İsrail’in yayılmacılığı 13 aydır Orta Doğu’da istikrarsızlığın en büyük kaynağı hâline gelmişken bölge ülkelerinin tepkisizliği ve ABD’den gelen kayıtsız şartsız destekle İsrail’in önünde bir engel görünmüyor. Geçtiğimiz günlerde basına yansıyan uydu görüntüleri ve sahadan gelen bilgilere göre İsrail’in Gazze’deki soykırım girişimi, Batı Şeria’daki apartheid uygulamaları ve Lübnan’daki saldırılarının yanı sıra İsrail-Suriye sınırında da ciddi bir askeri hareketlilikte olduğu görüldü. İsrail, sınır bölgesinde iş makineleriyle topçu mevzileri ve asfaltlama çalışması ile bir karayolu oluşturmakta. Ayrıca sınırda mayınlı arazilerde de mayın temizleme faaliyetlerinin gerçekleştiği de iddia edilmekte. Tüm bu gelişmelerin sonucunda İsrail’in Suriye’de bir işgale girişip girişmeyeceği konusunu irdelemek, İsrail’in hem bölgeye yönelik planları hem de yayılmacılığının bir sonraki adımını tahmin etmek açısından değerli olabilir.
Golan Tepeleri ve Alfa-Bravo Hatları
Uydu görüntülerinde de görülen bir durum olarak İsrail’in temmuz ayından itibaren Suriye’nin güneyindeki askeri faaliyeti artmış durumda. Özellikle Lübnan’a yönelik saldırılarıyla da paralellik gösteren bu durum, İsrail’in Suriye’nin güneyinde bir tampon bölge kurmayı amaçladığını gösteriyor. Bu da zaten İsrail’in hâlihazırda işgal altında tuttuğu Golan Tepeleri’nin de ötesine geçerek Suriye’de daha fazla ilerlemesi anlamına geliyor.
Bölgenin statüsü ve güncel durumu ise oldukça karışık. Bilindiği gibi İsrail-Suriye sınırındaki Alfa ve Bravo adlı iki hat ve bunların arasında kalan askerden arındırılmış bölge, 1974 yılında imzalanan İsrail-Suriye Ateşkes Anlaşması’nın bir sonucu olarak oluşturulmuştu. 1973 yılındaki Yom Kippur Savaşı sonrası, Birleşmiş Milletler’in arabuluculuğunda imzalanan anlaşmayla bu tampon bölgede UNDOF adı verilen Birleşmiş Milletler Gözlem Gücü görev yapmaya başlamıştı. Alfa hattı İsrail kuvvetlerinin, Bravo hattı ise Suriye ordusunun geri çekileceği alanı göstermekteydi. Bu ikisi arasında kalan bölgeye de UNDOF askerleri girerek tampon bölgeyi oluşturacaktı. Oluşturulan bu mekanizma ile 1974’ten beri Golan cephesi ve sınır hattı ciddi anlamda dondurulmuş ve taraflar çatışmadan kaçınmıştı.
Yom Kippur Savaşı’nın Suriye için ana amacının 1967’de İsrail’in işgal ettiği Golan’ı tekrar ele geçirmek olduğu düşünüldüğünde, Suriye’nin savaş sonucunda yaşadığı başarısızlık ve razı olmak zorunda kaldığı şartlar daha iyi anlaşılabilir. Golan’ın kaybedilmesi Suriye için öyle ciddi bir darbeydi ki Golan’ın düşüşü konusunda sivil Baas yöneticileri orduyu ve o dönem savunma bakanı olan Hafız Esed’i suçlamakta, askeri kanat ise bu karışıklıkları sivilleri baskı altına almak için kullanmaktaydı. Daha sonra Baas içerisindeki ayrılıklar sonucunda askerler Baas Partisi içi bir darbeyle sivilleri iktidardan indirdi, daha sonra Hafız Esed ise 1971’de diğer Baascı askerlere darbe yaparak devlet başkanı oldu.
Mısır ve Suriye’nin İsrail’e karşı giriştiği Yom Kippur Savaşı’nda yenilmesinin en büyük sonucu, bu ülkelerin bu tarihten itibaren İsrail’le doğrudan bir savaşın parçası olmaktan kaçınır hâle gelmesi ve özellikle Suriye’nin İsrail’le mücadeleyi dolaylı ve asimetrik yöntemlerle yapmaya gayret göstermesi olmuştur. Bu tarihten itibaren Esed rejiminin politikaları Filistinli grupları desteklemek, onlara Lübnan ve Suriye’de yaşam alanı sağlamak ve 1980’lerden sonra da Hizbullah’a destek vermek olmuştur. Böylece İsrail’le bir daha konvansiyonel bir savaşta karşı karşıya gelmeden İsrail’le mücadele edebilme yöntemi geliştirmişlerdir. Günümüzde de Esed rejiminin tüm saldırılara ve sınır ihlallerine rağmen İsrail’e açıktan bir tepki göstermekten kaçınması da bu politikanın bir devamı olarak anlam kazanmaktadır.
Her ne kadar Golan’daki hak iddiası devam etse de Esed rejiminin geçen süre boyunca işgali sonlandırmaya yönelik somut bir adım atmaması ve konuyu sürekli bir propaganda malzemesi olarak kullanmaya devam etmesi de oldukça dikkat çekicidir. 1990’larda ABD’nin arabuluculuğunda gerçekleştirilen İsrail-Suriye müzakerelerinde dönemin İsrail Başbakanı İzak Rabin’in Golan’dan çekilme karşılığında barış anlaşması talep edilmesi buna bir örnek olarak verilebilir. Rabin’in daha sonra aşırı sağcı Yahudiler tarafından suikasta uğraması düşünüldüğünde böyle bir anlaşmanın ne kadar gerçekçi olduğu tartışılabilir olsa da Şam yönetiminin yaklaşımını anlamak için bu teklif değerli olabilir. Bunun yanı sıra, 2008’de Türkiye’nin arabuluculuk yaptığı İsrail-Suriye barış müzakerelerinde dönemin İsrail Başbakanı Olmert de Esed’in İran ve Hizbullah ile ilişkilerini kesmesi karşılığında Golan’ı Suriye’ye teslim etmeyi teklif etmiş ancak müzakereler sonuçsuz kalmıştı. Bir diğer önemli örnek ise Suriye’nin güneyindeki Dera ve Kuneytra’nın 2018’de Rusya, Hizbullah ve Şii milislerin desteğiyle muhalif unsurlardan geri alınması sonrası İsrail-Rusya ilişkileri üzerinden yaşanmıştı. Bu gelişmeler sonrası Netanyahu’nun Moskova’ya bir ziyareti sonrasında “40 yıldır Golan Tepeleri’nde bir kurşun bile sıkılmadı” diyerek Beşar Esed ile bir problemleri olmadığını açıklaması, İsrail’in sınır bölgesinde zayıflamış bir Esed rejimi kontrolünden rahatsız olmadığını ancak Hizbullah ve İran destekli Şii milislerin bölgedeki varlığını sınırlandırmak için Rusya ile ilişkileri kullandığını göstermesi açısından değerlidir. Dolayısıyla tüm bunlar hem 2011 öncesinde yaşananlar hem de iç savaş sonrası atılan adımlarla Esed rejiminin Golan’daki İsrail işgalini sonlandırma hususunda askeri kapasite eksikliğinin yanında bir motivasyon ve niyet sorunu yaşadığını, 1973 sonrası İsrail’le doğrudan karşı karşıya gelmeme politikasını net bir şekilde sürdürdüğünü göstermektedir.
İsrail’in son aylarda gerçekleştirdiği güncel girişimleri ve sınırdaki askeri hareketliliği, 1974 anlaşmasının ihlali anlamına geliyor. Görünen o ki İsrail, tıpkı şu an Lübnan’daki BM Barış Gücü’nün bulunduğu bölgelere saldırdığı gibi Suriye’deki BM Barış Gücü bölgesine de saldırarak aslında bu unsurların çıkması için bir baskı üretmeye çalışıyor. Buna göre İsrail, 1974 ateşkes anlaşmasının doğu sınırına kadar ilerleyeceği veya en azından doğu sınırından içeriye Şii milislerin girişini engelleyeceği bir tampon bölge yaratmak istiyor gibi görünüyor. Özellikle 2008’deki barış müzakerelerinde Hizbullah ve İran etkisinin İsrail için bir talep olması gibi güncel durumda da Suriye’deki İran ve Hizbullah varlığı İsrail için bölgeye yapacağı saldırılar ve muhtemel işgal için bir bahane oluşturuyor.
Gelen ve Gelmeyen Tepkiler
İsrail’in Suriye’de artan saldırıları, güney sınırındaki askeri hareketliliği ve muhtemel bir işgal için zemin hazırlamasına verilen ve verilmeyen tepkiler de aktörlerin pozisyonu açısından çok şey anlatıyor. Nisan ayında İsrail basınında çıkan bir haberde, Esed rejiminin Gazze’deki İsrail işgaline karşı Suriye’nin savaşa dahil olması durumunda Esed rejimini devirme tehdidini ABD ve Fransa üzerinden rejime ilettiği iddia edilmişti. Hatta o süreçte Rusya ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin de rejime Hizbullah ve İran ile arasına mesafe koyarak İsrail-İran çatışmasının bir parçası olmaktan kaçınması için baskıda bulunduğu söylenmişti. Geçtiğimiz aylarda gördüğümüz durum da tam olarak bunu doğrulamaktadır. İsrail, Suriye topraklarında Hizbullah ve İran’ı hedef alıyor, Şam yönetiminden ciddi bir tepki gelmiyor, Rusya da her fırsatta Suriye’nin bir savaşın cephesi hâline gelmesini istemediğini vurgulamakla yetiniyor.
2011’de başlayan iç savaş sonrası Golan’ın hemen yanındaki Kuneytra’ya Şii milislerin yerleşmesi İsrail için alarm verici bir durum olmuştu. 2015’te başlayan Rusya müdahalesi sonrası Rus askeri polislerinin bölgeye girmesi ve Şii milislerin bölgeden çıkarılma taahhüdü ile İsrail’in yatıştırılması için uğraşılmıştı. Yine de İsrail’in Suriye içerisindeki hava saldırıları devam ediyordu. Özellikle Rusya’nın hava savunma sistemlerine rağmen İsrail’in saldırılarına ciddi tepkiler vermediği de biliniyordu. Bölgenin İsrail’in Gazze’deki katliamlarına karşılık İran destekli unsurlar tarafından İsrail’e saldırı için kullanılması ve İsrail’in de ABD’den aldığı destekle savaşı bölgeye yayması ile cephe tekrar ısındı.
Ve günün sonunda İsrail’in 1974’teki anlaşmayı ihlal ederek Suriye içlerinde kendi başına bir tampon bölge kurma yoluna gittiğini görüyoruz. Tabi İsrail’in davranış kalıplarına baktığımızda bu durum İsrail’in bölgeyi işgal edeceğine işaret etmekte. Golan Tepeleri’nin Suriye-İsrail arasında doğal bir sınır olması sebebiyle şu an İsrail’in istediğinde tıpkı 1973’te olduğu gibi Şam’a doğru bir ilerleme kaydetmesinin önünde hiçbir engel yok.
Türkiye’nin Pozisyonu ve Girişimleri
Tüm bunların ışığında, İsrail’in Suriye sınırında muhtemel bir askeri ilerlemesi önünde, askeri ve diplomatik olarak herhangi bir engel görünmemesi dolayısıyla bölge ülkelerinin savaşın bölgeselleşmesini engelleme girişimlerinin arttığını görmekteyiz. Dolayısıyla Cumhurbaşkanımız Erdoğan’ın her fırsatta vurguladığı, İsrail’in Suriye’ye yönelik yayılmacılığına karşı mücadele söylemi de bu açıdan kritik. Ankara-Şam normalleşme girişimi de Türkiye tarafından bu açıdan bir anlam kazanıyor ancak Esed rejimi şu ana kadar İsrail tehdidine rağmen Türkiye’nin uzattığı ele karşılık vermiş değil.
Esed rejiminden gelen sinyaller, İsrail yayılmacılığına karşı ulusal egemenliği odaklı bir politika gütmekten öte bunun yerine konuyu Rusya-ABD ilişkilerinin bir parçası hâline getirerek çözmeye çalıştığını gösteriyor. İran ve Hizbullah’la arasına mesafe koyması talebine karşılık olarak ABD ve Avrupa ülkelerinin Esed rejimine yönelik ekonomik yaptırımlarını kaldırdığı ve Körfez ülkelerinin desteğiyle diplomatik ilişkilere kapı aralandığı bir anlaşma beklentisi görülüyor.
Dolayısıyla hem İsrail’in hem Rusya’nın hem de Körfez ülkelerinin ortak hayali, İran’dan ve Hizbullah’tan arındırılmış bir Şam yönetimi olarak ortaya çıkıyor. Böylece İsrail tehdit hissetmeyecek ve İsrail yayılmacılığının bir savaşa dönüşmesi engellenecek. Ruslar 2015’ten beri ayakta tutmaya çalıştıkları rejimin devamını garanti altına alırken İran ve Hizbullah etkisini sınırlandırma fırsatı elde edecek.
Kâğıt üzerinde oldukça mantıklı görünen bu senaryonun gerçekleşmesinin önündeki en büyük engel ise Esed rejiminin kendisinden isteneni verebilecek kapasite olmaması. Şu an Şam yönetiminin Suriye’deki İran ve Hizbullah etkisini azaltmak veya sınırlandırmak için bir askeri ve ekonomik kapasitesi olmadığı gibi bu aktörlerden bağımsız bir diplomatik ve siyasi iradesi de oldukça zayıf. Ayrıca 2013’ten itibaren hem Hizbullah hem de İran destekli unsurların bilfiil savaşıyor olmasıyla şu an Esed rejiminin içerisindeki Hizbullah ve İran etkisi oldukça kuvvetli. Dolayısıyla rejimin içerisinden bu aktörlerin temizlenmesi mümkün görünmüyor. Bu yüzden de Şam’ı İran ve Hizbullah etkisinden çıkarma hayalleri gerçeğe dönüşecek gibi durmuyor.
İsrail’in Suriye’deki bu güncel hareketliliği ve yayılmacılığı da tam bu noktada anlam kazanıyor. İsrail’in Suriye’ye yönelik böyle anlaşmalardan öte, ordusuyla karadan bir işgale girişerek ve tampon bölgeyi kendisi oluşturarak bölgedeki İran ve Hizbullah etkisini sınırından uzaklaştırmaya çalıştığı söylenebilir. Normal şartlarda bağımsız ve rasyonel karar alabilen bir aktörün topraklarında İsrail işgaline karşı mücadele yolları araması beklense de Şam yönetiminin tarihsel olarak İsrail’le karşı karşıya gelmekten çekinmesi, 2011 sonrası iç savaşta Rusya ve İran’a çok daha bağımlı hâle gelen yapısı ve bu yüzden kaybettiği siyasi kıvraklığı düşünüldüğünde Ankara’nın normalleşme ve İsrail’le mücadele için sunduğu haklı talepleri yerine getirmesi çok da mümkün görünmüyor. Ve dolayısıyla bir kez daha İsrail bölgeyi ateşe atarken aktörler sıranın kendilerine geleceğini düşünmeden mevcut krize gözlerini kapatıp günlük kazançlarla hayatta kaldıklarını sanmaya devam ediyorlar.
[Ahmet Arda Şensoy, Türkiye Araştırmaları Vakfı araştırmacısıdır.]