8 Aralık ve Öncesi Baas Rejimi

61 yıl boyunca Suriye’yi demir bir yumrukla yöneten Baas rejimi ve 53 yıl boyunca ülkeyi Esed ailesinin kontrolü altında tutan yönetim, Suriye halkının tarihindeki en karanlık dönemleri temsil etmektedir. Baas rejimi, yalnızca siyasi baskıyla değil, aynı zamanda sosyal, kültürel ve ekonomik alanlarda da toplum üzerinde derin yaralar açmıştır. Suriye’yi anlamak, bu rejimin tarihsel sürecine ve yapısal durumuna dikkat kesilmeyi gerektirir.

Baas rejimini tam anlamıyla kavrayabilmek için 1916’da imzalanan Sykes-Picot Anlaşması ve 1920’deki San Remo Konferansı’na dönmek gerekiyor. Bu anlaşmalar, Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanması sonrası Orta Doğu’da Batılı güçlerin çıkarlarını merkeze alan bir düzen kurmayı hedefliyordu. Bu düzen, yerel halkların taleplerini ve kültürel yapısını tamamen göz ardı ederek emperyalist çıkarlarla şekillendi. Bu bağlamda, Fransızlar Suriye toprakları üzerinde bir manda yönetimi kurdu. Fransa, Hıristiyan toplulukların koruyuculuğunu üstlendiğini iddia ederek bölge üzerindeki hâkimiyetini meşrulaştırmaya çalıştı (Tıpkı, İsrail’in güvenliği diye ABD’nin Ortadoğu’yu kana bulaması gibi). Ancak bu süreçte uyguladığı “Böl ve Yönet” politikası, Suriye’de etnik ve mezhepsel ayrışmaları derinleştirerek toplumsal huzursuzlukları artırdı. Fransız yönetimi, Suriye’de siyasi iktidarı tamamen tekeline aldı ve Suriyelilere siyasi yönetimde hiçbir söz hakkı tanımadı. Bu politika, yerel otoritelerin gelişmesini engellediği gibi ülkenin toplumsal yapısında onarılması zor yaralar açtı.  Fransa, Suriye topraklarını beş küçük devlete ayırarak böl-yönet anlayışını hayata geçirdi. Bu topraklar; Halep Devleti, Şam Devleti, Alevi Devleti, Dürzi Devleti ve İskenderun Devleti olarak parçalandı. Fransa, bu yapay devletler arasında anlaşmazlıklar çıkararak toplumdaki kutuplaşmayı derinleştirdi. Bu kutuplaşma, taraflar arasındaki çatışmaları artırırken Fransız hâkimiyetini ve sömürgeci politikasını kolaylaştırdı.

Fransızlar, idari ve askeri kurumlara stratejik bir hamleyle Müslüman Sünni olmayan Nusayri, Hristiyan ve Dürzi azınlıkları yerleştirdi. Bu azınlık gruplar, Fransız mandası süresince kritik pozisyonlara gelerek ülkenin yönetiminde söz sahibi olmaya başladı. Bu durum, çoğunluğu oluşturan Sünni Müslüman nüfusun marjinalleşmesine yol açtı. Fransa, 1946’da Suriye’den çekilmek zorunda kaldığında, geride parçalanmış bir toplum ve zayıflamış bir ulus bilinci bıraktı. Azınlık gruplar, Fransızların bıraktığı idari ve askeri pozisyonları koruyarak bağımsızlık sonrası süreçte güçlerini artırdı. Bu miras, Suriye’nin bağımsızlık sonrası tarihine damgasını vuran en önemli unsurlardan biri oldu. 1946’dan 2024’e kadar süregelen istikrarsızlık, zulüm ve iç savaş aslında Fransızların Suriye’de attığı temellerin bir sonucudur. Fransızlar, ülkeden çekilirken geride sadece siyasi ve sosyal çatışma tohumları bırakmakla kalmadı aynı zamanda Nusayrileri, Hristiyanları ve diğer azınlıkları stratejik pozisyonlarda güçlendiren bir sistem inşa ederek mezhepsel ayrışmayı derinleştirdi. Bu durum, bağımsızlık sonrası dönemde Suriye’nin yönetiminde büyük sorunlara yol açtı.

Fransızlar fiilen gitmiş olabilir ancak geride bıraktığı yapı ve destekledikleri azınlık gruplar, Fransız politikasının devamı niteliğinde bir yönetim anlayışını sürdürdü. Nusayriler, Arap milliyetçiliği kisvesi altında kendi iktidarlarını tahkim ederek baskıcı bir rejim inşa etti. Bu rejim, Suriye halkını daha fazla bölünmeye ve zulme mahkûm ederken ülkeyi sürekli bir kaos ve istikrarsızlık döngüsüne sürükledi.

Bugün ise emperyalist güçlerin Suriye’yi etnik ve mezhepsel ayrımlar üzerinden yeniden şekillendirme ve ülkeyi beş parçaya bölme girişimleriyle karşı karşıyayız. Ancak bu kez tarih, farklı bir direnişe tanık oluyor. Türk ordusu, bölgenin toprak bütünlüğünü ve Suriye halkının geleceğini korumak adına bu planlara karşı kararlılıkla durmaktadır. 100 yıl önceki böl ve yönet politikalarını yeniden hayata geçirmek isteyen güçler, Türkiye’nin bölgedeki aktif ve güçlü varlığıyla karşı karşıya kalmıştır.

Fransa’nın 1946’da Suriye’den çekilmesiyle Suriye, bağımsız bir devlet hâline geldi. Ancak bu bağımsızlık, Fransız mandasının miras bıraktığı derin toplumsal ve siyasal ayrışmalar üzerine inşa edilmişti. Fransa’nın azınlık gruplara sağladığı avantajlar, bağımsızlık sonrası dönemde de etkisini sürdürdü. Azınlık gruplar, özellikle Nusayriler, orduda özellikle subay kadrolarının %65’ini ele geçirmişlerdi. Özellikle ekonomik olarak yer altı ve yer üstü zenginliklerinin işletmesini, aracılığını da Nusayrilere verilmişti.

Baas Partisinin Doğuşu

Baas Partisi, Arap dünyasında birleşik ve modern bir millet inşa etme idealini hayata geçirmek amacıyla kuruldu. Ortodoks Hristiyan Mişel Eflak ve Salah Bitar tarafından 1940’larda temelleri atılan parti, Pan-Arabizm, laiklik, özgürlük, eşitlik ve sosyalizm ilkeleri üzerine inşa edildi. Eflak ve Bitar’ın nihai hedefi, geleneksel ve feodal yapılardan arındırılmış, modern, seküler ve sosyalist bir Arap devleti kurarak bölgedeki Arap uluslarını tek bir çatı altında birleştirmekti. Parti, bu vizyonuyla kısa sürede Arap dünyasında ideolojik bir çekim merkezi hâline geldi. Ancak, partinin bu idealist hedefleri, pratikte birçok zorlukla karşılaştı. Fransızların Sykes-Picot Anlaşması ve manda yönetimi döneminde uyguladığı “böl ve yönet” politikaları, Suriye’nin toplumsal ve siyasi yapısında onarılması zor yaralar açmıştı. Fransızlar, azınlık grupları idari ve askeri sistemlerde stratejik pozisyonlara yerleştirerek çoğunluğu oluşturan Sünni Müslüman nüfusu sistematik olarak marjinalleştirdi. Özellikle Nusayriler, Fransız mandası döneminde sağlanan bu avantajları kullanarak bağımsızlık sonrasında da iktidardaki etkinliklerini artırdılar.

Bu durum, Baas Partisinin idealist ilkelerini sekteye uğrattı. Parti içerisinde etkin konumlarda olan Nusayriler, partinin yönünü kendi iktidarlarına çevirdiler. Parti, mezhepsel ayrışmaların ve Fransızların bıraktığı çarpık yönetim sisteminin etkisiyle hızla ideallerinden uzaklaştı. Nusayriler, parti ve devlet kurumlarında giderek daha fazla güç kazanırken Sünni Müslüman çoğunluk sistematik bir şekilde dışlandı. %12’lik bir azınlık grubun %88’lik bir nüfusu yönetmeye çalışması, rejimin halk nezdindeki meşruiyetini daha da zayıflattı. Bu güç dengesizliği, Suriye’deki toplumsal huzursuzlukların temelini oluşturdu.

Baas rejimi, iktidarını sürdürebilmek için halkın taleplerini bastırmayı, muhalif grupları birbirine düşürmeyi ve dış destekle iktidarını güçlendirmeyi hedefleyen bir strateji izledi. Mezhep temelli politikalar, yalnızca toplumsal ayrışmaları derinleştirmekle kalmadı, aynı zamanda eşitlik, özgürlük ve sosyal adalet taleplerini bastırmak için etkili bir araç hâline geldi. Bu süreçte rejim, Nusayri azınlığı güçlendirerek devletin kritik noktalarını kontrol altına aldı ve Sünni Müslüman çoğunluğu sistematik olarak dışladı.

Baas rejimi, meşruiyet kazanmak ve toplumu kontrol altında tutmak adına, Sünni alimleri de kendi politikalarının bir parçası hâline getirdi. Din adamları, rejimin çıkarlarını savunan bir söylem geliştirmeye zorlanırken rejime muhalif olanlar susturuldu veya şiddetle bastırıldı. Bu durum, halkın dini ve kültürel değerlerinin rejimin çıkarları doğrultusunda manipüle edilmesine yol açtı. Böylece, mezhepçi yönetim anlayışı halkın hem sosyal hem de siyasi haklarını kısıtlayarak otoriter yapının temel taşlarından biri hâline geldi. Bu stratejiler, Baas rejiminin halk üzerinde derin bir korku ve güvensizlik kültürü yaratmasına olanak tanıdı.

Hafız Esed Dönemi: Tek Adam Rejimi

1960’larda Hafız Esed, Baas Partisini yeniden şekillendirerek otoriter bir rejimin temellerini attı. Başlangıçtaki kolektif ve sosyalist ideolojiyi terk eden Esed, gücü merkezileştirerek tüm yetkileri tek elde topladı. Orduyu rejimin temel dayanağı hâline getiren Esed, kurmay kadrosunu güvenilir destekçilerinden ve Nusayri azınlıktan seçerek kontrolü sağladı. Bu dönüşüm, parti içinde çatışmalara yol açtı ve “Neo-Baas” adı verilen, Esed’in kişisel iktidarını önceleyen yeni bir ideolojik çizgi ortaya çıktı. Esed’in liderliğinde Baas, ideolojik hedeflerinden saparak yalnızca baskı ve kontrol aracı hâline geldi. Bu yapı, halkın özgürlük taleplerini bastıran otoriter rejimin temel taşı oldu.

1961’de Arap Cumhuriyeti’nin dağılması, Suriye’de siyasi kaos yarattı. Bu durumu fırsat bilen Hafız Esed ve askeri komite üyeleri, bir darbe yaparak iktidarı ele geçirdi. Esed, gücünü pekiştirmek için Nusayri azınlık etrafında şekillenen bir sistem kurarak ordu, bürokrasi ve ekonominin kilit noktalarını bu grupla doldurdu. Bu durum, mezhepsel dengesizlikleri derinleştirirken Sünni Müslüman çoğunluğun sistematik şekilde dışlanmasına neden oldu.

1970’teki ikinci darbeyle Esed, tüm kontrolü ele alarak otoriter yönetimini resmen başlattı. Geleneksel Baas ideolojisinden uzaklaşarak kişisel iktidarını merkezine alan bir “tek adam” rejimi kurdu.

Esed, “Büyük Suriye” hayaliyle Lübnan, Ürdün ve Türkiye’nin bazı bölgelerini kapsayan genişleme politikası benimsedi. Ancak bu politikalar, hem içte mezhepsel kutuplaşmaları artırarak toplumsal huzuru bozdu hem de dış ilişkilerde gerilime yol açtı. Esed rejimi, bölgesel çıkarlarını korumak ve güçlenmek için terör örgütleriyle iş birliğine gitti. PKK ile kurulan ilişki, Türkiye’ye karşı bir stratejik koz olarak kullanıldı. Bu yöntem, Esed rejiminin bölgesel gücünü artırmasına katkı sağlarken aynı zamanda komşu ülkelerle olan ilişkilerinde derin çatlaklar oluşturdu. Rejimin bölgesel politikaları, sadece Suriye’yi değil, tüm Orta Doğu’yu etkileyen bir istikrarsızlık kaynağına dönüştü.

Hafız Esed, 1973 Anayasası ile tüm siyasi gücü elinde topladı. Bu anayasa, Esed’e devlet başkanı ve Baas Partisi lideri olarak sınırsız yetkiler tanıyordu. Siyasi muhalefet tamamen bastırılırken medya ve ifade özgürlüğü ciddi şekilde kısıtlandı. Esed, kendisini devletin ve halkın “babası” olarak sunarak rejimi kişiselleştiren bir yönetim anlayışı geliştirdi.

Hafız Esed, gücünü pekiştirdikçe, özellikle İslami gruplara ve Müslüman Kardeşler (İhvan) hareketine yönelik sistematik baskılarını artırdı. Bu baskılar, başlangıçta İhvan’ı hedef alırken zamanla tüm muhalif grupları kapsayacak şekilde genişletildi. Rejim, İslami yönelimdeki hareketleri yok etmeye çalışırken meşruiyet kazanmak amacıyla Sünni alimler ve aşiretlerle stratejik iş birliği yaptı. Bu iş birliği, Esed rejiminin halk üzerindeki kontrolünü güçlendirmek için kullandığı önemli bir araçtı.

1982’deki Hama Katliamı, Esed rejiminin baskıcı politikalarının zirve noktası oldu. İhvan’a karşı gerçekleştirilen bu harekât, muhalefeti toplu bir şekilde cezalandırmayı hedefliyordu. Rejim, Hama’da düzenlediği askeri operasyonlarla binlerce insanı öldürerek şiddeti bir yönetim aracı hâline getirdi. Katliam sırasında sivillerin evleri tanklarla yıkıldı, insanlar toplu infazlara maruz kaldı ve şehir adeta yerle bir edildi.

Ordu, Muhaberat ve Hapishane: Rejimin Temel Dayanakları

Hafız Esed’in rejiminde ordu, yalnızca bir savunma gücü değil, aynı zamanda rejimin en güçlü baskı ve kontrol araçlarından biri hâline geldi. Ordu içerisindeki kritik pozisyonlara getirilen Nusayriler, rejimin mezhepsel yapısını daha da belirginleştirdi. Esed, orduyu halk üzerindeki baskıyı artırmak ve rejimi korumak için bir korku mekanizması olarak kullandı.

Ordunun yanı sıra muhaberat (istihbarat ağı) rejimin halkı kontrol altında tutmak için kullandığı bir diğer önemli araçtı. Muhaberat, yalnızca dış tehditlere karşı değil, içerideki muhalefeti bastırmak için de aktif bir şekilde kullanıldı. Halk arasında yaygın bir korku kültürü oluşturan bu yapı, insanların birbirine güvenini yok ederek toplumsal dayanışmayı zayıflattı.

Baas rejiminin halk üzerindeki kontrolünü sağlamada en etkili araçlarından biri, özel olarak tasarlanmış ve rejime muhalif olanlar için planlanmış cezaevleriydi. Bu cezaevleri, yalnızca birer hapishane değil, aynı zamanda rejimin sistematik baskı, işkence ve sindirme politikalarının merkez üssüydü. Esed ailesinin otoriter yönetiminde, bu cezaevleri rejim muhaliflerini etkisiz hâle getirmek ve toplumda korku kültürü oluşturmak için kritik bir rol oynadı.

Baas rejimi altında, 100 binden fazla kişi bu cezaevlerinde sistematik olarak katledildi. İnsan hakları kuruluşlarının raporlarına göre bu hapishaneler, toplu infazların yanı sıra fiziksel ve psikolojik işkencelerin her türlüsünün uygulandığı merkezler hâline geldi. Yüzbinlerce kişi, sadece rejime muhalif olmak ya da rejimin öyle olduğuna inanması nedeniyle bu cezaevlerinde dayanılmaz acılara maruz bırakıldı. Mahkûmlar, işkencenin yanı sıra açlık, susuzluk ve sağlıksız koşullar altında hayatta kalmaya çalıştı.

Beşar Esed Dönemi: İç Savaş ve İnsanlık Dramı

1990’ların sonunda, Hafız Esed’in sağlık sorunlarının artmasıyla Suriye’de iktidarın el değiştirme süreci başladı. Geçirdiği kalp krizi sonrası eski sağlığına kavuşamayan Hafız Esed, Londra’da göz doktorluğu eğitimi gören oğlu Beşar Esed’i Şam’a çağırarak onu iktidara hazırlamaya başladı. Beşar’ın askeri hiyerarşide hızla yükseltilmesi, rütbelerinin artırılması ve orduya alınması bu hazırlıkların açık göstergesiydi. Hafız Esed, askeri istihbarat örgütünün başına damadı Asıf Şevket’i getirerek Beşar’ın gücünü artırdı. Devletin kilit pozisyonlarına akrabalarını ve yakın çevresini atayarak iktidarın babadan oğula geçişini garanti altına aldı.

Hafız Esed’in yıllarca inşa ettiği “tek adam” rejimi, ailesi etrafında şekillenen bir otoriter yapı olarak güç kazandı. 2000 yılında Hafız Esed’in ölümünün ardından, Beşar Esed’in iktidara geçişi şaşırtıcı olmadı. Nusayri azınlığa dayalı sistem, bürokrasi ve orduda Nusayrilerin kritik noktalardaki varlığıyla bu geçişi kolaylaştırdı. Mezhepsel ayrımcılığa dayalı bu yapı, Esed ailesinin iktidarını sürdürmesini sağlayan temel unsurdu.

Beşar Esed, 2000 yılında iktidara geçtiğinde, babasının baskıcı politikalarını daha da sertleştirdi. Mezhepsel ayrımcılığı derinleştirerek, Nusayri azınlığın ordu, bürokrasi ve güvenlik birimlerinde hakimiyetini sürdürmesini sağladı. Bu politikalar rejimin gücünü artırsa da, Suriye toplumundaki ayrışma ve huzursuzluğu daha da derinleştirdi. Halkın özgürlük ve reform talepleri, sistematik baskılar ve şiddetle bastırıldı.

2011 yılında, Arap Baharı’nın etkisiyle Suriye halkı özgürlük ve reform talebiyle barışçıl gösteriler düzenlemeye başladı. Ancak Beşar Esed, bu taleplere kimyasal silahlar, toplu tutuklamalar ve işkencelerle yanıt verdi. Rejimin sert müdahaleleri, barışçıl gösterileri kanlı çatışmalara dönüştürdü. Bu süreç, Suriye’yi yıllarca sürecek bir iç savaşın içine sürükledi ve ülkeyi büyük bir insani trajediye mahkûm etti.

Beşar Esed’in liderliği, Suriye tarihinin en karanlık dönemlerinden biri olarak anılmaktadır. Hafız Esed döneminde kurulan baskıcı sistemin daha da katılaşması, mezhepsel ayrımcılık ve sistematik şiddet, Suriye halkının acılarını derinleştirdi. Rejim, halkın özgürlük taleplerini bastırmak ve iktidarını korumak için her türlü yöntemi kullandı. Kimyasal silahlar, toplu tutuklamalar ve kitlesel infazlar, rejimin temel araçları hâline geldi.

14 yıl süren iç savaşta, 500 binden fazla Suriyeli hayatını kaybederken 12 milyon insan yerinden edildi. Ancak bu yıkıcı sonuçlara rağmen Beşar Esed ve Baas rejimi için öncelik, yalnızca iktidarlarını korumaktı. Suriye halkının yaşadığı bu insani trajedi, rejimin baskıcı ve çıkarcı politikalarının acımasız bir yansımasıdır.

[Dr. Muhammed Ersin Toy, medya stratejistidir.]

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu