Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin (UCM / ICC-International Criminal Court), 21 Kasım 2024 tarihinde İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve eski Savunma Bakanı Yoav Gallant hakkında Gazze’de işlenen savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar nedeniyle çıkardığı tutuklama emri dünya genelinde geniş yankı uyandırdı. Bu karar, özellikle 7 Ekim 2023’te başlayan Gazze saldırılarında sivil halkın temel hayati ihtiyaçlarına erişimden kasten mahrum bırakılması gibi savaş suçları ile sivillere yönelik geniş çaplı ve sistematik saldırılar gibi insanlığa karşı işlenmiş suçların bu kişilerin yetkisi ve sorumluluğu altında gerçekleştiği tespitine dayanmaktadır. Tüm dünya kamuoyunun gözleri önünde gerçekleşen bu insanlık dışı muamelelerin sonucunda UCM’den böyle bir tutuklama kararının çıkması, dünyanın farklı kesimlerinde kimi zaman birbirine taban tabana zıt ve aynı zamanda kafaları karıştıran tepkilere yol açmıştır. Türkiye başta olmak üzere birçok ülkede halk, bu kararı Gazzeli Filistin halkına karşı işlenen suçların cezasız kalmayacağına dair temkinli bir memnuniyetle karşılarken İsrail tarafı tahmin edildiği üzere sert bir şekilde eleştirerek mahkemeyi antisemitist olmak ve taraflı davranmakla suçladı. Bu örnek olaydan yola çıkılarak hem UCM’nin yetkisinin mahiyetine hem de alınan bu kararın uygulanabilirliğine dair konunun hukuki ve siyasi yönlerden kapsamlı bir değerlendirmeye tabi tutulması gerekmektedir.
Uluslararası İnsancıl Hukukun Tarihî Gelişimi
UCM, vermiş olduğu tutuklama kararını 1998 tarihli Roma Statüsü’nün insanlığa karşı suçlar ile savaş suçlarının cezalandırılmasını öngören 7. ve 8. maddelerine dayandırmaktadır. Bu nedenle öncelikle Roma Statüsü’ne dayanarak kurulan UCM’nin bu kategorideki suçların cezalandırılması maksadıyla kullandığı yetkinin mahiyetine bir göz atmakta yarar vardır. Batı hukuk geleneği dünyanın diğer medeniyet havzalarından savaşa ve savaşmaya dair kurallar açısından ayrışmaktadır. Avrupa’da sekülerleşme ile paralel bir seyir izleyen uluslararası teamül hukuku, kökeni Roma’nın yıkılış yıllarına giden “meşru savaş” (jus ad bellum) kavramı ile 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bir iç hukuk uygulaması olarak ortaya çıkan “insancıl savaş” (jus in bello) kavramını birbirinden ayrı tutmaya çalışmıştır. Meşru savaş kavramı, şekillenişi 1648’e tarihlenen modern devlet sisteminin ortaya çıktığı andan itibaren uluslararası hukukun doğal bir bileşeni olarak görülmüşken savaşın insani yöntemlerle icrası daha çok devletin vicdani özdenetimi olarak görülmüş, karşı tarafa silah bıraktırmak harici gereğinden fazla eziyet etmeme düsturu medenî milletler kulübü tarafından benimsenmiştir. Bu minvalde gelişmeye başlayan insancıl hukukun ilk kurumları 1864 Cenevre Sözleşmesi ve devamında kurulan Kızılhaç ve Kızılay örgütleridir. Bu konuda 1899 ve 1907 yıllarında Lahey’de yeni ve kapsamlı kurallar konsa da iki topyekûn savaştaki büyük kayıplar engellenememiştir.
Meşru savaş ile insancıl savaş kavramlarının yolu savaşların yıkıcılığının artması, savaşın mekânsal genişlemesi ve savaş kavramının sınırlarının çizilmesindeki zorluklar gibi çeşitli gerekçelerle bir noktada kesişmiştir. Bu gerekçelere ayrıca pozitif hukuk geleneğine Batı içinde yapılan normatif eleştirileri ve devletler sistemine 1945 sonrası entegre olan yeni aktörlerin hukuk anlayışının farklılığını da eklemek gerekir. Devletlerin savaş hakkının ve savaşma kabiliyetlerinin insani gerekçelerle yine devletlerin tamamının ortak rızası yoluyla kısıtlanabilmesi fikri II. Dünya Savaşı sonunda olgunlaşmıştır. Nitekim, savaş suçları ve insanlığa karşı işlenmiş suçlarla ilgili ilk yargılamalar II. Dünya Savaşı sonrasında kurulan geçici (ad hoc) Nürnberg ve Tokyo mahkemeleri vasıtasıyla gerçekleşmiştir. Takip eden yıllar boyunca geniş kesimlerce kazanan tarafın tek taraflı adalet anlayışını temsil ettiği gerekçesiyle şiddetle eleştirilen bu mahkemeler, aynı zamanda bireylerin devlet adına verdikleri bazı yanlış kararlardan dolayı devlet dokunulmazlığı zırhı arkasına saklanamayacağı ve savaş esnasında sivillere karşı giriştikleri kıyımdan sorumlu tutulabileceği fikrini güçlendirmiştir.
İnsancıl hukukun gelişim sürecindeki önemli dönemeçlerden biri İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin hemen sonrasında imzalanan 1949 tarihli Cenevre Sözleşmeleridir. Savaş suçlarının tanımlandığı bu sözleşmeler ile özellikle işgal bölgelerinde yaşayan sivil halkın korunması amacıyla savaşa taraf olan devletlere sorumluluklar yüklenmiştir. Ancak tanımlamaların büyük oranda “savaş” kavramı etrafında şekillendiği bu sözleşmeler kimi önemli devletlerin savaşkan tutumlarını ideolojik gerekçelerle de süsleyerek farklı yöntemlerle devam ettirmesi sonucu amacına pek ulaşamamıştır. Sözleşmeleri takip eden yıllarda uluslararası hüviyet taşıyan savaşlarda devletin yüklenmesi gereken bu sorumluluklar nedeniyle devletler arası mücadeleler muhtelif bölgelerde “iç savaş” olgusunun patlak vermesi ile sonuçlanmış, çoğu ölümcül çatışma büyük oranda sözleşmelerin kapsamı dışında kalmıştır. Buna ek olarak özellikle Afrika ve Asya’da sömürgeciliğe karşı verilen bağımsızlık mücadeleleri hangi silahlı çatışmanın Cenevre Sözleşmelerinin kapsamına girmesi gerektiği konusunu daha da karmaşık hâle getirmiştir. Zira sömürgeci güçler açısından bu durum bir iç mesele iken mücadele veren taraf açısından bir uluslararası savaş olarak nitelenmiş, temel insan hakkı olan kendi geleceğini tayin etmenin (self-determination) üstün norm olduğu vurgulanmıştır. Bu nedenle uluslararası insancıl hukuku uygulanabilir kılmak ve modern çatışmaların doğasına uygun hâle getirmek maksadıyla 1977 yılında Cenevre Sözleşmesi ek protokoller yoluyla güçlendirilmeye çalışılmıştır. Ancak “uluslararası savaş” yerine “silahlı çatışma” kavramını merkeze koyan bu protokoller devlet egemenliğini zayıflattığı, ayrılıkçı hareketleri meşrulaştırdığı ve iç savaşları daha da karmaşık hâle getireceği gibi gerekçelerle yoğun eleştiriye maruz kalmış, özellikle ABD, İsrail, Türkiye, İran, Pakistan, Hindistan gibi önemli ülkeler tarafından kabul görmediğinden uygulama problemleri devam etmiştir.
Savaş suçları ile insanlığa karşı işlenmiş suçların uluslararası bir platformda cezalandırılması konusunda karşılaşılan en önemli açmaz şüphesiz devletin bu konuda kendini mutlak yükümlülük altına sokmasındaki risktir. Zira devletin ya da üniformalı/üniformasız personelinin kendi rızası dışında uluslararası bir mahkemeye çıkarılması, ondan da öte bir fiili gerekçe gösterilerek ulusüstü bir otorite tarafından cezalandırılması fikri, ulusal egemenlik kavramının klasik anlamıyla pek uyuşmamaktadır. Askeri ve siyasi sorumluluk taşıyan personelin kendi ülkesinin hükümranlık alanı dışında cezalandırılabilmesi düşüncesine özellikle ABD gibi yüksek askeri müdahale kapasitesi olan devletler tarafından her zaman şüphe ile yaklaşılmıştır. Bu nedenledir ki esasen kendi yetkisini kendisi belirlemek üzere tasarlanmış Uluslararası Adalet Divanı’nın (UAD) statüsü bile BM şartının müzakeresi esnasında taraf devletlerce kısıtlanmış, özünde bir sulh mahkemesi olan divanın yetkisi büyük oranda tarafların karşılıklı rızasına bırakılmıştır. Soğuk Savaş sonrasında kısa süre için beliren görece olumlu hava aslında öteden beri var olan savaş suçları ve insanlığa karşı işlenmiş suçlarda devletin değil de bireylerin sorumlu tutulması fikrinin nispeten olgunlaşmasına zemin hazırlamıştır. 1990’larda yaşanan Ruanda ve Bosna Soykırımları üzerine oluşturulan özel mahkemeler kimi liderleri mesul tutarak en azından uluslararası kamuoyundaki insanlık dışı suçların cezasız kaldığı algısını ve dünya barışına olan inançsızlığı biraz olsun yatıştırmıştır. Bu tür suçları soruşturup cezalandıracak bir uluslararası otoritenin yokluğunda kimi devletlerin yargı organlarının kendi cezai yargı yetkisini tesis ederken ülkesellik, vatandaşlık ve devletin/vatandaşın korunması ilkeleri yanında evrensellik ilkesine daha fazla dayanmayı tercih etmesi yine aynı dönemde yaşanan önemli gelişmelerdendir.
Uluslararası Ceza Mahkemesi Yetki ve Uygulama Tartışmaları
Önemli anlaşmalar ancak özel zamanlarda yeterli desteği bulabilirler. BM Güvenlik Konseyi’nin günümüzde haklı eleştiriye maruz kalan yapısının 1945 şartlarında mümkün olabildiği gibi Roma Statüsü’nün kabulü de ancak 1990’ların görece istikrarlı uluslararası ortamında mümkündü. Yukarıda özetlenen tarihi arka plan ile 1998 tarihinde kabul edilen Roma Statüsü ile savaş suçları, insanlığa karşı işlenmiş suçlar, soykırım ve saldırı suçlarını işlediği ya da bu emirleri verdiği düşünülen şahısların yargılanması için UCM kurulmuştur. Buradaki en önemli ayrıntı böylesi insanlığı şok eden suçlar için herhangi bir devletin tüzel kişiliğini ya da halkını suçlamak yerine devlet adına insanlık dışı kararlar veren ya da devlet üniforması ile silahlı mücadele verirken yetkisini aştığı tespit edilen şahısları sorumlu tutmaktır. Suçun kişiselliğindeki maksat elbette devlet egemenliği ve devletin yargı bağışıklığı prensibini zedelemeden tarafları iş birliğine ikna etmektir. 2002 yılında faaliyete geçen UCM ulusal mahkemelerin yetersiz kaldığı ya da yetki kullanmakta niyetsiz davrandığı durumlarda bu suçlardan sorumlu olduğu düşünülen bireyleri yargılamak üzere kurgulanmış, bir bakıma Ruanda ve eski Yugoslavya özelinde kurulan mahkemelerin yerini alarak daimî bir yapıya kavuşmuştur.
Faaliyete geçtiği tarihten itibaren yürüttüğü yargılamalara bakıldığında ne yazık ki mahkemenin kendisine yönelen eleştirileri haklı çıkardığı ifade edilebilir. Kolonyal dönem sonrası devletleşme sürecinde iç karışıklıkların devam ettiği kimi Afrika ülkelerindeki bazı ihlaller ve muhtemel savaş suçluları UCM tarafından yargı konusu edilirken perde arkasında faaliyet gösteren gelişmiş ülkeler mahkemenin dikkatini çekmemiştir. Özellikle Irak işgali esnasında ABD ordu mensuplarınca sergilenen ve dünya kamuoyunu şok eden insanlık dışı uygulamalar bu ülkenin UCM tarafı olmaması nedeniyle yaptırımsız kalmış, mahkemenin evrenselliği ciddi yara almıştır. Hasılı, hem ABD ve Çin gibi cezai yaptırımdan etkilenme potansiyeli yüksek ülkelerin bunu bir risk olarak görüp taraf olmaması, hem de görülen davaların oluşturduğu sanki hep aynı coğrafyaya odaklanılıyormuş algısı UCM’nin inandırıcılığını hayli zayıflatmaktadır.
UCM’yi zayıf kılan bir diğer husus da verilen yakalama ve tutuklama kararlarının uygulanma zorluğudur. Ulusal bir ceza mahkemesinin verdiği bir hükmün yürütme erkinin kapasitesine bağlı olması gibi UCM’nin vereceği kararların uygulanmasındaki başarı da devletlerin aktif iş birliğine bağlıdır. Taraf devletlerin sıkı iş birliği olmaksızın sanıkların teslim edilmesi veya tutuklanması mümkün olmamaktadır. Örneğin, Darfur bölgesinde 2003-2008 döneminde işlenen insanlığa karşı suçlar, savaş suçları ve soykırım gerekçesiyle dönemin Sudan devlet başkanı Ömer el-Beşir hakkında çıkarılan tutuklama kararı taraf devletlerin iş birliği olmadığından 15 yıldır uygulanamamaktadır. Bununla birlikte ABD, Rusya, Çin ve İsrail gibi önemli aktörlerin taraf olmayışı uygulamayı daha da zorlaştırmakta, bu durum UCM’nin savaş suçları ile insanlığa karşı işlenen suçların faillerinin bireysel olarak cezalandırılması konusunda hem yetkisini hem de başarısını tartışmalı hâle getirmektedir.
Netanyahu Kararı ve Uygulanma Potansiyeli
21 Kasım 2024 tarihinde Binyamin Netanyahu ve eski savunma bakanı Yoav Gallant hakkında verilen yakalama kararını da hem UCM’yi kuran felsefe hem de yukarıda kısaca değinilen yüzyılın ilk çeyreğindeki uygulamalar ışığında değerlendirmek gerekir. Türkiye’de geniş kitleler başta olmak üzere özellikle Batı ülkelerinde devletlerinin şartsız İsrail desteğini hayal kırıklığı ile izleyen büyük bir halk kesiminin mahkemenin bu kararını -uygulanıp uygulanmayacağına bakılmaksızın- insanlık vicdanının ortak sesi olarak gördüklerini ifade etmek gerekir. Özellikle Batı ülkelerinde kullanılan siyaset dili ile hukukun dili arasında gözlemlenen hissedilir ayrışmaya kararın sonucundan bağımsız olarak değinmek gerekir. UCM’nin Netanyahu kararından kısa bir süre önce Ukrayna’daki uygulamaları nedeniyle Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin aleyhine vermiş olduğu benzer karara verilen tutarsız tepkiler Roma Statüsü’ne taraf olan devletlerin UCM kararları karşısındaki subjektif tutumlarını tesciller niteliktedir.
Roma Statüsü’nden bağımsız olarak devletler genellikle suçlu iadesini aralarında imza ettikleri ikili anlaşmalar kapsamında yürütürler. Ancak bir devlet herhangi bir anlaşma olmaması durumunda dahi dilerse suç işlediğine ikna olduğu bir kişiyi iade edebilir. Benzer mantıkla UCM’nin vermiş olduğu yakalama kararı uyarınca Netanyahu ya da Gallant’ın Lahey’e göndermesi için bir devletin bu anlaşmaya taraf olmasına gerek yoktur. Asıl mesele Roma Statüsü’ne taraf olan devletlerin bunu uygulayıp uygulamayacağında yatmaktadır. ABD’nin UCM fikrine en başından beri karşı olduğu gerçeği dikkate alındığında esasen Avrupa Birliği (AB) devletlerinin nasıl bir uygulama yapacakları merak konusudur. Özellikle hükümetler ile halkların üzerinde derin bir kutuplaşma yaşadıkları İsrail-Filistin sorunu ve Netanyahu liderliğindeki İsrail’in sebep olduğu insanlık dışı trajedi UCM gibi insanlık vicdanının devletlerin aktif iş birliği ile tecelli edebileceği fikri üzerine kurgulanmış bir mekanizmanın başarı ya da başarısızlığı açısından bir turnusol kağıdı görevi görecektir. Almanya gibi kimi öncü AB ülkelerinin kararı uygulayacağına dair verdikleri demeçler muhtemelen Binyamin Netanyahu’nun Almanya’ya asla davet edilmemesi yöntemi ile savuşturulacaktır. Ya da Macaristan gibi kimi ülkeler UCM’yi yargıçların kapasite eksikliği ya da tarafgirliği iddiası üzerinden eleştirecek, bu nedenle Roma Statüsü’ne taraf olmasına rağmen kararı uygulamayacaklarını ilan edeceklerdir.
Tüm bu eleştiriler ve gelen karışık tepkilere rağmen UCM’nin Netanyahu ve Gallant kararının herhangi bir başarı elde edemeyeceği iddiası yerinde olmaz. Nasıl ki fotoğrafçılık yoluyla sıradan halk savaş meydanlarındaki vahşeti görmüş ve bu yolla savaş karşıtlığı filizlenmiş ise benzer şekilde UCM kararı da Gazze başta olmak üzere kimi bölgelerde devletler eliyle kasten perdelenen insanlık dışı uygulamaların tartışmaya mahal bırakmayacak şekilde dünya kamuoyunun takdirine sunulmasına vesile olacaktır. Unutulmamalıdır ki günümüzde devletlerin amacı yalnızca askeri yönden kuvvetli ve iktisaden müreffeh olmak değildir. Karşılıklı bağımlılığın ve toplumlararası iletişimin üst seviyede olduğu çağımızda her devlet aynı zamanda kamuoyu nezdinde popülerlik yarışındadır. Batı ülkeleri başta olmak üzere dünyanın birçok bölgesinde İsrail’in Filistin toprakları üzerinde öteden beri uygulamakta olduğu insanlık dışı yerinden etme ve yok etme politikaları uzun bir süreç içerisinde inşa edilmiş olan “İsrail’in masumiyeti ve meşruiyeti” imajından dolayı gözlerden saklanabilmiştir. UCM’nin bu kararı vesilesiyle neredeyse bir asırda oluşturulmuş olan İsrail’in varlığının meşruiyeti imajının ciddi bir yara aldığı rahatlıkla söylenebilir. Amerikan liderlerinin sürekli dillendirdiği “ahlaki üstünlük” söylemi bu hukuki kararla doğal müttefik olarak bilinen ülkelerde dahi geniş kitleler tarafından tartışılmaya başlanmıştır. Daha geniş bir perspektiften bakıldığında ise UCM gibi yapıların ortaya çıkışında fikri liderlik etmiş olan ülkelerin kimlerin yargılanmayı hak ettiği ya da etmediği konusunda sergiledikleri çifte standardın ifşa edilmesi anlamında da UCM’nin Netanyahu kararının faydalı bir fonksiyon icra ettiği ifade edilebilir.