Dış Politikada Otonominin Kilidi

Savunma Sanayii Yatırımları

ABD başkanlık seçimlerinin hemen peşinden Rusya-Ukrayna sahasında tırmanan gerilim, ucu nükleer savaşa kadar varan birçok senaryoyu gündeme getiriyor. Ukrayna’nın Batı yapımı füze sistemleri ile Rus topraklarının derinliklerine yönelik saldırıları ve Rusya’nın bu saldırılar karşısında bir taraftan nükleer silah doktrinini yenilemesi diğer taraftan Ukrayna’ya karşı kıtalararası balistik füzeler kullanması uzun zamandır konuşulan “Soğuk Savaş”ın yerini Rusya-Batı arasında sıcak savaşa bırakabileceği senaryolarını gündeme taşıdı.

II. Dünya Savaşı sonrası Batı bloku içinde kendini konumlandıran, NATO gibi batılı savunma örgütünün en önemli üyelerinden biri olan Türkiye 2000’li yıların başlarından beri dış politikada farklı arayışlar takip ediyor. Bir taraftan Rusya, Çin gibi Batı dışı aktörlerle yakın işbirliği geliştirerek “stratejik dengeleme” siyaseti takip ederken diğer taraftan bugüne kadar takip ettiği Batı merkezli dış politikasında “otonomi” arayışında. Bu yazının temel iddiası hem dengeleme hem de otonomi arayışında olan Türkiye’nin bu siyasetinin başarıya ulaşmasında kilit faktörün savunma sanayii olduğu vurgulanacaktır. Askeri endüstriyel kapasitede yakalanan başarılar derinleştikçe dış politikada daha bağımsız karar süreçleri ortaya çıkacağının altı çizilecektir.

Batı Bloku Üyeliğini Sorgulatan Gelişmeler

I. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan iki kutuplu dünya düzeninde Türkiye, Batı bloku yanında saf tutarak açık bir tercihte bulundu. NATO üyeliği ile perçinlenen bu tercih sonucu Türkiye, Batı merkezli bir dış politika takip etmeye başladı. Bu süreçte Türk dış politikasının oluşum süreçlerinde Batılı ülkelerle kurulan bu ittifakın önemli bir rolü oldu.

Ancak 1960’lı yıllardan itibaren yaşanan bazı gelişmeler Batılı ülkelerle kurulan ittifaka odaklı dış politikanın sorgulanmasına yol açtı. 1962 yılında yaşanan “Jüpiter Füze Krizi”, 1964 yılında “Jhonson Mektubu”, 1974 yılında “Kıbrıs Müdahalesi” gibi gelişmelerde Batı ittifakının Türkiye’nin güvenlik hassasiyetlerini önemsemeyen tutumu Ankara’da derin bir endişeye yol açtı. 1970’li yılların başlarında Arap-İsrail çatışmasında Türkiye’nin Batı müttefiki İsrail yerine Sovyet müttefiki Arap rejimlerinden yana tavır takınması dış politikada otonomi arayışının ilk girimleri olarak okunabilir.

Soğuk Savaş sonrası yaşanan bazı gelişmeler bu otonomi arayışlarının yoğunlaşmasına yol açtı. I. Körfez Savaşı sonrası ABD’nin Türkiye’nin ulusal çıkarları hilafına Irak’ın kuzeyinde otonom bir Kürt bölgesi oluşturma ve bölgeyi PKK için güvenli bir sığınak hâline getirme çabası, otonomi arayışlarını halkalaştıran bir sonuç üretti. Benzer şekilde Arap Baharı sürecinde Suriye’nin toprak bütünlüğünü bozmaya ve Suriye’nin kuzeyinde Türkiye karşıtı silahlı bir yapı oluşturmaya yönelik girişimler, Türkiye ile Batı arasında önemli bir gerilim ortaya çıkardı. Tüm bu yaşananlar Ankara’daki karar vericiler açısından Türkiye’nin ulusal güvenliğinin sağlanmasında Batı merkezli dış politika süreçlerinin çok fazla işe yaramadığı, bunun yerine daha otonom dış politika uygulamalarının gerekli olduğu kanaatini güçlendirdi. Batılı müttefiklerine karşı 1960’lı yıllardan itibaren bir güven bunalımı yaşayan Türkiye, kendi çıkarlarını takip etmek için bağımsız bir dış politika süreçlerine ihtiyaç duysa da savunma sanayinde Batıya olan bağımlılık dış politikada otonomi arayışlarının önünde önemli bir engel olarak durmaktaydı.

“Tereyağı Almak İçin Ne Kadar Silaha İhtiyacımız Var?”

ABD’li ünlü diplomat ve uluslararası ilişkiler çalışmalarının en önemli simlerinden biri olan Henry Kissinger, yazdığı “Diplomasi” isimli kitapta İngiltere başbakanı Pitt’den şöyle bir alıntı yapar: “Tereyağı almak için ne kadar paraya ihtiyacımız var sorusu yanlış bir sorudur. Sorunun doğrusu; tereyağı almak için ne kadar silaha ihtiyacımız var şeklinde olmalıdır.” Klasik realist düşüncenin en pür hâlini ifade eden bu yaklaşım, askeri kabiliyet ve kapasitenin devletler için ne kadar hayati olduğunun altını çizmektedir. Kissinger bu alıntı ile bırakın hayati ihtilafların çözümünü, tereyağı gibi sivil bir ihtiyacın karşılanması için bile askeri kapasitenin zorunlu olduğunu vurgulamaktadır.

Soğuk Savaş’ın bittiği 1990 sonrası uluslarası ilişkilerde liberalizmin ön plana çıktığı siyasal bir atmosfer oluştu. Uluslararası gerilimlerin çözümünde BM ve NATO gibi kurumların aktif rol aldığı, demokrasiyi teşvik politikalarının yoğunlaştığı, AB genişlemesi ile küresel barış umutlarının arttığı bir dönem ortaya çıktı. Ancak 11 Eylül saldırıları bu umutların oldukça kısa sürmesine yol açtı. ABD’nin Afganistan ve Irak’ı işgali, uluslararası sorunlarda tek taraflılık ve önleyici müdahale doktrini gibi yaklaşımları yeniden realist bir atmosfer ortaya çıkardı.

Soğuk Savaş döneminde Batılı müttefiklerinin Türkiye’nin ulusal güvenlik endişelerine duyarsız kaldığı önemli krizler ortaya çıkmıştı. Ancak 1990’lı yıllardan itibaren bu durum daha da görünür hâle geldi. I. ve II. Körfez Savaşı, Arap Baharı gibi istikrarsızlık dönemlerinde Batılı ülkelerin Türkiye’nin ulusal güvenlik endişelerine duyarsızlığının artması ve uluslararası krizlerin çözümünde askeri endüstriyel kapasitenin önemli bir araç olarak ön plana çıkması Türk dış politikasında yeni arayışları tetikledi.

Bu alanda Türkiye’nin attığı ilk adım hiç şüphesiz savunma sanayii alanında yaptığı atılımlar oldu. Özellikle hava savunma sistemleri ve insanlı/insansız uçaklar alanında yapılan başarılı girişimler dış politikada bağımsız karar sürelerinin en önemli destekleyicileri oldular. Bir taraftan mücavir coğrafyasında yoğun savaşların yaşandığı diğer taraftan Batılı müttefiklerinin Türkiye düşmanı aktörlere sağladığı yoğun destek Türkiye’yi kendi milli sistemlerini geliştirmeye zorlamaktadır.

Dış politikada bağımsız karar süreçleri sahip olunan stratejik silah sistemleri ile yakından alakalıdır. Milli ve yerli silah sistemlerine yapılan her yatırım ve bu alanda elde edilen her başarı, dış politikadaki karar süreçlerinde daha yüksek bir özgüven ortaya çıkaracaktır. 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’ndan bu yana Türkiye, dış politikada bağımsız adımlar atmaya çalıştığında savunma sanayindeki dışa bağımlılığı, bu çabaların önünde bir engel oluşturmuştur. Batılı ülkelerin sağladığı silahların terörle mücadelede kullanımıyla ilgili şartlar koyması, S-400 alımı nedeniyle Türkiye’nin F-35 programından çıkarılması ve ABD’nin CAATSA yaptırımlarını uygulaması, bu durumun öne çıkan örneklerindendir. İsrail’in güneyimizde takip ettiği revizyonizme varan yıkıcı savaşı diğer taraftan Rusya ile Ukrayna arasında tırmanan ve Batı ile Rusya arasında doğrudan sıcak savaşa doğru evrilen gerilim, stratejik silah sistemlerinin önemini bir kez daha hatırlamamızı sağlamalıdır. Çünkü tereyağı almak için paranın işe yaramayacağı bir dünya düzeni hızla yaklaşıyor.

[Doç. Dr. Necmettin Acar Mardin Artuklu Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümü başkanıdır.]

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu