Almanya Silahlanabilir mi?

Başlığı oluşturan sorunun cevabı aslında 1955’ten bu yana “evet”. Yani Almanya NATO’ya girdiği tarih olan 1955 yılından beri silahlanmasına izin verilen bir devlet. Ancak üretim kapasitesinin ve endüstriyel kabiliyetlerinin temelini oluşturduğu ekonomik büyüklüğüne oranla bakıldığında Almanya askeri olarak bir cüce. Bu durum ülkenin kendine özgü şartlarının en sembolik yanı. 2022’de Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı sonrası başlayan “Zeitenwende” (dönüm noktası) süreci bu durumu sona erdirmeyi amaçlıyor. Ancak bunun ne kadar başarılabilir olduğuna dair büyük şüphelerim var. Bunun en büyük sebebi de iç siyasi dinamikler ve Alman siyasi kültürü. Bu bağlamda, yazıda son gelişmeler ışığında Almanya’nın “büyük bir güç gibi silahlanma” olasılığı tartışılıyor.

Prusya’ya Elveda

1945’ten sonra işgale uğrayarak dörde bölünen ve fiilen ortadan kalkan Alman devleti, 1949’da birçok sınırlandırma altında tekrar kurulabildi. 1949’dan 1955’e giden süreçte Sovyetler Birliği’nin yarattığı tehdit karşısında Transatlantik ittifakı için işe yarar gözüktü ve Fransa’nın tüm itirazlarına rağmen 1955’te NATO’ya kabul edilerek tekrar silahlandı. Ancak silahlanan bu yeni ülke 1945 öncesinde çekirdeğini Prusya’nın oluşturduğu Almanya’dan çok uzaktı. Bu, ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt ve Britanya Başbakanı Winston Churchill’in tasarımıydı. İki Dünya Savaşı’nda da çeşitli görevlerde bulunan bu iki devlet adamı, Almanya’ya baktıklarında tüm kötülüğün kaynağı olarak Prusya’yı ve onun militarizmini görüyorlardı. Bu sebeple Alman İmparatorluğu içindeki Prusya Devleti, 1947’de işgal kuvvetlerinin çıkardığı bir yasayla ayrıca lağvedildi. Yasada açıkça Prusya’nın Almanya’da militarizmin müsebbibi olduğu söyleniyor ve barışa tehdit oluşturduğu belirtiliyordu. Sonuçta, Prusya da ondan neşet eden Alman militarizmi de başarıyla tasviye edildi.

Bu tasviye sürecinin ve bunu destekleyici diğer uygulamaların Alman siyasetinde, kültüründe ve toplumunda büyük etkileri oldu. Batılı müttefikler tarafından saldırganlıkları dolayısıyla iki Dünya Savaşı boyunca “Hun” ve “barbar” olarak nitelendirilen Almanlar, sadece savaşın kendisinden değil savaş konseptinden de tamamen uzaklaştılar. Zırhlı Töton Şövalyeleri, şanlı Prusya Piyadesi ve efsanevi Mekanize Birlikleri onlar için bir hatıra olarak bile kalmadı.  Ünlü Alman tarihçi Hans-Peter Schwarz, Almanları 1985 yılında “ehlileştirilmiş” olarak tanımladı. Almanlar askeri yöntemlerle güç sahibi olma ve hükmetme obsesyonundan “güç unutkanlığı” aşamasına geçmişlerdi.[1]

Malların Üreticisi, Güvenliğin Tüketicisi

Soğuk Savaş’ın bitişi ve Almanya’nın ikinci kez birleşmesiyle beraber Alman siyasi elitlerinin ve iş adamlarının hayallerini süsleyen bir düzen ortaya çıktı. Sovyetler Birliği tehdidiyle beraber Avrupa’da nükleer bir Armageddon riski ve ideolojik tabanlı rekabet sona ermişti. Alman mallarına 1970’lerde Ostpolitik ile aralanan kapı, Demir Perde’nin ortadan kalkmasıyla 1990’larda sonuna kadar açıldı. NATO ve AB’nin genişlemeleriyle Almanya’nın dört bir tarafı dost ve müttefik ülkelerle çevrelendi. Almanya’nın Kıta Avrupasındaki merkezi konumuna işaret eden “Mittellage” daha önce hiç bu kadar güvenli olmamıştı. Dinamik Alman sanayisi şimdi istediği kadar üretebilir, Alman tüccarları ve malları gümrüksüz sınırları kolayca aşabilirdi. Bu, Ren kapitalizminin dünyasıydı.

Buna ek olarak, ABD’nin Soğuk Savaş boyunca Avrupa’da sağladığı güvenlik şemsiyesi, Soğuk Savaş sonrası tek kutuplu bir uluslararası sistemin ortaya çıkmasıyla küresel bir hal aldı ve dünyanın dört bir yanıyla güvenli ticareti mümkün hale getirdi. Bu durum ihracat temelli Alman ekonomisinin iştahını daha da kabarttı ve Alman malları başta Asya olmak üzere büyük pazarlara akın etti. NATO içerisinde Sovyet tehdidi sebebiyle savunma ihtiyaçlarına giden paranın harcanmasına da artık gerek kalmamıştı. Barış Temettüsü (Peace Dividend) Almanya içerisinde kaldı ve kaynaklar savunma harcamaları yerine başka sektörlerde kullanıldı. Bir sorun çıkması halinde de büyük ağabey ABD, sistemin jandarması olarak sükûneti sağlayacaktı. Bu da büyük oranda Almanya’nın varsaydığı gibi oldu. Almanya üretmeye, ihraç etmeye, Çin ve Rusya gibi ülkelerle özel ilişkiler geliştirmeye odaklandı ve güvenliğin tadını çıkardı.

Achtung![2]

2008’de Rusya’nın Gürcistan müdahalesi, ardından gelen Avrupa Borç Krizi, Orta Doğu’da art arda patlayan savaşlar ve göç dalgası, Çin’in uluslararası sistemi etkileyecek derecedeki yükselişi, 2014’te Rusya’nın Ukrayna topraklarını ilhakıyla başlayan çatışma ve Donald Trump’ın 2016-2020 başkanlık dönemi, Almanya’nın 1990’larda daldığı rüyadan uyandırılmasına yetmedi. Achtung! nidası Almanya’da yalnızca uyarı levhalarında kalmaya devam etti. ABD’nin Obama döneminde başlayan ve artarak devam eden “daha çok sorumluluk al” uyarıları da böylece cevapsız kaldı. Almanya’nın otoriter ülkelerle kurduğu özel ikili ilişkiler, her koşulda daha fazla ihracat ve ticaret fazlası getirmeyi amaçlayan ekonomi politikası ve ne olursa olsun süreceğini düşündüğü güvenlik şemsiyesi bu durumun ortaya çıkmasında büyük rol oynadı.

24 Şubat 2022 tarihi ise Almanya için nihayet denizin bittiğini gösteren gelişme oldu. Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ve direkt Kiev’e taarruzu Almanya’yı çok hazırlıksız yakaladı. SPD’li Şansölye Olaf Scholz, Almanya için bunun her ne kadar bir dönüm noktası (Zeitenwende) olduğunu iddia eden bir konuşma yapsa ve savunma harcamaları için 100 milyar avroluk özel bir fon (Sondervermögen) ilan etse de Alman dış ve güvenlik politikalarında köklü bir değişim meydana gelemedi. Ukrayna’ya yardım konusunda Alman yapımı silah ve mühimmatın teslimatı uzun bir süre tartışma konusu oldu ve üçüncü tarafların bile Almanya’nın ürettiği silahları Ukrayna’ya vermesi konusunda izinler çıkmadı. Bu durum zaman geçtikçe gelişme gösterse de Zeitenwende’yi tam olarak gerçekleştirecek bir dönüşüm meydana gelmedi.

Borç Freni’nden Kurtulmak

Donald Trump’ın ikinci başkanlık döneminin şoku Almanya’da henüz atlatılmamışken, ABD Başkan Yardımcısı JD Vance’in Münih Güvenlik Konferansı’nda yaptığı konuşma ikinci şok dalgasını Avrupa kıyılarına getirdi. 1945’ten beri güvenliğin ve düzenin banisi ABD, Avrupa’ya bugün açıkça “artık senin güvenliğinin bedelini benim vergi mükellefim ödemeyecek!” diyor. Trump ve yönetimi, ilk başkanlık döneminde tam olarak hizaya getiremedikleri Avrupa’yı bu kez istedikleri çizgiye getirmeye ve onlara sağlanan güvenliğin bedelini ödetmeye kararlı. Bunun için Ukrayna Başbakanı Zelenski’yi Beyaz Saray’da kameraların önünde aşağılamaktan bile çekinmiyorlar. Avrupalıların “Ukrayna kaybederse evlerimizde güvenle oturamayacağız” minvalindeki açıklamalarına ABD’den gelen cevap çok açık: “o zaman gereğini yap. Çitlerini yükselt ve silahlan. Benden yardım bekleme.[3]

Bu gelişmelerin ardından Almanya’dan beklenenden de hızlı bir reaksiyon geldi. 23 Şubat 2025’te Almanya’da gerçekleşen federal seçimler sonrasında şansölye olması beklenen Friedrich Merz’in açıklamaları bu reaksiyonun somutlaştığı yer oldu. Seçimlerden önce Alman ekonomisinin hassas durumda olduğunu ve mali kısıtlamalara dikkat etmeleri gerektiğini vurgulayan müstakbel şansölye, mevzubahis gelişmelerden sonra bu söylemini hızlı biçimde değiştirdi. İstenen sektörlerde gerekli yatırımları yapabilmenin önündeki en büyük engel olan meşum Borç Freni (Schuldenbremse) yasasının değiştirilmesini gündeme alan Merz, 2009 yılında Angela Merkel döneminde anayasaya eklenen ve yapısal bütçe açığını gayrisafi yurtiçi hasılanın (GSYH) yüzde 0,35’i ile sınırlayan yasayı değiştirmeyi gündeme getirdi. Sonuç olarak CDU (Hristiyan Demokrat Birliği) ve onun en olası koalisyon ortağı SPD’nin (Sosyal Demokrat Parti) temsilcileri, GSYH’nin yüzde 1’inin üzerindeki savunma harcamalarını borç freninden muaf tutacak ve böylece Almanya’nın en az 45 milyar avroyu aşan savunma harcamaları için anayasa engelini kaldıracak değişikliklerde anlaştı.

Yapılacak savunma reformuna ek olarak, belirli sektörleri destekleyecek özel fonları da içeren değişiklik paketi üzerinde SPD’den sonra Yeşillerle de anlaşan Merz, geçtiğimiz hafta amacına ulaştı. 18 Mart’ta Alman Federal Meclisi Bundestag’da, ardından da 21 Mart’ta Alman Federal Konseyi Bundesrat’ta oylanan söz konusu değişiklikler, mevzubahis oylamalarda en az 3’te 2’lik bir onay oranı gerektiren nitelikli çoğunluk şartını sağladı ve Cumhurbaşkanı Steinmeier’in imzasıyla yasalaştı. Böylece Alman siyaseti, savunma harcamalarının artırılması konusunda kendisinden beklenmeyecek bir hız ve kıvraklık göstermiş oldu. Şimdi geriye cevaplanması gereken önemli bir soru kaldı: Önündeki yasal engeller kalkan Almanya gerçekten “büyük bir güç gibi” silahlanabilecek bir siyasi kültüre sahip mi?

Prusya’yı Beklerken: Mental bir Zeitenwende Olası mı?

25 Mart tarihi sonrasında Federal Meclis 23 Şubat federal seçimleri doğrultusunda seçilen yeni milletvekilleri tarafından doldurulacak ve kurulacak yeni hükûmet de yeni dönemde bu meclisle birlikte çalışacak. Yeni hükûmet beklendiği gibi bir “Grand Koalisyon”, yani Alman siyasetinin ana merkez partileri CDU ve SPD koalisyonundan oluşursa oldukça sert muhalefetleriyle öne çıkan üç partiyle karşılaşacak. Bunlardan biri önceki iktidarın parçasıyken muhalefete geçecek olan Yeşiller iken, diğer ikisi Alman siyasetinde aşırı sağ ve solu temsil eden AfD (Almanya için Alternatif) ve Die Linke (Sol Parti). Almanya’da yüzde 20’yi aşan bir oy oranına ulaşan aşırı sağ büyük bir sorun ve her geçen gün daha çok destek kazanıyor. Aşırı sol ise savaş karşıtı sert politikalarıyla yalnızca Die Linke’den değil, aynı zamanda son seçimlerde yalnızca 13 bin oyla partisi barajı geçemeyen popüler figür Sahra Wagenknecht’ten oluşuyor. Bu ortamda Almanya’da kurulacak yeni hükûmet bir grand koalisyon değil, aldıkları oy oranları toplam 45’i ancak bulabilen bir “Acil Durum Koalisyonu” (Notkoalition) olacak. Dolayısıyla, Almanya’nın önünde silahlanma politikaları için aşılması gereken engebelerle dolu siyasi bir ortam bulunuyor.

Ancak Almanya’nın silahlanmasının önündeki “gerçek” problem bunlar değil. Buradaki gerçek problem, askeri konular söz konusu olduğunda Alman siyasetinde ve kamuoyunda ortaya çıkan genel “bulantı” ve isteksizlik. Bu bulantı ve isteksizlik, Almanya’nın “ekonomik bir dev ancak askeri bir cüce” olmasının da asıl sebebi. 1945 sonrası Almanya böyle bir yer. Bu ülkede savaşı olumlayıcı ifadeler kullanmak -İsrail’inkiler hariç-, akademisinde “stratejik” çalışmalar yapmak ve jeopolitik teoriler temelinde “ulusal çıkarlardan” konuşmak hoş karşılanmıyor. Bu faaliyetler Almanlara “militarizmi” ve geçmişte yaşanan felaketleri hatırlatıyor.

Birinci Dünya Savaşı sırasındaki ve sonrasındaki travmalar, 1933’te başlayan Nasyonal Sosyalizm tecrübesi, Holocaust’un failliği ve II. Dünya Savaşı sonrasında gelen aşağılanma, Almanları militarizmden ve onu hatırlatan tüm unsurlardan uzaklaştırdı. “Ordusu olan bir ülke değil, ülkesi olan bir ordu” özelliğiyle anılan Prusya hayaletinin ortalarda tekrar dolaşması istenmiyor. Öyle ki, Alman Silahlı Kuvvetleri Bundeswehr’e mensup “askerler” bugün öncelikle “üniforma içindeki vatandaşlar” (Staatsbürger in Uniform) olarak tanımlanıyor ve asıl sorumluluklarının Alman Anayasası’ndaki “değer ve normlara” olduğu hatırlatılıyor. Bundeswehr içerisinde bunun için kurulmuş bir eğitim merkezi bile mevcut. Adıİnnere Führung Zentrum”, yani “İçsel Rehberlik Merkezi”. Alman Savunma Bakanlığı’na göre bu içsel rehberlik Bundeswehr’in “kurumsal felsefesini” oluşturuyor. Öte yandan, bugün Alman Dışişleri Bakanlığı, Almanya’nın birleştiricisi olan ve Alman İmparatorluğu’nu yaratan Bismarck’ın isminin bir salonda yaşamasına bile tahammül edemiyor. Prusyalı bir soylu olan Bismarck, bugünkü Almanya’nın ruhunu temsil etmekten çok uzakta.

Almanya’da toplum, ordu ve siyasi elitler üçgeninde karşılığı olan bu anti-militarist tutum, II. Dünya Savaşı sonrası dönemde gelişerek anti-militarist bir siyasi kültür oluşturmuş durumda. İngilizce literatürde “culture of restraint”, Almancada ise “die Kultur der Zurückhaltung” olarak tanımlanan bu kültür, bugün Almanya’da oldukça güçlü. Dolayısıyla hem karar vericiler hem uygulayıcılar hem de kamuoyunu temsil eden “yapısal bir pasifizmden” bahsediyoruz. Bu koşullar içerisinde Almanya’da “büyük bir güç gibi silahlanmak”, bu silahlanma sonucunda oluşacak gücü kullanmak ve buna dair stratejileri tartışmak pek mümkün gözükmüyor. Bu bağlamda, gerçek bir Zeitenwende için Almanya’da önce “Mental bir Zeitenwende” ihtiyacı bulunuyor.[4]

Ancak, her şeyden öte, yapısal bir olguya dönüşmüş bu düzeni bozmak ya da değiştirmek için gerekli olan kararlılığı ortaya çıkaracak şartlar Almanya’da mevcut değil. Son dönemde her ne kadar Alman ekonomisinde ortaya çıkan problemlerden bahsedilse de Almanya bugün halen dünyanın en büyük ekonomilerinden biri. Üretiyor, ihraç ediyor ve refah içerisinde yaşıyor. Bu döngünün ortaya çıkmasındaki temel sebep de savaş sonrası dönemde ortaya çıkan genel barış ortamı. Bu sebeple, Almanya kendi ekonomisinde büyük bir bozulma görmedikçe ve Alman halkı refahını kaybetmedikçe bu düzeni bozmak için ciddi bir aksiyon alınmayacak ya da başka bir ifadeyle “Mental bir Zeitenwende” yaşanmayacaktır.

Son söz: Rusya-Ukrayna arasında bir ateşkes ya da barış anlaşması olursa, Almanya’nın Rusya’ya karşı tavrını yakından takip edelim ve Almanya, merkezinde Rusya olan “Ostpolitik” ve “Wandel durch Handel[5] rehberini tekrar gündeme getirirse şaşırmayalım.

Dipnotlar:

[1] Hans-Peter Schwarz, Die gezähmten Deutschen: Von der Machtbesessenheit zur Machtvergessenhei. Stuttgart: Deutsche Verlags-Anstalt, 1985.

[2] İfade Almanca “Dikkat!” anlamına geliyor.

[3] Burada şunu da vurgulamak gerekir ki ABD yönetimi burada açık bir kazan-kazan stratejisi güdüyor. ABD burada Avrupa’nın güvenlik harcamalarını artırarak mali yüke ortak olmasını sağlarken, aynı zamanda yapılacak harcamalarla Avrupa’nın ABD üretimi silahları alacağını öngörüyor. Böylece bir taraftan giderler azaltılırken, diğer taraftan da kendi silah endüstrisi için zengin bir pazar yaratılmış olacak.

[4] “Mental Zeitenwende” ifadesini kullananlar, Almanya’da dış politika ve güvenlik konularında önde gelen isimler olan Claudia Major ve Christian Mölling’dir. İlgili yazıları için bakınız.

[5] “Ticaret yoluyla dönüşüm” anlamına gelen “Wandel durch Handel” ifadesi, bir dönem Almanya ile Rusya arasındaki yakın ilişkileri meşrulaştırmak için Almanya tarafından kullanılıyordu.

Fatih Demir, Türk-Alman Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde araştırma görevlisi olarak görev yapmakta ve Milli Savunma Üniversitesi’nde doktora çalışmalarına devam etmektedir.

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu