve savaşlarda ulusal savunmalarına yardımcı olacak birincil aktör olarak ABD’ye güven duymaya mecbur bırakıldı. Öte yandan İsrail için bile savaş maliyetine katlanmak istemeyen ABD’nin Körfez ülkeleri için bunu yapabileceğine dair net bir güvence yoktur.
- Bölgedeki siyasi istikrarsızlığa doğrudan etki eden Filistin’deki İsrail sorununun çözülmesi en önemli önceliktir. Aksi takdirde bu olumsuz koşulları kendi lehlerine kullanmak isteyecek devletlerin rahatlıkla gerilim hatları oluşturması kolay olacaktır.
[Merve Şahin, Türkiye Araştırmaları Vakfı araştırmacısıdır.]