Suriye halkı 13 yıllık şiddetli bir mücadelenin sonucunda başarıya ulaştı, 61 yıllık Baas rejimini devirdi. 8 Aralık’ta Şam’ı 53 yıldır iktidarda olan Esed ailesinin elinden kurtaran devrimciler, tüm dünyaya (kendilerinin de muhtemelen beklemediği) sürpriz bir zafer yaşattılar. Bir önceki yazımda da belirttiğim üzere, yeni Suriye’nin önünde şanlı zaferini pekiştirmesi ve mutlak bir galibiyet sağlaması için üç ana mesele çözülmeyi bekliyor. Öncelikle, Suriye’nin PKK/YPG gibi terör örgütlerinden ve merkezi hükümete tabi olmayan silahlı grupların tümünden arındırılıp üniter yapısını tesis etmesi gerekiyor. İkinci mesele, İsrail’in rejimin düşmesine paralel olarak şiddetini artırdığı saldırıları ve Golan Tepeleri üzerinden genişletmeye teşebbüs ettiği işgal girişimi. Üniter yapısını kuran, ülkesinin sınırları içerisinde güvenliği ve istikrarı sağlayabilen ve uluslararası arenada meşru ve tanınır bir hükümet haline gelen bir Suriye’ye İsrail’in orta ve uzun vadede bir tehdit teşkil edebileceğini düşünmüyorum. Üçüncü ve bu yazının konusu olan mesele, aslında ilk iki mesele ile doğrudan bağlantılı, özellikle İsrail vb. dış tehditlerle güçlü bir biçimde mücadele edebilmek, dosta güven, düşmana korku verebilmek için en kritik unsurlardan bir tanesi: Suriye’nin iç birliğini sağlaması ve istikrarlı bir yönetim biçimi oluşturabilmesi. Bu yazıda meselenin bilhassa etnik/mezhepsel çeşitliliğe ve heterojen bir toplumsal yapıya sahip Suriye’nin geleceğini inşa edebilmesi adına geçmişinden, özellikle 13 yıllık iç savaş döneminden nasıl dersler çıkarabileceğini ve geleceğini bu acı tecrübelerin üzerine inşa edip edemeyeceğini tartışacağım.
Böl, Parçala, Zayıflat ve Yönet
8 Aralık sonrası Suriye’yi nasıl bir geleceğin beklediği, nasıl bir yönetim modeli oluşturulacağı ve çok etnik yapılı, heterojen toplum yapısının ortak bir çatı altında nasıl bir araya getirileceği Suriye’nin önünde duran en büyük soru işaretlerinden bir tanesi. Osmanlı İmparatorluğu’nun bölgeden çekilmesi ve günümüz Suriye’sinin Fransa’nın mandası hâline gelmesinden bu yana siyasi yönetim sistematik bir biçimde azınlıkların temelinde olduğu bir yapı üzerine inşa edildi. Tabii ki burada Fransızların siyasi iktidarı zayıf bir temel üzerine inşa etmesinin stratejik bir arka planı vardı. Yönetimlerin halka dayalı, geniş kapsamlı ve kitlelerin rızası üzerine doğrulan bir yönetim olmasını, güçlü bir iktidarın meydana gelmesi Fransa’nın orta ve uzun vadede çıkarlarına aykırı olacak ve Suriye’yi yönetmesi zorlaşacaktı. Halbuki zayıf bir azınlık hükümeti, halkın büyük bir çoğunluğuyla kavgalı ve dolayısıyla tek ayağı topal bir yönetim iktidarını sürdürebilmek için dış desteğe ihtiyaç duyacaktı. Fransa böylece zayıf bir Suriye’yi dışarıdan yönetebilecek ve kendi çıkarlarını yerel yönetime dikte edebilecekti.
İkinci Dünya Savaşı sonrası Suriye’yi terk eden Fransa, çekilirken dahi Suriye’nin geleceğine ipotek koymuş ve demokratik, azınlıkların ve çoğunluğun eşit olduğu bir yönetimi geride miras olarak bırakmak yerine fitne ve fesat tohumlarını ekerek Suriye’den çekilmiştir. Devletin kritik kurumları ve güvenlik bürokrasisi azınlıklara teslim edilmiş ve halka dayalı, güçlü bir Suriye’nin oluşması tekrar engellenmiştir. Sonrasında iktidara gelen Baas yönetimi bu çarpık düzen üzerine kendi iktidarını inşa etmiş, eksik kalan ve meşru bir iktidarın olmazsa olmazı olan “rıza” unsuru çeşitli baskı biçimleriyle ikame edilmeye çalışılmıştır.
Halkın rızasına dayanmayan ve çoğunluğun dışlandığı bu yönetim, iktidarını sürdürebilmek için öncelikle Fransızlardan kalan mirasa, azınlıklara, bilhassa Nusayrilere dayanarak iktidarını sürdürmeye çalıştı. Ordu neredeyse %90 oranında Nusayri azınlığa mensup kişilerce dolduruldu. Benzer bir şekilde devletin diğer kritik pozisyonlarına ekseriyetle Nusayriler atandı. Rejimle bir takım maddi ilişkileri olan Sünniler de ortak materyal çıkarlar çerçevesinde “aldıklarının” karşılığında rejime hizmet ettiler. Doğal olmayan ve halkın büyük bir çoğunluğunu hem siyaseten hem de ekonomik anlamda dışlayan bu yönetimin sürdürülebilmesi için büyük bir baskının kurulması gerekiyordu. Rejim bu konuda iktidarının en başından günümüze sistematik bir biçimde halka zulmetti. 1982’de Hama’da olduğu üzere kimi zaman binlerce insanı soykırım sayılabilecek bir düzeyde katletti. Bütün sistemin ayrımcılık, katliam ve zulüm üstüne inşa edildiği, ülkenin dar bir siyasi ve askeri elitler eliyle adeta bir mafya örgütü gibi yönetildiği Suriye’de halk, sonunda 2011 Mart ayında rejime karşı ayaklandı. Peki neredeyse 50 senedir iktidarda olan Baas rejimine karşı halk neden daha önce veya daha sonra değil de 2011 Mart ayında ayaklandı? Bu yazı açısından daha da önemlisi, başta Nusayriler olmak üzere azınlıkların protestolara bakış açısı neydi?
21. Yüzyılın En Kanlı İç Savaşı: Suriye
“Zulümle abad olunmaz” sözünün en güncel örneklerinden biri de Suriye’deki Baas rejimi ve Esed’in sonu oldu. Sonun başlangıcı, 2011 yılının Mart ayında Dera kentinde gerçekleşti. Mısır’da diktatör Hüsnü Mübarek’in devrilmesinden sonra Dera kentinde başlayan ayaklanmalar çok kısa süre içerisinde tüm Suriye’ye yayıldı. Ancak burada kritik bir nokta bulunuyordu: Dera kenti yoğunlukla Sünni Arap aşiretlerinin yaşadığı bir yerdi. Daha da önemlisi rejimle en yakın ilişkileri bulunan Sünni nüfusa sahip şehirlerin başında geliyordu. Rejime karşı ilk ayaklanma, kendisine en yakın Sünni gruplardan bir tanesinden, Dera şehrinden gelmişti. Buradan bakıldığında rejimin baskı ve materyal çıkar ortaklığı üzerine inşa ettiği iktidarının çatırdadığı, zamanının sonuna yaklaştığı anlaşılıyordu.
İlk ayaklanma Sünnilerden geldi. Peki Suriye’de yaşayan diğer azınlık gruplarının protestolara bakış açısı neydi? Nusayriler, İsmaililer, Dürziler, Hristiyanlar ve Kürtler nasıl bir pozisyon aldı? Protestoları mı yoksa rejimi mi desteklediler? Suriye iç savaşına, daha doğrusu protestoların ilk aylarına, henüz tam manasıyla kanlı bir silahlı iç savaşa dönüşmeden önceki evresine baktığımızda sürpriz bir gerçeklik bizi karşılamaktadır. Rejimin doğal ortağı olan başta Nusayriler olmak üzere çeşitli azınlıklar, rejimle en yakın ilişkilere sahip olan Sünni Dera şehrinde başlayan ayaklanmaları büyük ölçüde desteklemiş ve rejim aleyhine düzenlenen gösterilere katılmıştır.
Rejim her ne kadar devlet kadrolarında %90’a varan oranlarda Nusayri azınlığa mensup bireyleri istihdam etmiş olsa dahi ülkenin gelirlerini çok daha dar bir kadronun, rejimin, kullanımına sunmuştur. Rejimin dar çemberinin dışında kalan tüm kesimler, buna Nusayriler de dahil, ülkenin genelinin muhatap olduğu yoksulluğu tecrübe etmiştir. Memurların maaşları ve yaşam koşulları oldukça düşüktür. Bunların haricinde kırsal bölgelerde hayatlarını devam ettiren Nusayrilerin ekonomik durumu ve içinde bulundukları hayat şartları Halep kırsalında ya da şehrin yoksul bölgelerinde yaşayan Sünnilerden çok farklı değildir.
Özetle, Nusayriler de kendi içlerinde bir ayrımcılığa uğramış, rejime, Esed ailesine mensup ve onların yakın çevresinde olanlar ile sıradan memur ve vatandaş olarak hayatını devam ettirenler arasında özellikle ekonomik alanda büyük bir uçurum meydana gelmiştir. Rejimin baskıcı, kayırmacı ve zulme dayanan yönetimi Nusayrilere de daha müreffeh bir hayat koşulları sunmamıştır. Bunların yanı sıra Nusayrilerle birlikte diğer tüm azınlıklar da benzer ekonomik koşullarda kıt kanaat hayatlarını sürdürmeye çalışmaktadır. Buna ek olarak Kürtler de tıpkı Sünniler gibi etnik ayrımcılığa maruz kalmış ve yıllarca dışlanmıştır. Farklı ölçek ve derecelerde de olsa diğer etnik gruplar, İsmaililer, Dürziler ve Hristiyanlar da rejimin baskıcı, özgürlük karşıtı yozlaşmış sisteminin yansımalarını hissetmektedir. Kısacası, Suriye’de Esed ailesi ve ona yakın gruplar hariç neredeyse halkın tamamı, tüm etnik gruplar, kötü ekonomik koşullarda baskıcı ve özgürlük karşıtı yozlaşmış bir rejimin, mafya örgütünün yönetimi altında yaşamaktadır. 2011 senesine gelindiğinde Arap Baharı’ndan etkilenen ve özgürlük rüzgarlarını Suriye semalarında hissetmeye başlayan tüm Suriye, mart ayında Dera’da başlayan protestoları olumlu karşılamış ve rejimin değişmesi adına seslerini hep birlikte, daha özgür bir Suriye için yükseltmiştir.
Rejimin “Mezhep Savaşı” Manipülasyonu
Suriye genelinde bir ayaklanma yaşanması ve rejimin halk tabanında Nusayrilerin de dahil olduğu, önemli ölçülerde rejim karşıtı protestolara katılması rejim için alarm çanlarının çaldığının işaretiydi. Rejim yeni önlemler almaz ve halkın birliğini bozmazsa çok fazla dayanamayacağının farkındaydı. Bir an önce demokratik, barışçıl ve Suriye’nin genelince desteklenen protestoların parçalanması gerekiyordu. Rejim bu amaçla hayatta kalabilmek adına en önemli stratejisini yürürlüğe soktu. Söylem ve eylem düzeyinde çok yönlü bir strateji benimsedi. İran ve Hizbullah’ın rejim saflarında meseleye müdahil olması ve sonrasında DEAŞ’ın ortaya çıkışı, mezhepsel ayrışmayı körüklemeye çalışan rejimin işini kolaylaştıran dışsal faktörler oldu.
Rejimin yürüttüğü stratejinin ilk aşaması söylem düzeyinde gerçekleşti. Protestocuları, öncelikle mütemadiyen ve ısrarlı biçimde dış güçler tarafından desteklenen ve amaçları Suriye’yi bölmek olan teröristler olarak yaftaladı. Devletin kontrolündeki geleneksel medya kanalları bu yönde kullanıldı. Esed, sistematik bir biçimde tüm konuşmalarında ve açıklamalarında bu ifadeleri kullandı. İkinci aşamada ise protestocular “radikal Sünniler” olmakla suçlandı. Rejim kendisinin devrilmesi durumunda “radikallerin” tüm azınlıkları ortadan kaldıracağı söylemini sıklıkla tekrarladı.
Rejim, mezhepsel ayrıştırmanın sadece söylemlerle başarıya ulaşamayacağının farkında olarak “stratejik şiddet kullanımını” devreye soktu. Ordunun ağır silahlarla protestocuları hedef almasının dışında, Şebbiha milisleri eliyle planlı bir Sünni katliamına girişti. Şebbihaların müsebbibi olduğu şiddet iki taraflı bir işlev görüyordu. Rejim bir taraftan Nusayrilerden müteşekkil Şebbihaların eliyle Sünnileri katlederek Sünnilerle Nusayrileri düşmanlaştırıyordu. Diğer taraftan Nusayrilere de verilen mesaj açıktı: “Eğer biz düşer ve kaybedersek ‘radikal Sünniler’ bizimle birlikte sizden de intikam alacaklar.”. Şebbihaların Sünni köylerinde gerçekleştirdiği katliamlarla Sünniler arasında Nusayri karşıtı öfke körükleniyor, Nusayriler de Sünni kitlenin intikamlarına karşı rejimi desteklemeye mecbur bırakılıyordu.
Rejimin mezhepsel ayrılığa dayanan, bir tarafın (Nusayrilerin) desteğini alarak ve protestocuları bölerek hayatta kalmayı hedefleyen stratejisinin başarıya ulaşmasında en büyük dışsal faktörlerden bir tanesi kuşkusuz DEAŞ’ın ortaya çıkışıydı. DEAŞ’ın Suriye sahasında varlık göstermesi, büyük bir kurgu ve tiyatro eşliğinde katliamların altına imza atması, rejimin başta Nusayriler olmak üzere Suriye’deki azınlıkları ikna etme planının başarıya ulaşmasına yardımcı oldu. Diğer taraftan, İran’ın ve Hizbullah milislerinin sahaya inerek rejime doğrudan destek sağlaması, Sünnilerin yaşananların bir mezhep çatışması olduğuna dair fikirlerini pekiştirdi. Sonuç olarak, barışçıl protestolar olarak başlayan ve Suriye’deki tüm etnik grupların büyük ölçüde desteğini alan gösteriler 2013 yılına gelindiğinde mezhepsel bir savaş hüviyetine bürünmüş oldu.
Suriye’yi Bekleyen Gelecek
Geleceği inşa edebilmek adına geçmişe dayanmak, iyi ve kötü tecrübelerden ders çıkararak geleceğe uzanmak Suriye’nin önündeki en makul seçenek. 13 yıllık iç savaşın kökenleri, başlangıcı incelendiğinde Suriye’de sorunların merkezinde mezhepsel ve etnik farklılıkların değil, bizzat Baas rejiminin kendisinin, dar kadrosunun, baskıcı, yozlaşmış ve mafyavari yönetiminin olduğu sarih bir şekilde görülmektedir. 8 Aralık’ta Şam’ın kurtarılmasıyla Suriye’nin geçmişinin temizlenmesi ve geleceğinin kurtarılması potansiyeli açığa çıkmıştır. Kurtarılan gelecek yalnız Sünnilere değil, rejimin yarım asrı aşan yönetimi esnasında hiçbir zaman özgürlükle, refahla ve adaletle tanışamamış Suriye’nin tüm halklarına aittir. Yeni yönetimin yeni Suriye’yi kurarken dayanması gereken en büyük gerçeklik, 2011 yılında başlayan protestolarda Suriye’deki etnik grupların neredeyse tamamının rejim karşıtı bir pozisyon alıp özgürlük yanlısı bir duruş sergilemiş olmasıdır. 2011 yılında talep edilenler hâlâ geçerlidir: Özgürlük, adalet ve müreffeh bir Suriye. Eğer yeni yönetim ayrım yapmaksızın Suriye üzerinde yaşayan tüm halklara bu değerleri sunar, can ve mal güvenliğini sağlarsa muhakkak başarıya ulaşacaktır. İç cephesini güçlendiren, yüz yıldır devam eden adaletsiz yapıyı tarihin çöplüğüne gönderen bir Suriye’nin diğer sorunlarını zamanla çözmesinin önünde hiçbir engel yoktur.
[Dr. Ayhan Sarı, Türkiye Araştırmaları Vakfı araştırmacısıdır.]