Gazze’de İsrail vahşeti ve soykırımının hız kesmeden sürdüğü ve Refah’a yönelik kanlı bir operasyonun arifesinde İsrail-Suudi Arabistan ilişkilerinin normalleşmeye oldukça yakın olduğuna dair yapılan üst düzey açıklamalar oldukça dikkat çekici. İki ülke arasındaki normalleşmenin Orta Doğu siyasetini baştan sona yeniden şekillendirecek bir etki ortaya çıkaracağından şüphe yok. Henüz tüm ayrıntılarına vakıf olmadığımız anlaşma taslağına göre Suudi Arabistan, İsrail’i resmi olarak tanımayı ve onunla diplomatik ilişkiler kurmayı kabul edecek, İsrail, Gazze’den çekilecek ve bir Filistin devletine yönelik anlamlı adımlar atacak ve ABD, Suudi Arabistan’a yeni güvenlik garantileri verecek. Aslında Joe Biden yönetiminin İsrail-Suudi normalleşmesine dair çabaları 7 Ekim öncesinde yoğunlaşmıştı ve Hamas saldırısı başlamadan kısa süre önce anlaşmanın oldukça yakın olduğu mesajı paylaşılmıştı. Görülen o ki İsrail’in Gazze’ye düzenlediği yıkıcı saldırılar Suudiler açısından anlaşmanın parametrelerini değiştirmedi.
İsrail ve komşusu Arap devletleri arasındaki normalleşmenin tarihi 1970’li yıllara kadar götürülebilir. Tüm bu normalleşme süreçlerinde İsrail yayılmacılık siyasetini bir şantaj olarak kullanarak komşu Arap rejimlerini normalleşmeye ikna etmiştir. Bu şantajın özü Arap rejimlerine Filistin devletine giden yolda sınırlı ödün ve Filistin’deki işgali genişletmeme taahhüdüydü. Bugüne kadar imzalanan tüm bu anlaşmalarda İsrail verdiği hiçbir taahhüde uymadığı gibi kendi güvenliğini garantiye alacak önemli diplomatik başarılar elde etti. Bu yazının iddiası İsrail’in yayılmacılığı bir şantaj olarak kullanarak Arap rejimlerini kendisi ile normalleşmeye ikna ettiğidir. Arap rejimleri ise İsrail’le normalleşmeyi İsrail’in yayılmacı siyasetini engellemek için bir yatıştırma yöntemi olarak görüyor. Bu yazı İsrail’le normalleşmeyi kabul eden ülkelere ABD’nin sağladığı diplomatik, askeri ve ekonomik desteği inkâr etmiyor. Son dönemde hızlanan İsrail-Suudi normalleşme müzakerelerinin de bu geleneksel zeminde yürüdüğünü söyleyebiliriz.
Arap-İsrail normalleşme tarihi
Bugüne kadar İsrail ile komşu Arap devletleri arasındaki normalleşme üç dalga hâlinde gerçekleşti. İlk dalga 1978 yılında Mısır ile imzalanan Camp David Antlaşması ile başladı. Bu antlaşmayla ilk defa bir Arap devleti (Mısır) İsrail’i tanımayı kabul etti ve Mısır-İsrail ilişkileri normalleşti. İkinci dalga 1993 yılında imzalanan Oslo Antlaşması’nın yol açtığı ılımlı iklimin peşinden geldi. 1994 yılında imzalanan Vadi Aruba Antlaşması ile Ürdün-İsrail ilişkileri normalleşti. Nihayet 2021 yılında imzalanan İbrahim Antlaşmaları ile Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Bahreyn, Sudan ve Fas gibi ülkeler İsrail’le normalleşmeyi kabul ettiler. Tüm bu normalleşme anlaşmalarında İsrail’in takip ettiği strateji, yayılmacılığı bir şantaj olarak kullanarak komşu Arap rejimlerini normalleşmeye zorlamaktı.
Örneğin, Mısır ile imzalanan Camp David Antlaşması iki bölümden oluşmaktaydı. İlk bölümde İsrail-Mısır barışı ikinci bölümde ise Filistin devletine giden yolda atılacak adımlardı. İsrail bu antlaşma sonrası Arap dünyasının en önemli aktörü ve İsrail’in en güçlü düşmanı olan Mısır’la barıştı ve ilişkilerini normalleştirdi. Ancak antlaşmanın ikinci bölümünü oluşturan Filistin devletinin kurulmasına giden yolda atmayı taahhüt ettiği hiçbir adımı atmadı. Netice itibarıyla bu antlaşma İsrail’in tüm beklentilerini karşılarken hiçbir yükümlülüğüne uymak zorunda kalmadığı bir sonucu doğurdu. Dolayısıyla Camp David Antlaşması İsrail açısından çok önemli bir diplomatik başarı oldu.
Benzer bir durum Ürdün-İsrail normalleşmesinde de görülebilir. İsrail, Ürdün ile normalleşme anlaşmasını imzalarken Ürdün devletine Kudüs şehrindeki kutsal mekânların denetimini vermeyi ve Batı Şeria bölgesindeki yayılmacılık siyasetinden vazgeçmeyi taahhüt etti. Anlaşma ile İsrail en önemli Arap ülkelerinden biri ile normalleşti fakat anlaşmada ortaya koyduğu hiçbir taahhüde uymadı. Bir taraftan Batı Şeria’da yerleşim siyasetini hızlandırırken diğer taraftan Mescid-i Aksa’da Ürdün’ün koruyuculuk statüsünü sık sık ihlal etti. Özellikle son dönemde aşırı sağcı siyonistlerin Mescid-i Aksa’ya yönelik tacizleri artarak devam ediyor.
2021 yılında imzalanan İbrahim Antlaşmaları da benzer bir zeminde ilerledi. Körfez ülkeleri ile İsrail arasındaki normalleşme sürecini tetikleyen faktör İsrail’in Batı Şeria’nın üçte birini oluşturan Ürdün Vadisi’ni ilhak etme tehdidiydi. Netanyahu hükümeti Körfez ülkeleri ile normalleşme anlaşması sonrası Ürdün Vadisi’ni ilhak etme planını ertelediği duyurdu. Ancak antlaşmanın üzerinden çok fazla zaman geçmeden İsrail yönetimi bölgede yeni yerleşim yerleri kurmaya başladı. Hatta İsrail ordusunun kontrolünde olan Ürdün Vadisi’nin yönetimi geçtiğimiz aylarda yapılan bir düzenleme ile aşırı sağcı Itamar Ben-Gvir’in yönettiği İçişleri Bakanlığı uhdesine devredildi.
Suudi-İsrail normalleşme müzakerelerinin zemini
Arap ülkeleri ile İsrail arasındaki normalleşme sürecinin dördüncü dalgasının arifesinde bulunduğumuz şu günlerde Suudi-İsrail normalleşme müzakerelerinin zeminini bilmek bölge siyasetinin geleceğinin anlaşılmasında büyük önem arz ediyor. Bugün iki ülke ilişkilerindeki normalleşme müzakerelerinin geçmişte Ürdün, Mısır ve Körfez ülkeleri arasındaki müzakerelere paralel bir zeminde ilerlediğini söyleyebiliriz.
İsrail, Suudi Arabistan’a Gazze’deki soykırım ve vahşeti durdurmak ve Filistin devletine giden yolda anlamlı adımlar atma taahhüdü içeren bir vaatte bulunuyor. Anlaşma taslağı İsrail’in Gazze’den çekilmesini, Batı Şeria’daki yerleşim birimlerinin inşasını dondurmasını ve işgal altındaki topraklarda bir Filistin devleti kurmak için üç ila beş yıllık bir yol haritasının ortaya konulmasını içeriyor. Filistin devletine dönük yol haritası, Filistin yönetiminin kendisini Filistinlilerin güvendiği ve meşru kabul ettiği, İsraillilerin ise etkili gördüğü bir yönetim organı hâline getirecek reformlar yapması şartına bağlı olacak. Ebetteki normalleşme müzakerelerinin vazgeçilmez koşulu ABD’nin Suudi rejimine sağlayacağı önemli güvenlik garantilerinin belirlenmesidir. Suudi nükleer programına verilecek destek, İran karşısında Suudileri güvenli kılacak fiili güvenlik garantileri ve Muhammed bin Selman’ın Suudi tahtına giden yolda desteklenmesi bu müzakerelerde öne çıkan başlıklar.
1948 yılındaki kuruluşunu takip eden dönemde İsrail bir taraftan jeopolitik derinliğini artırmak için sahip olduğu askeri gücü kullanarak yayılmacı bir siyaset izledi, diğer taraftan etrafını çevreleyen “düşman” komşularıyla normalleşmek için mücadele etti. Hem Arapların topraklarındaki işgali genişletirken aynı zamanda Arap ülkeleri ile normalleşmeyi başarmış olması oldukça dikkat çekici. Bu normalleşme siyaseti genellikle Arap rejimlerine yönelik; “benimle normalleşmezseniz işgali genişletirim” şeklindeki yayılmacılık şantajına dayanıyor. Arap rejimleri ise yaklaşık elli yıldır İsrail’i “yatıştırmak” için kademeli olarak İsrail’le ilişkilerini normalleştiriyor. Tüm Arap devletleri ile imzalanan normalleşme anlaşmalarında üzerinde mutabakata varılan Filistin devletine giden yol haritası konusunda İsrail hiçbir taahhüdünü yerine getirmemekle kalmıyor üstelik Filistin’deki işgal siyasetini her defasında daha da genişletiyor. Hatta İsrail revizyonizmi Filistin coğrafyasını aşarak zaman zaman komşu Arap devletlerinin toprak bütünlüğüne yönelik açık tehdide dönüşüyor. Burada Klasik Realizmin temel prensibi devreye giriyor; “güçlüler yapmak istediklerini yapar, zayıflar katlanması gerekene katlanır.” Özetle sahada İsrail’i caydıracak/dengeleyecek bir askeri kapasiteniz yoksa İsrail’i, masada altına imza attığı anlaşmalara uymaya zorlayamazsınız.
[Dr. Necmettin Acar Mardin Artuklu Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümü başkanıdır.]