Bu asrın ilk çeyreği neredeyse sona ererken, uluslararası sistemdeki değişimler günden güne daha belirgin hâle geliyor. Büyük aktörlerin yeni kurulan satranç tahtasındaki pozisyonları gün yüzüne çıkarken 20. yüzyıl denklemindeki bazı piyonların tahtanın son karesine varıp yeni görevler üstlenmesi hesapları altüst ediyor. Sistemdeki bu yapısal değişim akımının önde gelen aktörlerinden en çok dikkat çekeniyse Türkiye. Davul zurnalar eşliğinde güç gösterisi peşinde koşmayan Ankara’nın son 45 günde attığı ve saçtığı tohumlar, uluslararası sistemde istikrar ve barışı dört gözle bekleyenlerin muradına ermesine yardımcı olabilecek potansiyele sahip. Bu yazıda, son dönemde Türkiye’nin Afrika, Orta Doğu ve Asya’da attığı adımları siyasi iktisat temelinde bir çerçeveye oturtup, orta büyüklükte bir gücün efektif kapasite kullanımı sayesinde nasıl büyük bir güç olma yoluna girdiğini değerlendirmeye çalışacağım.
Sistemi Ağlarla Bezemek: Yapısal Güç ve Diplomasi
Uluslararası sistem dediğimiz gözle görülmeyen ancak bir kurgu olarak da nitelendirilemeyecek yapı, belirli aktörler ya da bir grup aktör merkezinde örülen bir örümcek ağına benzemektedir. Bu ağdaki iplikler, askeri, ekonomik ve siyasi güç çerçevesinde şekillendirilmektedir. Fransız siyaset bilimci ve teorisyen Raymond Aron’a göre, bir aktörün sahip olduğu güç, başka bir aktöre rağmen istediğini yapma, karşı aktörün iradesini eğip kendi çıkarı doğrultusunda ona istediğini yaptırabilme ya da aktörün istediği eylemi durdurabilme kapasitesidir. Bu uzun ve yorucu tanımın en çarpıcı noktası, gücün hem dinamik hem de statik yönlerinin olmasıdır.
Gücün dinamik yönü, sistem içerisinde varlığını göstererek diretme anlamına gelir. Gücün belki de en etkili ve etkin olan statik yönüyse bu ağlar üzerinde hareket etmekten ziyade ağları sıkılaştırıp gevşeterek ya da yeni ağlar örerek isteklerini diretme kabiliyetini ifade eder. Bu noktada Aron daha geniş açıklamalara yer vermezken ondan yaklaşık yarım asır sonra literatürde yer edinen Susan Strange, gücün statik yönünü tanımlamış ve “yapısal güç” kavramını ortaya koymuştur. Strange’e göre yapısal güç, bir devletin veya kurumun diğer aktörlerin seçeneklerini, normlarını ve eylemlerini şekillendirme kapasitesine işaret etmektedir. Bu güç; ekonomik, finansal, güvenlik ve bilgi gibi yapısal alanlarda üstünlük sağlayarak diğer ülkelerin davranışlarını dolaylı yoldan etkileme becerisi anlamına gelir. En çarpıcı özelliği ise doğrudan zorlamaya değil, diğer aktörlerin tercihlerini şekillendirmeye dayanarak gizli ve kalıcı bir etki yaratmasıdır.
Mevcut uluslararası sistemin başat gücü olarak görülen ABD’nin sistem üzerinde bu denli etkin ve nüfuz sahibi olabilmesinin ardında yatan üç faktör; Bretton Woods Anlaşmaları’yla kurduğu finansal düzen, Soğuk Savaş döneminde güvenlik ve askeri üstünlük sağlaması ve teknoloji ile bilgi alanındaki liderliğidir. Yapısal gücün en önemli getirisi ise müzakere masalarında ortaya çıkmaktadır. Yapısal güç, bir devletin diplomasi araçlarına dolaylı ancak güçlü bir destek sağlamaktadır. Diğer ülkelerin hareket alanını sınırlayan ve onların müzakere masasında elini zayıflatan yapısal güç sayesinde güçlü devletler, diplomasi yoluyla doğrudan baskı kurmadan kendi çıkarlarına uygun sonuçları elde etmeyi kolaylaştırmaktadır.
Resim-1: Türkiye sistemi güçlendiriyor
Kırılgan Sistemi Yeni Ağlarla Desteklemek
Büyük güç olmanın göstergelerinden biri olan yapısal güç, yalnızca büyük güçlerle ilişkilendirilemeyecek kadar geniş bir kavramdır. Diplomaside kıvraklık ve kaynakların verimli bir biçimde kanalize edilmesiyle orta büyüklükteki devletler de yapısal güçlerini geliştirip sistemdeki nüfuzlarını artırabilmektedir. 19. yüzyılda sistemdeki diğer aktörlere göre orta büyüklükte bir devlet olan Prusya, kaynaklarını verimli alanlara yönlendirebilmiş ve 1871’de Alman Birliği’ni kurup Avrupa siyasetindeki büyük güçlerden biri konumuna elli yıldan az bir sürede ulaşabilmiştir. Modern uluslararası ilişkiler karmaşasında ise orta büyüklükteki devletlerin yapısal güç artırımına gitme yolları, yeni güç merkezlerinin doğuşuyla beraber çeşitlenmiş ve diplomatik atılımların sayısında artışa yol açmıştır.
Yeni dönemin önde gelen aktörlerinden biri olarak Türkiye öne çıkmaktadır. Soğuk Savaş yıllarında orta büyüklükteki aktör tanımının sözlük anlamını birebir üzerinde barındıran Türkiye, son 20 yılda attığı adımlarla konumunu pekiştirmekle kalmamış; 2016’daki hain darbe girişimi sonrası refleksif dış politika anlayışından, proaktif ve ön alıcı dış politika şiarını benimsemesiyle beraber yapısal güç artırımı yoluna girmiştir.
Harita-1: Türkiye’nin İmzaladığı Enerji İş Birliği Anlaşmaları
Kaynak: T.C. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, BBC, Reuters, Anadolu Ajansı.
Türkiye’nin Grand Stratejisi: Adalet ve Hakkaniyet
Yapılan anlaşmaların paylaşılan metinlerine baktığımızda, büyük güçlerin çizdiği grand strateji taslaklarından farklı bir tabloyla karşılaşmaktayız. ABD’nin enerji stratejisinin özünde, kendi çıkarlarını birincil sıraya koyarak muhatabıyla kurduğu ilişkilerde post-sömürgeci pratikleri benimsemesi, aktörler arasında doğal bir eşitsizlik durumu yaratmaktadır. Hâl böyleyken, ABD ile kurulan “zoraki” ilişkiler, sistemde bir güç dengesizliği dalgasını ve dolaylı olarak da adaletsizlik ve zulüm silsilesini tetiklemektedir.
Buna karşılık, Türkiye’nin benimsediği “insani ve girişimci” dış politika anlayışı, kıyasa konu olan büyük güçlerin kurduğu ilişkilerin doğasından taban tabana ayrışmaktadır. Türkiye, bu girişimlerinde gelir dağılımında hakkaniyet ve adil paylaşımı ön plana çıkarmakla kalmamakta, aynı zamanda teknoloji aktarımı ve insan kaynağının kıymetlendirilmesi hususunda da ön alıcı bir rol üstlenmektedir.
Örneğin, Senegal ile yapılan enerji ve hidrokarbon alanındaki iş birliği anlaşmasında, Senegallilerin BOTAŞ bünyesinde verilecek eğitimlerden faydalanmasını öngören madde, Türkiye’nin uzattığı dostluk elinin en somut tezahürlerinden biridir. Bu yaklaşım, yalnızca ekonomik iş birliğini değil, aynı zamanda aktörler arasında eşitlikçi ve sürdürülebilir bir bağ kurmayı da hedeflemektedir.
Türkiye bu attığı adımlarla sadece enerji diplomasisi alanında ön plana çıkmamaktadır. Enerji diplomasisini bir kaldıraç olarak kullanma marifetiyle o ülkelerle geliştirdiği bağları kalıcı ve sürdürülebilir kılmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, Türkiye’nin nihai hedefi bir büyük güç olarak tabiri caizse bölgede “ahkam kesmek” değil; bölgenin kalkındırılmasını sağlayarak uluslararası sistemin daha dengeli bir düzleme oturmasına da vesile olmaktadır.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sıkça zikrettiği “Dünya beşten büyüktür” söylemi açısından bakıldığında da Türkiye esnek ve öngörülemez uluslararası sistemi yeni ağlarla bezemektedir. Bu yeni ağlar, Türk dış politikasının bir diğer nihai hedefi olan daha adil bir dünya düzenini tesis etme yolunda önemli adımlar atmaktadır. Türkiye’nin bu doğrultuda attığı adımlar, başta Fransa olmak üzere kendi müttefikleri tarafından dahi tehditkar olarak algılanmaktadır. Ancak bu algının temel sebebi, 20. yüzyılda örülen örümcek ağının merkezindeki ülkelerin, kendi merkezî konumlarını kaybetme korkusudur.
Durum böyleyken, Batı medyasında “yeni Osmanlıcılık” olarak dile getirilen söylemler, esasen bu devletlerin yeni sömürgeci çıkarlarını tehdit ettiği için servis edilmektedir. Ancak Türkiye’nin Afrika ülkeleriyle kurduğu ilişkilere, tarafların medyalarına ve akademisine bakıldığında tam aksi bir tablo ortaya çıkmaktadır. Örneğin, Fransız Uluslararası Radyosu (Radio Française Internationale – RFI), Türkiye’nin Somali’deki adımlarını çıkarma olarak tanımlarken; Le Monde gazetesi, Türkiye’nin Somali’yi “elde ettiği” ya da daha doğru bir ifadeyle “işgal ettiği” yönünde propaganda yapmaktadır. Buna karşılık, Senegal Radyo Televizyonu (Radio Télévision Senégalaise – RTS), bu anlaşmayı taraflar arasındaki bağların kuvvetlendirilmesi olarak değerlendirirken, Somali Yayıncılık Şirketi’nin (Somalia Broadcasting Corporation – SBC) haberinde, Somali Petrol Bakanı Abdirizak Omar’ın petrol anlaşmasını bir “kalkınma fırsatı” olarak gördüğüne yer verilmektedir. Bu iki farklı yaklaşım dahi Türkiye’nin yapısal gücünü artırma yolunda attığı adımların ne kadar değerli olduğunu ve bu adımların, tarafların bakış açılarında ne denli farklı yankılandığını açıkça göstermektedir.
Dönüştürürken Dönüşmek ve Beraber Güçlenmek: Türkiye’nin Yakın Çevre Stratejisi
Yapısal gücünü geliştirme sürecine giren Türkiye’nin izlediği bir diğer strateji, gelişim sürecinin akamete uğramaması veya uğratılmaması için yakın çevresini güvence altına alma isteğidir. Büyük güç olarak addedilen diğer aktörlerin tarihi tekâmül süreçleri incelendiğinde, kapasite artırımı için ilk şart olarak yakın çevrelerinde nüfuzlarını artırdıkları ve “güvenli bölgeler” oluşturdukları gerçeği dikkat çekmektedir.
Harita-2: Türkiye’nin Yakın Çevre Bağlantısallık Politikası
Kaynak: T.C. Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı.
Türkiye’nin baş koyduğu bu çetrefilli ve uzun yolda izlediği politikanın en hayati adımları Orta Doğu ve Güney Kafkasya sahnesinde görülüyor. Zira, her büyük gücün yapması gereken adımları olan yakın çevresinden güç alıp sistemdeki yapıyı kurgulama ihtiyacı Türkiye açısından da oldukça kritik.
Bu stratejinin bir yansıması olarak, 11-15 Kasım tarihleri arasında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın gerçekleştirdiği ziyaretler, ABD başkanlık seçimlerinden sonra uluslararası sisteme damgasını vurmuş gözüküyor. Bir hafta içinde cumhurbaşkanının hem Suudi Arabistan’a hem Azerbaycan’a üst düzey ziyaretlerde bulunması ve aynı hafta içerisinde Körfez siyasetinin en kritik ülkelerinden biri olan Katar Emiri Al Sani’nin Türkiye’ye gelerek savunma sanayiinden teknolojiye kadar uzanan sekiz mutabakat zaptı imzalaması, yakın çevrede nüfuzu artırma ve istikrarı destekleme hamlesinin yapı taşları gibi görünüyor.
Basra Kalkınma Yolu Projesi kapsamında, 40 yılı aşkındır süregelen terör belasını bertaraf etmeye çalışan Türkiye, aynı zamanda Körfez siyasetinde gözlemlenen gerilimi düşürmeyi de hedefliyor. Bu bağlamda, bölgeyi bir istikrar adasına dönüştürme girişimi, uluslararası sistemde öngörülebilirliğin en düşük olduğu bölgelerden birini bir güç merkezine çevirme projesi olarak hem cesur hem de uluslararası barış ve istikrara katkı sağlayıcı nitelikte.
Kafkaslara baktığımızda, Türkiye’nin izlediği stratejinin sistemik büyüklüğü bir kez daha gözler önüne seriliyor. Büyük güç mücadelesi paradigmasının hâkim olacağı bir dönemin arifesinde, ABD ile Çin arasında oynanan satranca mı yoksa “Go” oyununa mı benzediği kestirilemeyen bu sistemde, Türkiye Zengezur Koridoru Projesi ile Türk dünyasını birleştirmekle kalmıyor; aynı zamanda alternatif arayışına giren Avrupa ülkelerine de bir seçenek sunuyor. Bu adım oldukça kıymetli çünkü 1987’den itibaren çeşitli bahanelerle birlik dışında tutulmaya çalışılan Türkiye, güç merkezlerinin bu kadar değişken olduğu ve sistemin kayganlaştığı bir dönemde eski kırılganlıkları geride bırakarak kendine alan açıyor ve güç geometrisini ciddi anlamda değiştirebilecek bir adımla Orta Asya-Avrupa ekseninde bağlantısallığı sağlıyor.
Şubat 2022’de başlayan Rusya-Ukrayna Savaşı sonrası sıkışan Avrupa siyasetine hayat verebilecek Türkmen ve Azerbaycan gazı ile zengin Orta Doğu petrollerine erişim sağlayarak Avrupa Birliği’nin gerek Rusya gerek ABD tahakkümüne maruz kalmaktan kurtulma fırsatını elde etmesi mümkün hâle geliyor. Bu noktada, Türkiye’nin izlediği grand stratejiyi desteklemek, Avrupa Birliği için masadaki seçenekler arasında belki de tek seçenek olarak öne çıkıyor. Bu durum, Türkiye’nin, Raymond Aron’un ifade ettiği gibi zafiyet olarak görülen politika alanlarını diplomasi ustalığıyla bir avantaja dönüştürdüğünün en güzel tezahürüdür.
Resim-2: Türkiye Mazisi ve Meziyetiyle Sistemdeki Aktörlere Yardımcı Oluyor
Sonuç
Türkiye’nin dış politika yaklaşımı hem yakın çevresinde nüfuz artırmayı hem de uluslararası sistemde adalet ve denge sağlamayı amaçlayan çok boyutlu bir stratejiye dayanmaktadır. Bu politika, Türkiye’nin yapısal gücünü geliştirme çabalarıyla birleşerek hem tarihî hem de güncel krizlere çözüm üretme kapasitesini artırmaktadır. Afrika’dan Orta Doğu’ya, Kafkaslar’dan uluslararası çok taraflı platformlara kadar geniş bir yelpazede sergilenen bu girişimler, sadece ekonomik ve diplomatik hedeflere ulaşmakla sınırlı kalmamakta, aynı zamanda insani değerleri ve iş birliğini de öne çıkarmaktadır.
Türkiye’nin stratejisi, tarihsel tecrübelerden beslenen bir pragmatizm ile şekillenmekte ve küresel güçlerin geleneksel yaklaşımlarından ayrışmaktadır. Özellikle enerji, savunma ve teknoloji alanlarında gerçekleştirilen anlaşmalar hem yerel halkların kapasitelerini geliştirme hem de adil paylaşımı teşvik etme hedeflerini taşımaktadır. Bu bağlamda Türkiye, yalnızca bölgesel bir aktör değil, uluslararası düzende yapıcı ve dengeleyici bir güç olarak konumlanmaktadır.
[Salih Kaya, Galatasaray Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü doktora adayıdır.]