İslam Ülkeleri Arasında İşbirliğinin Zorlukları

Tarihsel Dinamikler ve Güncel Arayışlar

Son yıllarda İslam coğrafyasında meydana gelen gelişmeler, Müslüman ülkeler arasında bir türlü tesis edilemeyen işbirliğinin kapsamlı bir şekilde sorgulanmasına yol açmıştır. Özellikle Arap Baharı sonrasında Suriye ve Libya’da ortaya çıkan iç savaşlar, Yemen krizi ve son dönemde Gazze’de devam etmekte olan İsrail soykırımı, Müslüman ülkeler arasındaki fikir ayrılıklarını ve ortak kararlar alarak hareket edebilme becerilerinin sınırlılığını açıkça gözler önüne sermiştir.  Bu durum ilk bakışta İslam ülkeleri işbirliğine karşı bir bağışıklığa mı sahip sorusunu akla getirmektedir. Lakin kuruluşlarından günümüze kadar geçen süre boyunca İslam ülkeleri arasında pek çok işbirliği yapılanmasının hayata geçirilmiş olması, bu ülkelerin işbirliğine karşı bağışıklığa sahip olduğu iddiasını zayıflatmaktadır. Bu duruma karşın İslam ülkeleri arasında gerçekleştirilen mevcut iş birlikteliklerinin neden bölgesel barış ve istikrarı sağlama noktasında kalıcı bir başarı sağlayamadığı sorusu hâlâ cevap beklemektedir. Bu sorunun cevabını Müslümanlar arasında gerçekleştirilen işbirliği ve dayanışmanın temel dinamiklerinde aramak isabetli bir başlangıç olacaktır.

Müslümanlar Arasında İşbirliği ve Dayanışmanın Temel Dinamikleri

İslamiyet’in yayılmaya başladığı ilk yıllardan 20. yüzyılın başlarına kadar geçen süre içerisinde, Müslümanların ortak bir çatı altında varlıklarını sürdürebilmelerini sağlayan temel faktörler, halifelik ve ‘Sahibü’s-Seyf’ olarak kavramsallaştırılan güç unsuru olmuştur. Osmanlı Devleti’nin 1517 Ridaniye Savaşı ile halifeliği o dönem elinde bulunduran Memlukleri yenmesi ve sonrasında İslam coğrafyasının kahir ekseriyeti üzerinde mutlak hâkimiyet sağlaması ile birlikte tıpkı Hulefa-yi Raşidin döneminde olduğu gibi hem hilafet hem de ‘Sahibü’s-Seyf’ hakkı tek bir otoritenin hakimiyetine yani Osmanlının eline geçmiştir. Bu sayede Osmanlı Devleti, hegemon bir güç olarak İslam coğrafyasında bölgesel barış ve istikrarı tesis etmiş ve yıkılışına kadar geçen süre zarfında İslam dünyasının çoğunluğu üzerinde birlik ve dayanışmayı sağlamıştır. Lakin I. Dünya Savaşı Osmanlı Devleti’nin fiilen yıkılmasıyla sonuçlanmış ve Osmanlının kontrolü altındaki topraklar üzerinde birçok ulus devlet yapılanması ortaya çıkmıştır. Bu dönemde İslam coğrafyasının siyasal yapısı yeniden şekillenmiş ve bağımsızlığını kazanmaya başlayan İslam ülkeleriyle bölge, tek kutuplu yapıdan çok kutuplu bir yapıya dönüşmeye başlamıştır.

Osmanlı Devleti’nin yıkılmasının ardından kurulan devletlerden biri olan Türkiye Cumhuriyeti, hilafet kurumunu kaldırarak yerine, ülke sınırları içerisinde din işleriyle ilgilenen Diyanet İşleri Başkanlığını kurmuştur. Bu durum, Hulefa-i Raşidin dönemiyle başlayan halifelik yönetimi anlayışının 20. yüzyılın başları itibarıyla nihai anlamda sona ermesine neden olmuştur. Ayrıca, İslam coğrafyasında ortaya çıkan yeni ulus devletler, Osmanlı Devleti’nin bıraktığı boşluğu doldurarak Müslümanların bir arada ve dayanışma içerisinde yaşayabileceği bir bölgesel düzen oluşturabilecek hegemon güce sahip değillerdi. Bu nedenlerden ötürü, uzun yıllar Müslümanlar arasında işbirliği ve dayanışmayı sağlayan temel iki unsur, 20. yüzyıl itibarıyla tamamen ortadan kalkmış ve ortaya çıkan yeni güç boşluğunu doldurabilmek adına yeni işbirliği mekanizmasına ihtiyaç duyulmaya başlanmıştır.

Yeni Bir İşbirliği Arayışı: İslam İşbirliği Teşkilatı

Bu ihtiyaca binaen, bağımsızlıklarını yeni kazanan İslam ülkeleri arasında Milletler Cemiyeti örneğine benzer bir uluslararası yapılanma oluşturma girişimleri başlatılmıştır. Bir dizi girişim sonucunda, 1969 yılında hayata geçirilen İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT), günümüzde İslam ülkeleri arasında işbirliğini sağlayan en kapsamlı yapılanma olarak karşımıza çıkmaktadır. İİT, her ne kadar İslam ülkelerinin tamamını tek bir çatı altında toplamayı başarmış olsa da günümüzde kuruluşunu tetikleyen ana saiklerden biri olan Filistin meselesinde dahi kalıcı bir çözüm üretememektedir. Bu durumun temel nedeni ise İİT bünyesinde, önemli konularda ortak kararlar alınması ve bu kararların uygulanması konusunda üye devletler üzerinde yaptırım gücüne sahip bir yetki mekanizmasının bulunmamasından kaynaklanmaktadır. Bu durum, İİT’nin kuruluş metni olan Şart’ın 1. Bölüm 3. maddesinde “Her üye devletin kendi kaderini tayin ve iç işlerine karışılmaması hakkına saygı göstermek (…)”  gerektiği ifadesiyle açıkça belirtilmektedir.

Dolayısıyla, İİT mevcut organları ve alt kuruluşlarıyla günümüzde her ne kadar İslam ülkelerinin ekonomiden siyasete birçok alanda ortak hareket edebilecekleri imkânlar sunma kapasitesine sahip olsa da mevcut kurumsal yapısı nedeniyle geçmiş dönemlerde olduğu gibi Müslümanlar arasında birlik ve beraberliği ve bölgesel barış ve istikrarı sağlayacak üst otorite ihtiyacını karşılayamamaktadır. Bu durum İslam coğrafyası üzerinde Osmanlı Devleti’nin yıkılması sonrasında oluşan bölgesel güç boşluğunun günümüzde hâlâ doldurulamadığını açıkça göstermektedir.

İslam Ülkeleri Arasında Ulus Üstü Entegrasyon Sağlanabilir Mi?

Bu noktada İslam ülkeleri arasında ulus üstü bir işbirliği yapılanması hayata geçirilerek bölgesel barış ve istikrar sağlayacak ulus üstü denetim mekanizması oluşturulabilir mi sorusu akıllara gelmektedir. Ancak hâlihazırda İslam ülkeleri arasında başarılı bir i birliği yapılanmasının hayata geçirilememesinin temel nedeni devletlerin yüksek politika alanına giren güvenlik ve dış politika alanlarında yaşadıkları çıkar çatışmaları ve anlaşmazlıklardan kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla, ulusal çıkarlarını öncelikli gören ve bölgesel rekabet dinamikleri içerisinde hareket eden İslam ülkeleri arasında ulus üstü bir entegrasyonun gerçekleştirilmesi, günümüz şartlarında gerçekçi bir hedef olarak değerlendirilememektedir. Bu durum, bölgesel barış ve istikrarın sağlanması için ulus üstü bir işbirliği arayışı yerine bölgesel güç konumunda olan İslam ülkelerinden birinin hegemon bir aktör olarak öne çıkmasının gerekliliğini ortaya koymaktadır. Nitekim İslam coğrafyasında ortaya çıkacak hegemon bir güç unsuru hem bölgesel sorunların çözümüne katkı sağlamak hem de diğer küresel aktörlerin bölge üzerinde çıkarları doğrultusunda gerçekleştirdikleri müdahalelere karşı koruma sağlamak için önemli bir rol oynayacaktır. Ayrıca lokomotif görevi gören hegemon güç unsuru yumuşak ve/veya sert güç kullanımı aracılığıyla diğer devletlerin kendisini takibini sağlayarak devletlerin işbirliği yapma noktasında yaşamış oldukları sorunları ortadan kaldırmaktadır. Bu nedenle İslam ülkeleri arasında işbirliği ve dayanışmanın sağlanması noktasında yaşanan sorunları ortadan kaldıracak en etkili çözüm hegemon bir güç unsurunun varlığı olacaktır. Lakin günümüzde İslam ülkeleri arasında hegemon bir güç olarak mevcut üst otorite ihtiyacını karşılayacak ve diğer ülkeleri işbirliğine teşvik edecek bir devlet bulunmadığı için ihtiyaç duyulan birliktelik sağlanamamaktadır.  Bu durum ise günümüzde İslam coğrafyası üzerinde bölgesel istikrarsızlığın devam etmesine neden olmaktadır.

Yasin Kanik, Türkiye Araştırmaları Vakfı’nda araştırma asistanıdır.

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu