İsrail kurulduğu 14 Mayıs 1948 yılından bugüne kadar Filistin topraklarında uluslararası hukukun yasaklamış olduğu bütün eylemleri gerçekleştirdi. Özellikle 1948, 1967 ve 1973 yıllarındaki Arap-İsrail savaşları, Filistin topraklarında kritik dönemlerin yaşanmasına ve sorunun giderek derinleşmesine neden olurken bu savaşlarda yaşanan savaş suçları günümüze kadar küresel toplum tarafından görmezden gelindi. Üstelik Filistin topraklarında yaşanan çatışmalar neticesinde ortaya çıkan siyasi durum bölgenin diğer devletlerinin de silahlı çatışmanın içinde bir şekilde konumlanmasına neden oldu. Filistinlilerin Nakba (Nekbet, Nikbet olarak da ifade bulur ve “felaket” anlamına gelir) olarak andığı 1948 Arap- İsrail Savaşı ile başlayan Filistin halkının mülteci konumuna düşürülmesi de bu tarihler itibarı ile hız kazandı. Filistin halkının kendi topraklarından insani şartlar zorlanarak sürülmesi uluslararası hukukun amir kurallarının ihlallerinin arka arkaya bölgede uygulanmasına zemin hazırladı. Oslo Anlaşması’nın “İsrail’in Filistin topraklarından aşamalı olarak geri çekilmesi” ile ilgili maddesine rağmen İsrail bu maddenin şartlarını yerine getirmemiştir. Bu durumun en önemli sebebi Oslo sürecinin Kasım 1995’te İzak Rabin’in öldürülmesiyle bir dönüm noktasına girmesi ve siyasi yakınlaşmanın baltalanması olmuştur. Devamında Arafat ve Ehud Barak’ın Temmuz 2000’de Camp David’de anlaşmaya varamaması sürecin tamamen çözülmesine neden oldu. Bu dönemde Barak Arafat’a resmi bir yazı ile bir çözüm teklifinde bulunmadı ve bu sürece dair açıklamalar ABD’nin Arap-İsrail işlerinden sorumlu özel yardımcısı Robert Malley tarafından yapıldı.
Bugün Filistin topraklarında yönetilen bu işgal politikasının sonuçları ne yazık ki insan onurunu hiçe sayan, bebekler başta olmak üzere sivil halkın insan olarak var olmalarından kaynaklı doğal haklarının hepsini yok sayan uygulamalara dönüştü. Süreç, Aksa Tufanı olarak anılan El Kassam Tugaylarının saldırısıyla başlayan 27 Kasım 2024 tarihinde karara bağlanan “ateşkes” kabulüne kadar 14 ay boyunca tamamen insanlık dışı eylemlerle devam etti.
Özellikle 14 aylık süreçte İsrail’in sivil Filistin halkına ve Lübnan halkına yönelttiği saldırılar nihayet uluslararası toplumda birçok eleştiriye yol açtı. Uluslararası Ceza Mahkemesi Başsavcısı “Savaş suçları, insanlığa karşı suçlar, saldırı suçu ve soykırım suçlarını” kapsayan uluslararası ceza hukuku literatüründe “çekirdek suçlar” olarak bilinen suçlardan hem Benyamin Netanyahu’yu hem de Yoav Galland’ı sorumlu tutarak haklarında tutuklama kararı alınması konusunda büyük çaba harcadı. Başsavcı Karim Khan, bu bağlamda aldırmış olduğu karar ile İsrail’in “dokunulmaz küstah devlet” imajının yıkılmasını sağladı ve gerçekten Uluslararası Ceza Mahkemesinin tarihinde büyük bir karara imza atarak kendisi de tarihe geçti.
Elbette karara destek olduğu kadar ABD başta olmak üzere bazı devletler tarafından şiddetli siyasi söylemlerle karşı çıkanlar da oldu. Dolayısıyla ABD’nin kararı uygulamayacağını derhal açıklaması malumun ilanı gibiydi ancak bu kararın uygulanabilmesi sorun hâline gelecek mi yoksa devletler kararı uygulamada istekli olacaklar mı asıl soru bu oldu. Bu kararın uygulanması için uluslararası hukuk devletlerin önünü ne derece açacak ya da hukuk istekli devlete cevaz verdiği kadar tutuklamayı gerçekleştirebilmek hangi hukuki zeminde olacak? Velev ki tutuklama gerçekleşti, sonraki süreç nasıl ilerleyecek? Tüm bu sorular gerçekten bugün küresel kamuoyunun zihninde belirginleşmeye başladı. Çalışmada bu sorulara yanıt arayacak ve uluslararası hukuk zemininde bir değerlendirme yapılacaktır.
Uluslararası Caza Mahkemesi Statüsü (Roma Statüsü) Nedir, Hangi Suçlara Yetkilidir?
UCM’nin kuruluş statüsü olarak bilinen Roma Statüsü 1998’de düzenlenmiş ve 11 Nisan 2002 tarihinde BM Genel Sekreteri’ne tevdi edildikten sonra 1 Temmuz 2002’de yürürlüğe girmiştir.[1] Roma Statüsü’nün 8. maddesi “Savaş Suçları” başlığı altında yer alan hükümler, uluslararası hukukun “ciddi ihlalleri”, özellikle uluslararası insancıl hukukun ciddi ihlalleridir. Dolayısıyla Roma Statüsü’nün 8(2)(a) fıkrasında ciddi ihlallerin aslında 1949 tarihli Dört Cenevre Sözleşmesi’nde yer almaktadır. Bu hâliyle Roma Statüsü’nün bu belgelerdeki tanımları tekrarlar. Dört Cenevre Sözleşmesi 21 Aralık 2014 itibarıyla 196 ülke tarafından onaylanmıştır ve genellikle mevcut uluslararası teamül hukukunu yansıttığı düşünülmektedir. Sözleşmeler, bir çatışmada etkilenen farklı bir grup insana sağlanacak muafiyetler ve korumaları ele almaktadır.[2] İsrail’in 7 Ekim 2023 tarihinde Hamas’ın silahlı kolu El Kassam Tugaylarının İsrail’e yönelik saldırılarına cevaben savaş ilanı kararı almış ve çıkan çatışmalarda en az 1.400 İsrailli ve 15.000 Filistinli sivil olmak üzere 15.000’den fazla kişi ölmüş, 45.000’den fazla kişi yaralanmıştır. Yaklaşık 1 milyon Gazzeli ve 500.000 İsrailli yerinden edilmiştir. Bu durum göstermektedir ki İsrail Yom Kippur Savaşı’ndan bu yana ilk kez savaş ilanı kararı almış ve bu kararın ilanı ile sadece Filistin halkı değil aynı zamanda İsrail halkının da uğramış olduğu savaş suçlarına maruz kalmıştır. Diğer taraftan İsrail söz konusu olduğunda devletin Statüyü kabul etmemesi nedeniyle Mahkemenin yargı yetkisi açısından sorunların çıkabileceği düşünülmektedir. Statünün 4. maddesi şu şekildedir;
“1. Mahkeme, uluslararası bir hükmi şahsiyete sahiptir…
2. Mahkeme, bu tüzükte öngörülen görev ve yetkilerini herhangi bir taraf devlet toprakları üzerinde ve de özel bir anlaşma ile diğer devletlerin toprakları üzerinde uygular” madde hükmü gereğince mahkeme yargı yetkisini, özel sözleşme ya da Statünün kabul edildiği ülkeler toprağında uygulanacağı belirtilmektedir. Dolayısıyla, İsrail’in ilgili siyasi ve askeri figürlerinin yargılanmayacağı ya da yargılanamayacağı durumu ön plana çıkmaktadır. Statü’nün 5. maddesi hükmü mahkemenin yargı yetkisine giren suçları ederken bu suçların yargılanması konusunda yetkili olduğunu ve ancak ikincil yargılama yetkisini de bir önceki madde ile belirtmiştir. Yukarıda da belirttiğimiz üzere İsrail Silahlı Çatışma Hukukunun da birçok hükmünü ihlal ettiği için Roma Statüsünün tarafı olmasa bile Dört Cenevre Sözleşmelerini imzacı olması henüz bu sözleşmeleri onaylamamış olmasına rağmen ciddi suçları işlemiş görünmektedir.
Bir başka ifade ile söylemek gerekirse uluslararası toplumun vicdanını derinden yaralayan eylemler olarak da tanımlanan ve yukarıda sayılan suçlar söz konusu olduğunda devletlerin neye ya da hangi sözleşmeye taraf olduğu ya da olmadığının bir önemi olmamaktadır. Temelinde uluslararası toplumun vicdani huzuru ve tepkisi önemlidir. Roma Statüsü 6. maddesinde tıpkı 1949 Tarihli Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesinin 2. maddesinde tanımlanmış olan soykırım suçunu olduğu gibi almış ve bu tanımı benimsemiştir. Statünün amaçları ciddi ihlalleri önleyici yargılamalar yapmak olduğundan yola çıkılarak “ulusal, etnik, ırki ya da dini bir grubu kısmen veya tamamen yok etmek amacıyla gerçekleştirilen ve şu eylemleri kapsayan; (a) grup üyelerini öldürmek; (b) grup üyelerine ciddi bedensel ya da ussal zarar vermek; (c) fiziksel olarak kısmen ya da tamamen yok etmek kastıyla, grubu ağır yaşam koşullarına maruz bırakmak; (d) grup içinde doğumları önlemeye yönelik tedbirler koymak; (e) grup içindeki çocukları zorla bir başka yere nakletmek” tarif edilen soykırım suçunun İsrail tarafından işlendiği gerçeği UCM’nin tutuklama kararında toplumun vicdanını esas alındığını göstermektedir.
Diğer bir çekirdek suç olan insanlığa karşı suçların tarifi yine Cenevre Sözleşmelerinde ifade edildiği üzere olduğu gibi kabul edilmiş, bu bağlamda Statünün önemle vurgulamış olduğu nokta ise yine İsrail’in siyasi ve askeri karar alıcılarının yargılanabilirliği açısından önemlidir. Statü “2. 1. paragrafın amaçları bakımından: (a) “Herhangi bir sivil topluluğa yönelmiş saldırı”, devlet ya da kurumsal bir politikanın uzantısı ya da bu politikanın daha da ileri götürülmesine yönelik olarak 1. paragrafta belirtilen eylemlerin herhangi bir sivil topluluğa karşı müteaddit kereler yapılması anlamına gelir.” şeklindeki hükmü açısından gayet net ve açık durumdadır. İsrail’in özellikle Filistin halkını yerinden etme ve belirli bir alana sürme, yaşam koşullarını Gazze’de uygulamış olduğu abluka nedeniyle zorlaştırma, buraya gönderilen insani yardımlara izin vermeme gibi uygulamaları Statünün bu hükmünü derhal karşılamaktadır. Dahası bu eylemlerin “devlet veya kurumsal bir politikanın sonucu” olarak yapılması direkt olarak UCM’nin yargı yetkisine girmektedir. Roma Statüsü 8/2(b)(vii) maddesi, çatışmanın içindeki sivil kişilerin çatışmanın tarafı olan devletlere nakledilmesine belirli sınırlandırmalar getirir. 8/2(b)(vii) maddesi, bu sınırlandırma özellikle çatışmanın içinde bulunan sivilleri korumak maksadıyla yapılabilmektedir.[3] Maddede geçen transfer kavramı geniş anlamda yorumlanmaktadır. Bu bağlamda İsrail’in yerinden etmiş olduğu sivillerin mahiyeti ve tabiiyetinin bir önemi yoktur. Bu bireyler Filistinli olabileceği gibi Lübnanlı siviller ve İsrailli siviller de savaş suçuna maruz kalmış sayılmaktadırlar. Diğer taraftan ifade edildiği üzere 4 No.lu Cenevre Sözleşmesi’nin 49. maddesi her türlü zorla nakli işgal altında dahi yasaklamaktadır. Bu şartlar altında Gazze’de yıllardır işgalci olarak varlık gösteren İsrail, işgal hukuku kapsamında işgali yürütmesi beklenirken hukukun kural ve kaidelerini burada da ihlal etmektedir.
Uluslararası Caza Mahkemesi Netanyahu ve Gallant’ı mı İsrail’i mi Yargılayacak?
Uluslararası Ceza Mahkemesi bireysel yargılama yapar. Statünün amacı savaş zamanında ve barış zamanında insanlık onuruna karşı işlenmiş suçları ve uluslararası toplumun vicdanını ciddi oranda rahatsız eden suçların yargısını yapmaktadır. Bu suçlar aslında 12 Ağustos 1949 Cenevre Sözleşmelerinin müşterek 2. ve 3. maddesinin ciddi ihlalleri; yani silahlarını bırakmış silahlı kuvvetler mensupları ile hastalık, yaralanma, gözaltı veya herhangi bir başka nedenle savaş dışı kalmış olanlar dahil olmak üzere çatışmalarda aktif olarak yer almayan kişilere karşı işlenen fiilleri içerir. Dolayısıyla bu fiiller yine bir başka insana karşı yine insan tarafından yöneltilen fiillerdir. Bu fiillerden mütevellit sorumluluk yine insana dairdir. Diğer taraftan uluslararası sistemde devletin egemen erk olarak kabul edilmesi ve devlet üzerinde başka bir gücün kabul edilmemesi devleti bilinçli olarak bu suçları işlemeye itmiş olsa bile devleti yargılayacak bir mekanizmanın varlığı kabul görmemektedir. Aslında bu konu Uluslararası Hukuk Komisyonu tarafından tartışılmış Roberto Ago tarafından konuya dair bir rapor[4] sunulmuş ve devletin bu suçlardan yargılanabilirliği tartışılmıştır ancak bu rapor kabul edilmemiştir. Bu bağlamda Roma Statüsü 28. maddesinde de “Komutanların veya diğer üst rütbelilerin sorumluluğuna işaret etmiş ve Mahkeme’nin yargı yetkisi içine giren, bu tüzük altındaki suçlardan kaynaklanan cezai sorumluluk dayanaklarına ilave olarak:
“1. Bir askeri komutan veya askeri komutan gibi, etkin bir şekilde faaliyette bulunan bir şahıs, kendi fiili yönetimi ve denetimi altındaki silahlı kuvvetlerin, bunlar üzerinde yeterli kontrol sağlayamaması sonucunda, Mahkeme’nin yargı yetkisine giren suçları işlemesi hâlinde…
2. 1. paragrafta tanımlanmayan üst-ast ilişkileri çerçevesinde bir üst, kendi etkin kontrol ve yetkisi altındaki astlarının işledikleri ve Mahkeme yargı yetkisine giren suçlardan dolayı ve astlarını gerektiği gibi kontrol edemediği durumların sonucu olarak…, cezai sorumluluk taşır.” diyerek bireysel sorumluluğa dikkat çekmiştir. Statü bu maddede de şahsi sorumluluğu vurgulamış sadece kişilerin devlet görevlisi olması hâlinde ilgili devlet görevlilerinin bu sorumluluktan ari kılınmayacaklarını belirtmiştir.
Görüldüğü üzere UCM hem devletlerin içindeki görevleri bakımından hem de şahsi eylemlerine istinaden ilgili siyasi ve askeri sorumluların yargılarını yapma yetkisine sahip olacaktır.
Sonuç
Filistin topraklarında yaşanan tüm bu savaş suçları gerçekten sadece bu toraklarla sınırlı kalmamış ve hemen yanı başındaki Lübnan’a kadar uzanmıştır. Bu şartlar altında yaşanan insanlık dışı muameleler, insan onurunu hiçe sayan tüm eylemler uluslararası toplumun vicdanı karşısında ilgilileri tarafından hesap verilmesi gereken suçlar olarak yeniden dünya çatışma tarihine yazıldı. Ancak belirtmek gerekir ki bu suçların sorumlularının sırf bazı uluslararası düzenlemeleri kabul etmemiş olmaları nedeniyle bu sorumluluktan kaçabilmeleri toplumun kabul edebilirliği düzeyini artık zorlamaktadır. Bu şartlar altında uluslararası düzeni bozan eylemlerin cezai yaptırımlarının olması elzemdir. İsrail Roma Statüsüne taraf değildir. Ayrıca Cenevre 4 Sözleşmeleri olarak bilinen Silahlı Çatışma Hukukunun kaidelerinin belirlenmiş olduğu İnsancıl Hukuk kurallarını da imzalamış ancak yürürlüğe koymamıştır. Bu sözleşmelere taraf olmamak ya da silahlı çatışmaların örf adet hukuku kurallarının kodifiye edilmesiyle ortaya çıkmış kurallarını kabul etmemek bu sorumluluktan hiç kimseyi azade etmemelidir. Hukuk bu bağlamda vardır. İç hukuk kuralları devletin kamu düzenini sağlamak için vardır. Uluslararası hukuk ise uluslararası toplumun düzenini korumak için vardır. Kabul görmüş olan bir uluslararası toplumun varlığı ile ortaya çıkmış örf adet kuralları yazılı hâle gelmiş bir uluslararası çatışma kurallarını ortaya koymuş ise bu kurallardan toplumu oluşturan tüm devletler sorumluluk sahibidir. Netice itibarı ile uluslararası toplumun öğrenmiş olduğu ve uygulayarak kabul ettiği tüm kurallara uyulması toplum düzeninin sağlanması için elzem ise İsrail bu kuralları yok sayamaz. Şayet kendisini toplumun bir parçası olarak görmesi ve toplum tarafından kabul görmesi buna bağlıdır. Diğer açıdan bakıldığında UCM Statüsü örf adet hukuku kurallarından temelini alan Cenevre Sözleşmelerini rehber almış olduğu için statünün tarafı olup olmamasının bu şartlarda önemi kalmamaktadır. Dolayısıyla sözleşmelerin ortak maddeleri uluslararası alanda aktör olarak kabul edilmeyen unsurlara dahi uygulanırken devlet iddiasında olan İsrail’i hayli hayli bağlayacaktır. O hâlde tüm bu insanlığa karşı işlenmiş suçların bir sorumlusu ve yaptırımı olacaktır…
Dipnotlar:
[1] Otto Triffterer ve Kai Ambos, Rome Statute of the International Criminal Court: A Commentary, Third Edition, München: Verlag C. H. Beck, 2016, s.285.
[2] Zeynep Deniz Altınsoy, Uluslararası Hukukta İnsan Ticareti Suçunun Silahlı Çatışmalarda Çocuklar Açısından Değerlendirilmesi, Ankara: Yetkin Yayınları, 2023, s.178-180.
[3] Tom Woodhouse vd., (Der.), The Contemporary Conflict Resolution Reader, Cambridge: Polity Press, 2015, s.99-107; Triffterer ve Ambos, Rome Statute of the International Criminal Court, s.258-259.
[4] Giorgio Gaja, “Obligations Erga Omnes, International Crimes and Jus Cogens: A Tentative Analysis of Three Related Concepts”, International Crimes of State: A Critical Analysis of the ILC’s Draft Article 19 on State Responsibility, Der., Joseph H. Weiler, Antonio Cassese ve Marina Spinedi, Berlin, Boston: De Gruyter, 1989, s.157.