Ölümün veya ölmenin yarattığı bir huzursuzluk olarak Marx’ın hayalet metaforu oldukça dikkat çekicidir çünkü Marx, Avrupa’da dolaşan hayaletin komünizmin hayaleti olduğuna toplumu inandırmış ve ölüden değil ölünün yaşar-mış gibi hâlinden korkulmasının üzerinde ısrarla durmuştu, “Komünist Manifesto”da. Sadece Marx değil, Kierkeguard veya Bauman gibi isimler de ölüm sosyolojisi ile adeta dans etmiş ve umutsuzluğu ölümcül hastalık olarak gören Kierkeguard gibi Bauman da neredeyse “Bırakın insanlar rahat ölsünler.” demeye varacak bir çaba ile modern dönemde insanın evinde, huzur içinde ölememesinden dert yanmıştı.
Ölümün türevleri vardır ve bu türevler her dönem birilerini rahatsız etmiştir. Hatta bazı dönemlerde ölümsüzlük iksirleri aranmış ama ilk insandan itibaren hâlâ çare bulunamamıştı: ölüm tek gerçekti. O halde insanoğlunun ölümü yenme veya unutma çabası gündemin ana maddelerini temsil ederken Gassal dizisi neden ölüm temasıyla çıktı? Elbette ilk önce bu soruya cevap aramak gerekiyor lakin daha önemli soru şu: Ölünce sizi yıkayacak biri var mı? Bu soru, düpedüz anlaşıldığı gibi bir bağlama ve anlama sahip değil, aslında esas konu yalnızlık. Bu sebeple soruyu şöyle sormak gerekiyor: Ölünce yanınızda olacak biri var mı? Bir hayalet gibi dolaşan ölüm korkusu ve beraberinde sırtında taşıdığı yalnızlık formu, modern insanı tedirgin ediyor. Çünkü modern insan meydan okuyabilen ve yalnız başına ayakta kalabilen “yegâne güce” sahiptir. Bu gücü tehdit edebilecek tek olgu ise ölüm ve ölümün taşıdığı karmaşadır. Ölmenin veya ölülerin yarattığı huzursuzluk da tam bu süreçte ortaya çıkmaktadır. Ölümün huzursuzluğu bireyi ilgilendirirken ölülerin yarattığı huzursuzluk toplumsal olanı açığa çıkarmakta ve toplum, belki de Deleuze’un dediği gibi şizofrenik bir hal alabilmektedir. Bu şizofreni ise bireyin yanında taşıdığı “ölmeme” güdüsü ile ilişkilidir. Nasıl ki insanoğlu gerçek hakikat karşısında yalnız başına bir eylem gerçekleştiremiyorsa aslında yanında olmayan bir varlığa/olguya ihtiyaç duyarak da onu, oradaymış gibi kabul ederek aslında şizofreniyi kabullenmiş olur. Bu kabul ediş, Akıl Oyunları veya Dövüş Kulübü gibi filmlerin, tam da gerçek hayattaki “rıza” karşılığında oluşan yansıtılmış gerçekliğidir. Bir yansımadır çünkü gerçeğe muhtaçtır ama üretilmiş bir gerçektir, yani zihnin şizofrenik bir kabulüdür. Peki Gassal dizisi bize hangisini anlatıyor?
Yansıtılmış Gerçeklik vs. Rıza Şizofrenisi
Gassal dizisi feci bir son ile sezonu tamamlıyor ama bitmiyor, çünkü adı Bâki olan gassalin (Ahmet Kural’ın) üzerine hiç de istemediği bir sorumluluk kalıyor. Burada diziyi izlemeyeneler için içeriği ifşa etmenin bir anlamı yok lakin insanın en çok korktuğu vaka ile karşılaşması, belki de dizinin en iyi yönünü ortaya koyuyor. İçeriden Zeki Demirkubuz, Yorgos Lantimos veya Lars Von Trier kokan sahnelerin yer aldığı diziyi Selçuk Aydemir yönetmiş ve iç dünyayı Dostoyevski’nin Yer Altından Notlar kıvamında önemli oranda yansıtmayı başarmıştır. Bu anlamda hem TRT hem de Selçuk Bey güçlü bir alkışı hak ediyor. Tabi gassalin isim tercihi de mühimdir, çünkü Bâki ismi sonsuzluğa atfedilen ilahi bir sıfattır, yani Allah’ın (cc) doksan dokuz isminden birisidir. Dolayısıyla ölüm ile Bâki isminin yan yana gelmesi tesadüf değildir. Ölüm, sonsuzluğa bir yolculuk mudur yoksa sonsuzluğun ilk durağı mıdır tartışması elbette yazının konusu değildir lakin yalnızlığın başlangıç olarak kabul edildiği, dizinin en net mesajıdır. Zaten Bâki’nin tek korkusu da yalnızlıktır. Dizinin motto sorusunda yer alan “kim” soru eki, gassalin cevabını aradığı tek sorudur çünkü kim soru ekinin muhatapları, dizi de bir bir ölmekte ve Bâki, yine yalnız kalmaktadır. Dolayısıyla Bâki, rızaya dayalı bir şizofreninin ön kabulüdür ama yansıtılmış gerçeği de bir köşede ne olur ne olmaz diye hazır tutmaktadır. Bâki’nin bu hali, aslında yalnızlığa içkin olan karakteri tasavvur ediyor ve bunun yanında yalnızlıktan kurtulma çabasının, sadece eş veya kendisini yıkayacak birini bulma macerasına dönüşmesinin önünü açarak yalnızlığın rahatsız edici kalabalığından kurtulma planına eviriliyor. Aslında Bâki, ölümden değil yalnızlıktan ve yalnız ölmekten korkuyor. Buna meydan okumak için ise rıza ile kabul edilen ama yıkadığı ölüler sonucunda edinmiş olduğu “yalnız ölmeme” kasvetinden bu şizofreni ile sıyırılmaya çalışıyor. Zaten bu sebepten ötürü ölünce kendisini yıkama sözü veren Nazım’ın ölümünde çok üzülür, çünkü Bâki’nin ölünce yalnız kalma korkusu Nazım’ın ölümü ile yeniden depreşiyor.
Sahipsizlik, Annesizliktir
Vefat etmeden önce tanıştığım ve kendisinden ders alma fırsatı bulduğum rahmetli Psikolog Doğan Cüceloğlu’nun bir süre önce denk geldiğim önemli bir videosu da Gassal dizisinin içeriğine yerleşmiş hikâyeyi oldukça canlı tutan bir atmosfer sunmuştu. Cüceloğlu videosunda, annesinin ölümünü anlatıyor ve şöyle diyordu: “Annen yok, kimsen yok”. O kadar doğru bir sözdü ki annesini kaybeden herkesin aynı acı durağından geçmiş olması ve kimsesiz hissetmesi tesadüf değildi ve olamazdı. Gassal Bâki’nin belki de en büyük yarası annesini kaybetmiş olması ve annesinin geri dönmemesiydi. Dizideki cümlesi ölümü kastederek her şeyi özetliyordu: “Çok ağladım hem de çok, giden gelmiyor, gelse annem gelirdi, dayanamaz gelirdi”. Anne yokluğunun, çocuk zihnindeki yansımasının karşılığı yaralı bilinçtir. Çocuk, bu yokluk ile sonraki hayatında asla tam olamaz ve yaralı/yarım kalır. Bu sebepten bütünleşme veya tamamlanma sebeplerini başka kadınlarda arar. Bâki de bu yüzden evlenme ihtiyacı hisseder, âşık olmayı merak eder çünkü kadın, onu tamamlayıcı bütünün bir parçası olacaktır ve yalnız kalmayacaktır. Ama olmaz, kadınlar Bâki’yi kabul etmez, çünkü Bâki ölüler ile hemhâldır. Bu, kadınlara ürkütücü gelir. İçine kapanık ama kurduğu cümleler bağlamında net olan Bâki, kadınları bu hali ile etkileyemez. Tüm bu arayışların sebebi aslında annesizliktir, Bâki ise bize bu halleri yalnızlık olarak ifşa eder.
Ölme Eylem midir Yoksa Ölüm Halleri mi Vardır?
Dizinin bana en çok düşündürttüğü sorulardan biri de ölmenin bir eylem biçimi olup olmadığıdır çünkü Bâki’nin tavır ve söylemlerine göre ölme eylemsel bir haldir. Elbette bu eylem biçimi son nefesi vermek olarak değil toplumsal bir durumu yansıtmaktadır. Toplumsal eylem kuramına göre eylem, birey ile toplum arasındaki ilişki biçimlerinden biridir. Peki ölü nasıl bir eylem gerçekleştirebilir? Cevap, soru içerisinde yatmaktadır, çünkü ölünün eylemsizliğidir onu ölü yapan ve Bâki, bu sebepten kendisine sorulan “ölüler ile nasıl uğraşıyorsun” sorusuna, “aslında insanlar, diriler ile nasıl uğraşıyor, anlamıyorum” cevabını vermiştir. O halde eylemsizliğin, ölümün veya ölmenin bir hali olması kaçınılmaz oluyor. Tüm iddialarından vazgeçmiş bireyin, teslim olmasından başka bir şey değildir aslında ölüm. Ve Bâki’nin, ölü yıkamayı öğrettiği Nazım’a söylediği söz tüm felsefeleri alt üst ediyor: “Burası gasilhane. Burada pratik işlere gerek yok Nazım abi. Hiç kimsenin acelesi yok. Mevta bir yere yetişmeyecek artık. Zaman diriyken kıymetli, ölenin vakti bol olur”. Gassal Bâki bize eylemlilik (ölü olmama) ve eylemsizlik (ölü olma) arasındaki önemli çizgiyi hatırlatıyor, “zamanınızın kıymetini bilin” ve “hatırlatın”. Neyi, kime hatırlatacağımız ise bize bırakılıyor. Bâki’nin görevi sadece hatırlatmak. Biz, neyi ve kimi hatırlayacağımız konusunda serbest bırakılıyoruz. İşte bu tavır belki de en zor ve bir o kadar da tehlikeli bir tercih olacaktır. Çünkü Gassal Bâki, bize ölümü hatırlayın diyor, dünyalık işleri, kişiyi veya başka bir gerçekliği işaret etmiyor. Bu sebepten Gassal Bâki tarafından ölüm bize bir tercih değil, zoraki bir sorumluluk ve tedbir olarak sunuluyor. Bâki’nin ölümü veya ölme eylemini sunuş tarzı ise çok ilginç, bizi korkutmuyor. Tam tersine “iyi ölebilmenin metaforlarını” sunuyor. Dahası, korkunun yenilmesinde öncülük ediyor ve korkuyu severek yaşamayı sevebilmenin mümkünlüğünü ispatlıyor. Gassal Bâki’ye göre ancak böyle bir sevgi kıymet bilmeyi öğretir ve sevmeyi anlamlı kılar çünkü her an kaybetmenin korkusu, ölüm korkusunun önüne geçiyor. Geçiş aşamasının ise ölümün hal değil, hale geçen bir eylem biçiminin, daha doğrusu eylemsizliğin olduğunun altı kalın çizgilerle çiziliyor.
Bir Eylem Biçimi Olarak Ölmenin Gelenekselliği
Dizinin önemli boyutlarından biri de ölme eyleminin, toplum tarafından karşılanış biçimi ile yakından ilgilidir. Çünkü cenaze işlemlerine dair belediyeye açılan telefonda Beethoven çalıyor olması, kültürel yabancılaşmanın kanıtıdır. Telefondaki kadın görevlinin yemek hizmetinden bahsetmesi ile ölü yakınlarının yemeğe odaklanması ve defin sırasındaki konuşmalar, genetik kodlarımızı bir kez daha gün yüzüne çıkarıyor. Ölümün sınıf ayrımına dair işaretlerinin de verildiği bir sahnede “lüks kefen takımı” yazan bir kutunun, ölüm karşısında insanların eşit olduğunu savunan Bâki’ye verilmesi de ayrı bir handikap sunuyor. Ama belki de en ilginci Nazmi’nin defni sırasında, Nazmi’nin eşinin; “Abisinin yanına gömmeyin, abisi ile dünyada küstüler, asla olmaz” cümlelerinin dünyalık meselelerin ölüm sonrasına da taşınabilirliğini hatırlatmasıdır. “Halledilemeyen meseleler” artık, ölüm sonrasına da bırakılıyor ama aynı zamanda da bırakılmak istenmiyor. Ölüm sonrasına bırakılıyor çünkü ölü yakınları ikna olmuyor; ölüm sonrasına bırakılmıyor çünkü şeriat bunu gerektiriyor. Lakin kırsal geleneğin bir parçası olan defin işlemleri özellikle kırsal alanlarda şeriat tanımıyor veya bilmezden geliniyor. Ölüye dair söylenceler, iddialar veya benzeri ifade tarzları son anda “helal edin” emir cümlesi ile sonlandırılmak isteniyor. İçinden veya dilinden “helal etmiyorum” reddi ise ölümü sancılı hale getirmek için en tehlikeli cümle olarak kaşımıza çıkabiliyor. Bu sebepten Gassal Bâki, Nazım’ın eşini ikna edebilmek için “yalan” söylüyor ve bu yalanı da imamdan aldığı onay ile sürdürüyor. Çok sevdiği arkadaşı Nazım, helallik uğruna beyaz bir “yalan” ile defnediliyor. Ölememenin metaforik olarak verdiği huzursuzluk böylece “beyaz yalan” ile geleneksel kodlarla çözülmüş oluyor.
“Gassal”ın Gariplikleri
Bir kere ölüm, rutinleri bozduğu için kendisine karşı bir direniş hattı oluşturuyor. Belki de en büyük ve alışılmadık gariplik budur. Fakat dizinin kendine has gariplikleri de var ama bunların senaryo mu yoksa gassal rolü ile mi alakalı olduğunu anlayamıyoruz. Çünkü Gassal Bâki, birçok sahnede çocukluğuna geri döndürülüyor ama bu dönüşlerin hiçbiri neden gassal olduğu sorusuna cevap vermiyor. Bâki’nin geriye doğru her ket vuruşunda, Şahin Kendirci’nin arabesk sözleri ortalığı yıkıp geçiyor. Arabesk ile ölüm arasında kurulan garip bağ, Yeşil Çam filmlerinden sonra ilk defa karşımıza çıkıyor. Elbette, ortada bir gassal var ve bu gassal rolünü kabullenmemiz isteniyor. Evlenemeyen, çocuklardan uzak olan, yalnızlığı tercih eden ve -Bazarov gibi- babasına öfke duyan bir ölü yıkayandan bahsediyoruz. Aklımıza şu soru geliyor; Gassal, ölülerle hemhal olduğu için mi yalnızlığı daha çok tercih ediyor ve evlenme başarısızlıklarından dolayı evlilikten vazgeçiyor, yalnızlaşıyor, ara ara çocukluğuna gidiyor. Yoksa gassal psikolojik olarak sorunlu mu? Gassali, topluma sorunlu olarak tanıtmanın, gassal kurgusu ile alakalı bundan sonraki tüm gassallere olumsuz yansıyacağını biliyoruz. Bu diziden sonra gassallerin, “Ben dizideki gibi biri değilim, evliyim, çocuğum var” gibi cümlelerle kendilerini ifade etme çabalarına, görülüyor ki epey şahit olacağız. The İmam filminin bir yansıması olarak bazen karşılaştığımız imamlara dair simültane gerçeklikleri gibi Gassal dizisi sonunda da gassallara dair bazı gerçekliklerin oluşacağını şimdilik söylemek güç ama sonlanmayan ve ölümü sosyolojik bir nesneye dönüştürmeyi başarmış bir dizi için şimdiden çıkarım yapmanın doğru olmayacağı kanaatindeyim. Bekleyip, göreceğiz.
[Prof. Dr. Adem Palabıyık, Bitlis Eren Üniversitesi’nde öğretim üyesidir.]