Almanya ile İsrail arasında “özel” olarak tanımlanan ikili ilişkiler; Nazilerin Avrupa’da yaşayan Yahudilere karşı işlemiş olduğu suçların ve en önemlisi “Holokost” soykırım suçunun ahlaki sorumluluğu çerçevesinde gelişmiştir. Bu doğrultuda Almanya, İsrail’in varlığı ve güvenliği noktasında her daim İsrail’in yanında olarak ona her türlü desteği vermiştir. Bu bağlamda Almanya, Gazze’de bir yılı aşan bir şekilde devam eden soykırımı görmezden gelerek ve meşrulaştırmaya çalışarak İsrail’in yanında durmuştur. Almanya’nın değerler temelli dış politika iddiasıyla çelişecek şekilde 7 Ekim sonrası İsrail’e verdiği sınırsız destek, İsrail’in Gazze’deki eylemlerini/soykırımını savunması, Uluslararası Adalet Divanı’ndaki soykırım davasında İsrail’in yanında yer alan tek ülke olması, Netanyahu ile Gallant hakkındaki tutuklama kararını uygulamayacaklarını ima etmesi, İsrail’e silah tedarikinde ABD’den sonra ikinci sırada yer alması, antisemitizm adı altında Filistinlilerin tüm sesini kısması ve her türlü eleştiriyi yasaklaması gibi tutumları sadece Almanya’nın tarihsel ve ahlaki sorumluluğu ile açıklanamayacak kadar kapsamlı bir durumdur. Bu çalışmada, Almanya’nın İsrail’e verdiği bu koşulsuz desteğin arkasındaki beş temel etken analiz edilecektir.
Almanya’nın İsrail’e Karşı Tarihsel Ahlaki Sorumluluğu
Almanya’nın İsrail’e verdiği güçlü, koşulsuz ve sınırsız destek; büyük ölçüde II. Dünya Savaşı’nda yaşanan Holokost ve bunun sonucunda Almanya’nın Yahudi halkına karşı taşıdığı tarihsel ahlaki sorumlulukla ilgilidir. Holokost’un ardından, Yahudi topluluğuna karşı büyük bir hassasiyet gelişmiş ve İsrail devletiyle olan ilişkiler bu tarihsel sorumluluk üzerinden şekillenmiştir. Faillerin ülkesi Almanya, Nazi döneminde Yahudilere karşı işlenen soykırımın ağırlığı ve suçluluğu nedeniyle İsrail’in ne/nasıl yaptığına bakmaksızın varlık ve güvenlik hakkını sorgusuz bir şekilde savunmaktadır. Bu çerçevede Holokost’un yarattığı tarihsel sorumluluk yükü, bu ilişkinin temel taşlarından biridir.[1]
Almanya 1949’daki kuruluşundan itibaren yaşanan acıların telafisi için girişimler başlatmış, 1952’de ilişkilerin “onarılması/normalleştirilmesi” amacıyla imzalanan Lüksemburg Anlaşması ile kendisinden bir yıl önce Siyonist hareket tarafından bir Yahudi devleti olarak kurulan İsrail’e, Nazi zulmünün mağdurlarının uğradıkları zararların ve acıların giderilmesi için tazminat ödemeyi kabul etmiştir. Bu anlaşma ile Nazi döneminde yaşanan acıların verdiği tarihi sorumluluk doğrultusunda yaşananların kefaretini ödemek adına Almanya, ikili ilişkilerde ve uluslararası camiada İsrail’in güvenliği için var gücüyle çalışmaya başlamıştır. Her ne kadar resmi ilişkiler 1965’te başlasa da Almanya 1952’den günümüze kadar İsrail’e bu sorumluluk çerçevesinde her türlü askeri, istihbari, siyasi ve ekonomik yardımı koşulsuz bir şekilde yapmıştır. Bu tarihsel sorumluluk geçmişten günümüze Almanya’nın İsrail’e karşı eleştirilerini de sınırlamasına neden olmuş, İsrail ile olan konularda Almanya taraflı bir tutum izlemiş ve İsrail’i her daim savunmuştur. Bu çerçevede özellikle Almanya, Avrupa (AB) içerisinde İsrail’in ve ABD’nin bir “Truva Atı” gibi hareket etmiştir.
Almanya’nın Varoluş Nedeni “Staatsräson” Bağlamında İsrail’e ve ABD’ye Olan İlişkilerinde Mutlak Bağlılığı
Şansölye Merkel, İsrail’in kuruluşunun 60’ıncı yıl dönümünü kutlamak için İsrail’e gerçekleştirdiği ziyareti sırasında 18 Mart 2008’de İsrail Meclisi Knesset’te yaptığı konuşmasında:
“Her yerde olduğu gibi burada da açıkça vurgulamak isterim ki benden önceki tüm Federal Alman hükûmetleri ve tüm şansölyeleri Almanya’nın İsrail güvenliği için özel tarihsel sorumluluğu üstlenmiştir. Almanya’nın bu tarihsel sorumluluğu ülkemin varlık nedeninin “Staatsräson” bir parçasıdır. Almanya Şansölyesi olarak benim için İsrail’in güvenliği hiçbir zaman müzakereye açık olmayacaktır.”
ifadesi ile hem İran tehdidine karşı İsrail’in yanında olduğunu hem de İsrail’e karşı olan tarihî ahlaki sorumluluğa açıkça vurgu yapmıştır. Almanya Şansölyesi Olaf Scholz, 7 Ekim 2023’teki Hamas saldırısından birkaç gün sonra Alman parlamentosu Bundestag’ta Merkel’in Staatsräson ifadesini hatırlatan bir hükümet açıklaması yaptı:
“İsrail’de ve İsrail için güvenlik yeniden tesis edilmeli. Bu nedenle İsrail kendini savunabilmelidir. Şu anda Almanya için tek bir yer vardır, o da İsrail’in yanıdır. Biz bunu söylerken kastettiğimiz şey: İsrail’in güvenliği Almanya’nın varoluş nedeninin “Staatsräson” bir parçasıdır. Kendi tarihimiz, Holokost’tan kaynaklanan sorumluluğumuz, İsrail Devleti’nin varlığını ve güvenliğini savunmayı daimî görevimiz haline getirmektedir. Bu sorumluluk bize yol göstermektedir.”
Yaklaşık 500 yıllık bir geçmişe sahip olan Staatsräson kavramı, Niccolò Machiavelli ve Giovanni Botero’nun devlet teorilerine kadar uzanmaktadır. Machiavelli’nin “raison d’état” kavramına benzeyen Staatsräson, Botero’ya göre devletin bekasını korumaya hizmet eden akıldır (Della ragion di Stato). Staatsräson kavramı bir devletin çıkarlarını ve güvenliğini en üst düzeyde koruma ilkesini ifade eder. Bu kavram, devletin var olmasını ve varlığını sürdürebilmesi için gerekli olan temel ilke veya politikaları tanımlamak için kullanılır. Almanca bir kavram olan Staatsräson, klasik devlet teorisinden gelir ve devletin varoluşsal çıkarlarını her şeyin üzerinde tutması gerektiği anlayışını ifade ederek mutlaklık ve otorite talep eder.
Almanya bağlamında Staatsräson, özellikle II. Dünya Savaşı sonrası dönemde önemli bir yer tutmuştur. Bu, Almanya’nın dış politikada aldığı temel kararların arkasındaki itici güçlerden biridir. Almanya’nın dış politikası genellikle barışa dayalı bir dış politika, Avrupa entegrasyonunu destekleme, uluslararası hukuka bağlılık ve insan haklarına vurgu yapma üzerine kurulmuştur. Ancak özellikle İsrail ile ilişkilerinde “Staatsräson” kavramı çok daha özel ve kritik bir anlam kazanmıştır. Almanya’nın İsrail’e olan tarihsel ahlaki sorumluluğu anlayışı altında Staatsräson, İsrail’in güvenliğini korumayı temel bir dış politika ilkesi olarak kabul etmiştir. Almanya, İsrail’in güvenliğini kendi dış politika doktrininin bir parçası olarak kabul eder. Staatsräson kavramı çerçevesinde, Almanya’nın İsrail’in güvenliğine verdiği destek, dış politikasının temel unsurlarından biri haline gelmiştir.
Merkel ve halefi Scholz’un “Staatsräson” terimini sadece İsrail ile bağlantılı olarak kullanması dikkat çekicidir. Aslında bu kavram şunu ifade ediyor: Kişinin kendi devletinin bekası her şeyin üstündedir ve bu yapıyla ilgili ilginç olan şey, başka bir devletin (İsrail’in) hayatta kalmasının kendi başına bir devletin (Almanya’nın) var olma nedeni hâline getirilmesidir. İsrail ile yapılan Lüksemburg Anlaşması’nın Almanya’nın hiçbir ülkenin etkisi altında kalmadan kendi isteği ile gönüllü bir şekilde yaptığı/kabul ettiği iddia edilse de ortaya çıkan belgeler ve dönemin şartları göz önüne alındığında ABD’nin baskısı ve tehdidi nedeniyle Almanya’nın bunu kabul etmek zorunda kaldığı görülmektedir.
Buradan hareketle Almanya’nın var olma nedeni “Staatsräson” içinde en önemli konuların başında transatlantik ilişkiler bağlamında ABD’ye olan bağlılık ile İsrail’in varlığı ve güvenliği gelmektedir. Bu çerçevede ABD ve İsrail’e olan mutlak bağlılığı ister sivil ister kamu/devlet alanında olsun Almanya’nın tartışmaya kapalı kırmızı çizgisidir. Almanya’nın en sağ partisi AfD “Almanya için Alternatif Partisi” dâhil en sol partisine kadar bu Alman “Staatsräson” anlayışı ve transatlantik ilişkiler partiler üstüdür. “Staatsräson”; Almanya’nın kuruluşuna ve bu bağlamda var olmasına/varlığına izin verilmesinin nedenidir. Ayrıca Alman siyasal sisteminin kalbine hiç çıkmayacak şekilde perçinlenmiş ve her şeyi kuşatmıştır. Almanya’nın bu kırmızı çizgisine uymayan siyasetçi, akademisyen, gazeteci ve yazar siyasi olarak “linç edilir”.
Bundestag Başkan Vekili ve SPD Milletvekili Aydan Özoğuz’un İsrail’in Aksa Şehitleri Hastanesi’ndeki çadırlara sığınanları vurduğu saldırıda diri diri yanan çocuğun fotoğrafını paylaşıp “İşte bu Siyonizm’dir.” dediği için tüm siyasi partiler ve ana akım Alman medyası tarafından antisemit olarak suçlanarak linçe uğramış ve istifası istenmiştir. “Staatsräson” bağlamında İsrail’e yönelik her türlü eleştiri, Filistinliler ile ilgili en ufak destek ve empati Alman siyaseti, ana akım medya kuruluşları, Alman toplumunun en önemli kurum ve aktörleri tarafından çok sıkı koordineli bir şekilde sansürlenmekte, susturulmakta ve cezalandırılmaktadır. Öyle ki İsrail içinde bile Gazze’deki yaşanan acıya yönelik az da olsa tepki ve eleştiriler yapılabilse de Almanya içinde yaşayan Yahudilerin İsrail’e yönelik eleştirileri ve Filistinlilere yönelik empatileri bile antisemit olarak nitelendirilmektedir. Ayrıca Özoğuz’un bu paylaşımına yönelik İsrail’in Almanya Büyükelçisinin hadsiz bir şekilde açıklama isteyerek bir milletvekilini hesaba çekmek istemesi ve bu duruma sözde bağımsız bir devletin tepkisiz kalması oldukça düşündürücüdür.
Beyaz Olmayan İnsanların – Filistinlilerin İnsan Olarak Görülmemesi
Özellikle Avrupa ve bu bağlamda Batı’da “Gregoryen reformu” ile birlikte 12. yüzyıldan itibaren ruhban sınıfı tarafından Müslümanların akıl yürütme yeteneğinden mahrum oldukları ve dolayısıyla insan olmadıkları fikri üzerine gelişen Hristiyan beyaz insanların seçilmişliği ve diğer insanlara karşı üstünlüğü düşüncesi açıkça gözlenmektedir. Ruhban sınıfının bu düşüncesine paralel olarak Alman filozof Kant “ırk teorisi” bağlamında beyaz ırkı diğer ırklara göre daha üstün olarak görmüş, beyaz Avrupalıların akıl ve ahlak açısından diğer ırklardan daha gelişmiş olduğunu ve beyaz Avrupalıların medeniyetin taşıyıcısı olduğunu iddia etmiştir.[2]
Bu düşünce çerçevesinde Almanya, sömürgecilik döneminde Namibya’da (1904-1908) Herero ve Nama halklarına yönelik gerçekleştirdiği soykırımı meşrulaştırmak, uluslararası hukukun ve medeni kuralların medeni insanlar için olduğu argümanı ile bu ilkelerin için barbar ve karanlık Afrikalılar için uygulanamayacağını iddia ederek soykırımı savunmuştur. Aynı şekilde tarihin gölgesinde unutturulmuş olan Nazi döneminde Sinti ve Romanlara (Çingenelere) yönelik olan “Porajmos” (Yok Etme ve Yıkım) soykırımı da uzun süre görmezden gelinmiştir.
1. Dünya Savaşı sonrası Nazi geçmişi ve Holokost’un üzerine kurulan (Batı) Almanya’nın ilk/kurucu şansölyesi Adenauer da beyaz ırkın üstünlüğünü savunmuştur. Adenauer 1956 yılındaki Süveyş Krizi sırasında Bundestag’ta yapmış olduğu konuşmada Mısır’ın Süveyş Kanalı’nın millileştirilmesine öfkelenmiş “renkli halkların, özellikle de Afrikalıların, kendilerini sorumlu bir şekilde yönetme konusundaki yetersizliğine” vurgu yaparak beyaz olmayanların kendilerini yönetecek akıl ve yeteneğe sahip olmadığını iddia etmiştir.
Almanya’nın Holokost’tan arınmış olarak çıktığını düşünmek bile büyük bir gaflettir. Yeni kurulan Almanya Federal Cumhuriyeti, devlet bürokrasisi, işlevsel seçkinler ve toplumsal tutumlar düzeyindeki Nazi sürekliliklerini devam ettirmiştir. Eski Nazi Subayları başta olmak üzere Alman devlet kurumlarında yeniden görevlendirilmiş ve Alman egemen sınıfına ve sermayesine büyük ölçüde dokunulmamıştır. Bugün Siemens, BMW, Volkswagen ve Porsche gibi Almanya’nın en büyük marka ve şirketlerinin çoğu Nazi geçmişine sahiptir. Bunların arasında Gazze’deki savaş sayesinde rekor satışlar yapan, Nazi savaş makinesi için hayati önem taşıyan silah üreticisi Rheinmetall de bulunmaktadır. Bir başka örnek olan Auschwitz’in gaz odalarında kullanılan zehirli gaz olan Zyklon B’yi üreten IG Farben’in halefi olan Bayer firması da dikkat çekicidir. Almanya’daki bu Nazi sürekliliği özellikle 1990’larda Solingen Katliamı ile başlayan ve en son NSU cinayetleriyle daha da ortaya çıkan aşırı sağ terör ve Almanya içindeki kurumsal ırkçılık ile kendisini göstermiştir.[3]
İsrail’in bir yılı aşan bir süredir Gazze’de gerçekleştirdiği soykırım sürecinde Alman devletinin ve siyasilerinin eylem ve söylemlerinde tüm ahlaki ve insani değerleri terk ettiği ve bunun yerine ırkçı ve sömürgeci doktrinleri koyduğu görülmektedir. Tıpkı sömürge ve Nazi döneminde sivil ölümleri meşrulaştırma çabaları, bugünün Almanyası’nda da İsrail’in saldırılarını meşrulaştırmak için de kullanılmaktadır. İsrail işgali altındaki topraklarını savunan, 70 yılı aşkın bir süredir bir nevi açık hava hapishanesinde yaşamak zorunda kalan Filistinlilerin terörist ve bu bağlamda Hamas’ın Nazilerden bile daha kötü olduğu düşüncesi Almanya’ya hâkim olmuştur. İsrail’in destekçisi emperyalist Batı ve özellikle de Almanya kendilerince elinde tuttukları “Tanımlama Üstünlüğü/İktidarı – Deutungshoheit” gücü ile kimin/neyin kötü ya da iyi, terörist ya da dost olacağına karar vererek, Filistinlileri ve Hamas’ı terörist, kötü ve barbar olarak tanımlamakta ve böylece yaşanan soykırımı meşrulaştırmaktadırlar. Onlara göre bu tanımlama üstünlüğü içerisinde İsrail’de yaşayan Yahudiler, Avrupa’dan göç etmek zorunda kalmış Avrupa-Hristiyan medeniyetin önemli bir parçası ve beyaz ırka mensup medeni insanlardır.
İsrail Yanlısı Alman Ana Akım Medyanın Etkisi
Alman devletinin resmi yayın kuruluşu Deutsche Welle başta olmak üzere Alman ana akım medyası geçmişte olduğu gibi bugün de “Staatsräson” ne diyorsa onun dışına çıkmayarak objektif olmayan aşırı İsrail yanlısı yayın yapmaktadır. Alman ana akım medyası, İsrail’in Gazze’de gerçekleştirdiği soykırımı meşrulaştırmaya yönelik olarak sürekli yanlı ve yanlış haber vererek ve okul, hastane ve sığınma yerleri gibi sivil hedeflerin ve sivillerin hedef alınmasını haklı göstermeye çalışarak İsrail’e destek olmaktadırlar. Alman medyası, İsrail’in Filistin’deki eylemleriyle ilgili haber ve görüntüleri sansürlemekte, sivillerin kayıplarını görmezden gelmektedir. Örneğin, 17 binden fazla Filistinli çocuğun öldürülmesi gibi önemli olaylar Bild, Spiegel veya ZDF gibi medya kuruluşlarında hiç yer almamaktadır. Alman medyası, uluslararası bağımsız kuruluşların bilgilerini dikkate almak yerine, yalnızca İsrail’in verdiği bilgilerle İsrail yanlısı haber yaparak Filistinli sesleri tamamen susturmaktadır.
Özellikle yayın ilkeleri arasında açık bir şekilde İsrail’in, dünya üzerindeki Yahudilerin çıkarlarının korunması öncelik kabul eden Alman medya devi Axel Springer Yayınevi’ne bağlı birçok gazete ve dergisi ile İsrail’in en önemli destekçisidir. Almanya’nın önde gelen gazetesi Bild ve Die Welt’in sahibi Springer, sarsılmaz bir İsrail yanlısı duruş sergilemektedir. Springer’e bağlı medya, İsrail’e sadece destek vermekle kalmayıp yakın zamanda yapılan bir araştırmanın ortaya çıkardığı gibi İsrail’in işgal altındaki Batı Şeria’daki yasadışı yerleşimlerinden para kazanmaktadır.
Jeopolitik ve Stratejik Çıkarlar / İsrail’in Batı İttifakı İçindeki Konumu
Almanya’nın İsrail’e desteğinde jeopolitik çıkarlar önemli rol oynamaktadır. Orta Doğu’nun stratejik konumu, İsrail’i Batı’nın bölgedeki çıkarlarını koruyan kritik bir müttefik yapmaktadır. Almanya, terörle mücadele, istihbarat paylaşımı ve savunma konularında İsrail ile iş birliği yaparken İsrail’in ABD ile güçlü ilişkileri de bu desteği pekiştirmektedir. Almanya, transatlantik ilişkiler ve Batı ittifakı çerçevesinde İsrail’i Orta Doğu’daki en önemli stratejik ortak ve demokratik değerlerin savunucusu olarak görmektedir. Bu durum, Almanya’nın İsrail’e yakınlaşmasını ve desteğini artıran temel unsurlar arasındadır.
[Dr. Ahmet Bülbül, Nuh Naci Yazgan Üniversitesi’nde öğretim görevlisidir.]
[1] Ayrıntı için bkz. Ahmet Bülbül, “Tarihsel Ahlâkî Sorumluluk Bağlamında Batı Almanya’nın İsrail Politikası: Altı Gün Savaşı Örneği”, Electronic Journal of Political Science Studies (EJPSS), 10/1 (Ocak 2019): 59-77.
[2] Ayrıntı için bkz. Şener Aktürk, “Not So Innocent: Clerics, Monarchs, and the Ethnoreligious Cleansing of Western Europe”. International Security; 48/4 (2024): 87–136.
[3] Ayrıntı için bkz. Enes Bayraklı & Esra Sağlam (ed.), Almanya’da Kurumsal Irkçılık ve NSU Cinayetleri, İstanbul: Türkiye Araştırmaları Vakfı Yayınları, 2023.