Yeni Şam Yönetimi, Dış Politika ve Avrupa Birliği

13 yıllık iç savaşın sonunda, Suriye Devriminin nihayet muhalifler lehine tamamlandığı bu yeni dönemde, Şam’da kurulan geçiş hükümeti yoğun bir diplomasi trafiği yürütmekte. İlk olarak aralık ayında Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula Von Der Leyen’in Şam’da AB temsilciliğini yeniden açma hazırlıkları yaptıklarını ve yeni yönetimle doğrudan kontak halinde olmak istediklerini belirtmesinden sonra Suriye’ye ilk resmi ziyaret Alman Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock ve Fransız Dışişleri Bakanı Jean-Noel Barrot tarafından gerçekleştirildi. Görüşme öncesi Alman bakanın kamuoyuna yansıyan sekiz maddede geçiş sürecinin ana hatlarının “ne olması gerektiği” yönünde tavsiyeleri yine bu görüşmelerin ana odağı durumundaydı. Nitekim Avrupalı aktörlerin meseleye yaklaşımını özetler nitelikteki bu ön şartlara bakıldığında sığınmacıların geri dönüşü, kimyasal silahların yanlış ellerde toplanmaması, geçiş sürecine her etnik ve dini grubun dahil edilmesi gibi klasik retoriğin dışında herhangi bir söylemi barındırmayan ifadeler dikkat çekiyor. Öte yandan yeni Şam yönetiminin ilk resmi ziyareti ise Dışişleri Bakanı Esad Hasan Şeybani’nin Suudi Arabistan’a gerçekleşirken devamında ise Katar’a sonrasında da BAE ve Ürdün’e ziyaretleri planlanıyor. Bir yandan Suriye içinde yeniden yapılanma sürecini yöneten Ahmed El Şara yönetiminin dış politikada da tanınma sürecini hızlandırmanın Suriye’nin yeniden inşası ve istikrarı için gerekli bir adım olduğunu gördüğü anlaşılıyor. Bu yazıda da Özgür Suriye’nin AB ile ilerleyen temaslarının getireceği fırsatları ve maliyetleri ele alınırken Ahmed El Şara’nın da dış politika vizyonunun ana unsurlarının ve limitlerinin neler olabileceği tartışılacaktır.

Suriye’de Dönüşümün Ayak Sesleri

Şüphesiz iç savaşın yıkıntıları arasından doğan devrimin gelecekteki en büyük meydan okuması ülkenin yeniden inşasını yönetmek olacaktır. Öyle ki bu süreç bir yandan istikrarlı bir siyasi dönüşüm ve bir yandan da savaş yorgunu bir toplumun yaşayabileceği asgari ekonomik şartların sağlanmasını zorunlu kılıyor. Libya örneğinden de hatırlanacağı üzere, 2011 yılının sonlarında Kaddafi rejiminin düşüşü peşinden daha sıkıntılı bir siyasi geçiş sürecini getirmişti. Kaddafi rejimine karşı yapılan NATO operasyonu sonrası krize angaje olan Fransa, İngiltere ve ABD’nin bu geçiş sürecini doğru yönetememesi iç savaş sonrası ortaya çıkan yıkımın temel sebebiydi. Diğer bir deyişle devrimi mümkün kılan mekanizma eğer devrim sonrasını doğru kurgulamazsa ortaya devrim öncesini aratan şartların çıkması kaçınılmaz olabiliyor. Bu sebeple Ahmed El Şara’nın da hem uluslararası alanda kabul görmek dolayısıyla yeniden yapılanmanın gerektirdiği kaynağın da sağlanabilmesi için dikkatli bir politika güttüğü anlaşılıyor. Henüz 27 Kasım’da Saldırganlığın Sınırlandırılması Operasyonu başladığında ilk olarak Rusya ile bir karşıtlık arayışı içinde olmadıklarını deklare etmesi bunun ilk sinyallerini veriyordu. Esed rejiminin düşmesiyle birlikte ılımlı söylemlerle geçiş sürecinin olabildiğince kapsayıcı ve şiddetten uzak şekilde yürütüleceğinin sinyallerinin verilmesi ise hem Suriye içinde istikrara atılan bir adım hem de özellikle Batı ülkelerine yönelik bir mesaj anlamına geliyordu. Bu bağlamda geçiş hükümetinin ivedilikle AB ülkeleri, Suudi Arabistan ve diğer Körfez ülkeleriyle doğrudan temas kurması aslında uluslararası alanda İran, Kuzey Kore veya Rusya gibi sistemin ötekisi yahut dışlanan aktörü olmamayı amaçlayan bu ılımlı tavrın altını dolduran adımlar olarak görülebilir.

El Şara’nın Stratejik Aklı ve Türkiye Etkisi

Dikkat çeken durum ise El Şara’nın başından itibaren tutarlı ve pürüzsüz adımlar atıyor oluşu. İç savaş süresince Esed rejimine karşı olan muhalif grupların uluslararası alanda yalnız bırakıldıkları biliniyor. Örneğin, AB ülkeleri 2011-2013 yılları arasında “Esed Gitmeli” söylemini desteklerken rejime karşı askeri bir operasyon için de ABD’den işaret bekliyorlardı. Ancak rejimin 2013 yılında Doğu Guta’da kimyasal silah kullandığı ortaya çıktıktan sonra yani Obama’nın kırmızı çizgisinin aşıldığı andan sonra bile ABD’nin Libya’daki gibi bir askeri operasyon yerine Rusya ile anlaşmayı tercih etmesi kriz için dönüm noktası olmuştu. 2013 Eylül ayı itibarıyla AB ülkelerinin Suriye politikası rejim karşıtlığından DEAŞ karşıtı bir noktaya aks değiştirirken Rusya da sahaya askeri olarak gelerek Esed rejiminin muhalifleri kuzey Suriye’ye kadar ittirdiği yeni bir safhaya geçilmişti. Dolayısıyla AB artık iç savaşın etkisiz elemanı konumuna düşmüş ve muhaliflere de o zamana kadar verilen siyasi destek son bulmuştu. Öte yandan Suriye’ye insani yardım amaçlı ayırdıkları bütçeler de dolaylı olarak Esed rejiminin cebine giderken buna yönelik de herhangi bir aksiyon almadılar. Rusya’nın ise ABD ile neredeyse eşgüdüm içinde Fırat Nehri’nin batısında rejimi ayakta tutup muhalifleri İdlip’e sıkıştırdığı ve özellikle sivillere yönelik saldırılarla Türkiye’ye doğru ilerleyecek bir göç dalgasını da sürekli koz olarak kullanmaya çalıştığı biliniyor. Son olarak Arap ülkelerinin uzun süren tecridin sonunda muhalif gruplara destek vermek yerine Esed’le normalleşme süreçlerini başlattıkları hatırlanacaktır. Böyle bir durumda muhaliflerin hayatta kalabilmesi, yeniden toparlanması ve Esed rejimini yıkacak organizasyona sahip olabilmeleri ancak Türkiye’nin 2016 sonrasında bölgede icra ettiği üç majör asker operasyon sayesinde mümkün olabildi.

Ancak El Şara’nın devrim sonrasında herhangi bir şekilde bu 13 seneye vurgu yapmayıp söylemlerinde adeta yeni bir sayfa açtığını gösteriyor oluşu ve bunu yaparken Türkiye’nin öncelikli pozisyonunu sürekli vurgulaması dış politika konusunda Türkiye’nin etkisini gösteriyor. Hızlı bir şekilde ilişki kurduğu aktörler düşünüldüğünde Rusya’yı düşmanlaştırmamak, AB ile onların anladığı retorik üzerinden oynamak yahut Arap ülkelerine yönelik bütün olumsuz bagajı yok saymak tam olarak Türk dış politikasının son yıllardaki tercihlerinin yansıması gibi yorumlanabilir. Türkiye özellikle son iki yılda ABD, AB ve Körfez ülkeleri ile normalleşme siyaseti güderken Rusya ile rekabet ve iş birliğini bir arada barındıran çok katmanlı bir ilişki yürütüyor. Özellikle bu ikili ilişkilerde açmaz sayılabilecek Doğu Akdeniz, Ege adaları, Kırım’ın ilhakı gibi meseleleri dondurup bu meseleler üzerinden gerilim üretmemeyi bilinci şekilde tercih ediyor. Böylelikle, özellikle Batı ülkeleriyle ilişkilerde devam eden pozitif atmosfer, Suriye ve Irak sahasındaki terörle mücadele operasyonlarının potansiyel maliyetlerini dengeliyordu. Bugün yeni Şam yönetimi de iç savaş safhasını bitirip Fırat’ın doğusundaki PKK-YPG terör örgütü varlığına karşı bir terörle mücadele safhasına geçmiş durumda. Tıpkı Türk dış politikası gibi, Batı ülkelerinin ve Rusya’nın doğrudan bu örgütle ilişkileri aşikarken El Şara’nın da bu aktörlere karşı sadece terörle mücadele konusunda ayrışması ve farklı alanlarda diyalog ve müzakereye açık pozisyon alması beklenilebilir.

Yeni Suriye’de AB’nin Pozisyonu Nasıl Şekillenecek?

2011 öncesinde AB, Suriye ile ilişkilerini geliştirme amacıyla çeşitli girişimlerde bulunmuş, bu çerçevede siyasi diyalog, ekonomik iş birliği ve demokratik reform odaklı projelere öncelik vermiştir. 1977’de imzalanan İşbirliği Anlaşması (CA) ve 2004’te paraflanan Birlik Anlaşması, Suriye ile AB arasında ticaret, yatırım ve reform alanlarında iş birliğini derinleştirmeyi hedeflemiştir. Ayrıca, 1995’te başlatılan Barselona Süreci, Akdeniz ülkeleri arasında kapsamlı bir entegrasyon ve sosyo-kültürel değişim sağlamak için bir çerçeve sunmuştur. Burada AB’nin amacı, bölgedeki enerji arz güvenliğini sağlamak, siyasi istikrarı desteklemek ve Suriye gibi ülkeleri liberal demokratik normlara yaklaştırmaktı. Ancak, Esed rejiminin otoriter yapısı ve bölgesel gerilimler, bu çabaların sınırlı bir etki yaratmasına neden olmuştur. Yine de AB, Arap Baharı öncesine kadar Suriye ile ilişkilerini geliştirmek için fırsat arayışını sürdürmüştür. Yani AB’nin Suriye politikası alışılmış liberal normlar çerçevesinde demokrasi ihracını içinde barındıran üstenci bir tutumu temsil etse de diğer taraftan petrol krizi sonrası Arap rejimleriyle ilişkilerin belli düzeyde tutulması gerekliliği AB’yi ikircikli ve materyal ihtiyaçlarla normatif hayalcilik arasına sıkışmış bir politikaya itmiştir. Bunun sonucunda da beklenildiği üzere kalkınma yardımları vaadiyle demokrasi ihracı projesi Esed rejimi gibi bir azınlık diktasının asla tercih etmediği ve sistemin ötekisi olmayı tercih ettiği bir durum yaratmıştı. İç savaş esnasında da AB’nin etkisiz bir pozisyonu olduğu aşikâr çünkü askeri güç kullanımını gerektiren bu gibi kriz alanlarında ABD’nin dış politika tercihlerinin içine sıkışan AB ülkeleri, Obama, Trump ve Biden yönetimlerinin izolasyon temelli Suriye politikalarından dolayı kenarda beklemek zorunda kalmışlardır.

Bugün ise AB ülkelerinin Suriye’ye yeniden angaje olmalarının kökeninde yine aynı sıkışmışlık söz konusu. Bir taraftan tamamen edilgen bir aktör oldukları Suriye sahasına ve dolayısıyla Akdeniz jeopolitiğine bir geri dönüş AB ülkeleri için kritikken öte yandan yeni Şam yönetimini özellikle İslami hassasiyetlere dem vurarak eleştirmeleri normatif hayalci ve bir o kadar İslamofobi eğilimli bir politikanın habercisi.  Ancak bu paradoksal durum 2011 öncesinde olduğu gibi Suriye’nin tamamen dışlanmasına yani sistemin ötekilerinden biri olarak tanımlanmasına sebep olmayacak. Çünkü bugün AB’nin kurumsal olarak gerekse üye ülkelerin müstakil Suriye politikaları aslında Türkiye ile AB ilişkilerinin bir konusu olarak şekillenecektir. AB’nin Türkiye’ye yönelik tutumu 2011 öncesi Suriye politikasından farklı değildi. Bir yandan üyelik müzakerelerini hukuki birer süreç gibi ele alarak Türkiye’ye normatif hayalci bir noktadan yaklaşılırken öte yandan ticari çıkarlar, Akdeniz jeopolitiği ve elbette ABD’nin baskısı gibi faktörler sebebiyle diyalog kanalları daima açıktı ve belli düzeyde entegrasyon daima devam ediyordu. Dolayısıyla Türkiye sistemin dışına itilmek bir kenara AB ülkelerini bu ilişkiye mecbur bırakıyordu. Bu sebeple yeni Şam yönetimi ile bölgedeki ağırlığı hiç olmadığı kadar fazla olan Türkiye arasında eşgüdüm devam ettiği sürece AB ülkelerinin El Şara liderliğindeki yeni yönetime tavrının da benzer bir paternle ilerleyeceği öngörülebilir.

Sonuç

Sonuç olarak, Türkiye’nin yeni Suriye’nin yanında kararlı bir şekilde yer alması, bölgedeki güç dengelerini yeniden şekillendirirken Suriye’nin uluslararası sistemin dışına itilmesini engelleyen en kritik faktörlerden biri olacaktır. Türkiye’nin siyasi ve askeri koruma kalkanı, yalnızca Suriye’nin istikrarını sağlamakla kalmamakta, aynı zamanda bölgedeki diplomatik hamlelerin çok taraflı ve etkili bir şekilde ilerlemesine zemin hazırlamaktadır. Bu durum, Avrupa Birliği’nin de yeni Şam yönetimiyle angajmanını artık Türkiye ile arasındaki ilişkilerin bir konusu olarak revize edeceği anlamına gelebilir. Diğer bir deyişle Türkiye’nin bölgedeki ağırlığı ve dinamik dış politikası, AB’nin uzun süre göz ardı ettiği bir sahaya yeniden dönüşünün çerçevesini belirleyen ana unsur olacaktır. Dolayısıyla, Türkiye’nin varlığı hem Suriye’nin uluslararası tanınırlığında hem de yeniden inşasında kilit bir rol oynamaktadır. 

[Dr. Muhammed Çağrı Bilir, Türkiye Araştırmaları Vakfı araştırmacısıdır.]

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu