İran ve İsrail: Misilleme Döngüsünde Yeni Bir Aşama

İsrail’in 26 Ekim Cumartesi günü gerçekleştirdiği İran’a yönelik hava saldırıları, 1980’lerdeki İran-Irak Savaşı’ndan bu yana benzeri görülmemiş bir nitelik taşımaktadır. Bu saldırılar, İsrail’in “Lübnan modeli” olarak bilinen, sınırlı askeri operasyonlarla gerilimi tırmandırmadan kademeli olarak kırmızı çizgilerin aşılmasını hedefleyen stratejisi çerçevesinde değerlendirilmiştir. İsrail’in başkent Tahran’a yönelik gerçekleştirdiği hava saldırılarının “önemsizleştirilmemesi” gerektiği uyarısında bulunan bazı İranlı yetkililer, bu saldırıların gelecekte daha büyük bir çatışmanın habercisi olabileceğini savunmaktadır. Ancak, nükleer tesislerin veya enerji altyapısının hedef alınmaması, İsrail’in geniş çaplı bir savaştan kaçınmak için dikkatli bir planlama yaptığını göstermektedir. Üç dalga halinde ve 3,5 saat süren bu saldırılarda, İran’ın füze üretim tesisleri ve hava savunma sistemleri hedef alınmıştır. İsrail’in bu operasyonlar ile İran’a “ülkenin her yerini vurabilecek kapasitede olduğunu” gösteren güçlü bir mesaj verdiği açıktır. Özellikle ABD’nin baskıları ve bölgedeki diğer aktörlerin endişeleri doğrultusunda bu “ölçülü” tepki geliştirilmiştir. Wall Street Journal‘a göre saldırı öncesinde İsrail, İran’ı dolaylı yollardan bilgilendirerek misilleme durumunda daha güçlü bir saldırı gerçekleşeceği uyarısında bulunmuştur. İran devlet medyası, son saldırılara ilişkin açıklamalarında olayları küçümseyici bir tutum takınarak dört askerin yaşamını yitirdiğini ve “sınırlı” hasarın meydana geldiğini bildirmiştir. Öte yandan, İran Devrim Rehberi Ali Hamaney, yaptığı bir konuşmada “İsrail’in ülkemize yönelik saldırganlığı ne abartılmalı ne de küçümsenmelidir.” ifadesini kullanmış ve İran’ın bu saldırılara karşı vereceği yanıtın güçlü bir misilleme olmayacağına işaret eden bir tutum sergilemiştir.

İsrail ve İran arasındaki “kontrollü misilleme döngüsü” her iki tarafın da askeri-stratejik üstünlük ve zafiyetlerinin belirginleşmesine neden olmaktadır. İran açısından değerlendirildiğinde; İsrail’in Suriye ve Irak’taki radar ve savunma tesislerine yönelik başarılı operasyonları, İran’ın savunma sistemlerinde ciddi zayıflıklar olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Bu saldırılar, özellikle İran’ın hava savunma mekanizmalarının İsrail’in ileri teknolojiye sahip hava saldırıları karşısında yetersiz kaldığını gözler önüne sermektedir. İran’ın füze ve hava savunma sistemlerinin bu tür saldırılara karşı yeterli bir direnç gösterememesi, Tahran’ın askeri stratejilerindeki önemli boşlukları işaret etmekte ve bu durum, İran’ın caydırıcılık kapasitesine zarar vermektedir. Ayrıca, Irak’taki radar tesislerine yönelik İsrail saldırılarının doğrulanması durumunda, bu operasyonlar İsrail’in uzun bir aradan sonra Irak topraklarındaki ilk askeri müdahalesi olarak kayda geçecek ve Irak’ın savunma kapasitesindeki ciddi zafiyetleri de gözler önüne serecektir. İran’ın BM misyonu, İsrail savaş uçaklarının Irak hava sahasından İran’a saldırdığını belirterek ABD’yi bu saldırıya “suç ortaklığı” yapmakla suçlamıştır.

ABD’nin Rolü ve Diplomatik Denge

Biden yönetimi, bu süreçte kritik bir rol üstlenmiş ve İsrail’i özellikle İran’ın nükleer ve enerji altyapılarına yönelik saldırılardan kaçınmaya teşvik etmiştir. İsrail hükümeti içindeki ılımlı kanatlar da bu saldırının daha geniş çaplı olmasını engellemiştir. Bu noktada, ABD’nin diplomatik müdahalesi ve bölgedeki çıkarlarını koruma stratejisi belirleyici olmuştur. Yaklaşan ABD başkanlık seçimleri göz önüne alındığında, Washington’un gerilimi düşük tutma yönündeki çabası dikkat çekmektedir. İsrail’in saldırıları, ABD’nin İsrail üzerindeki diplomatik ve stratejik etkisinin gücünü ortaya koymaktadır. İsrail, ABD’nin baskısı doğrultusunda, nükleer ve enerji altyapılarını hedef almaktan kaçınmış ve yalnızca askeri hedeflere odaklanmıştır. Ayrıca, İsrail’in bu saldırılarla İran’ın füze üretim tesislerini, karadan havaya füze dizilerini ve hava kabiliyetlerini hedef alması, İran’ın Rusya’ya sağladığı “savunma” desteğine kısa vadede zarar vermiş olabilir. Bu durum, sadece İsrail-İran gerilimini değil aynı zamanda sınırlı da olsa küresel dinamikleri de etkileme potansiyeli taşımaktadır.

İran’ın Güvenlik Stratejisi

İsrail’in son saldırıları, İran’ın güvenlik stratejisine yönelik ciddi bir meydan okuma oluşturmuştur. Bu gelişmelerin ardından, İran’ın savunma ve dış politika hamlelerini yeniden değerlendirmesi gerekmektedir. 1979 İslam Devrimi’nden bu yana İran, uluslararası ve bölgesel dengeleri göz önünde bulundurarak özgün bir güvenlik stratejisi geliştirmiştir. Daha güçlü askeri kuvvetlere sahip rakipleri karşısında İran, asimetrik savaş yöntemlerine yönelmiştir. İran-Irak Savaşı ve ardından gelen ABD müdahaleleri, İran’ın geleneksel ordu yapısının sınırlılıklarını fark etmesine neden olmuş ve onu alternatif stratejilere yöneltmiştir. ABD ve müttefiklerine karşı doğrudan çatışmadan kaçınan İran, füze saldırıları, siber savaş yetenekleri ve devlet dışı aktörler aracılığıyla etkisini artırmayı hedeflemiştir. Bu çerçevede, İran’ın stratejik çıkarlarını korumak ve bölgedeki nüfuzunu genişletmek adına devlet dışı aktörler kilit rol oynamaktadır. İran’ın asimetrik savaş doktrininde caydırıcılık, misilleme ve güç projeksiyonu temel unsurlar olarak öne çıkmaktadır.

İran’ın bu doktrini, rakiplerine olası saldırılarda yüksek bir maliyet yüklemeyi amaçlar. Caydırıcılık başarısız olduğunda ise İran, füze sistemleri, insansız hava araçları (İHA) ve vekil güçler aracılığıyla hızlı bir misilleme yaparak düşmanlarını zor durumda bırakmayı hedefler. Bu bağlamda, İran’ın bölgesel stratejisinde devlet dışı aktörler merkezi bir rol oynamaktadır. Bu aktörler hem İran’ın bölgedeki etkisini pekiştirmekte hem de dış politika hedeflerine ulaşmasında önemli bir araç haline gelmektedir. İran’ın en bilinen vekil güçlerinden biri Lübnan’daki Hizbullah’tır. Ancak İran, vekil güç stratejisini Hizbullah ile sınırlamamış; Irak’taki Şii milisler ve Yemen’deki Husiler gibi diğer aktörlerle de iş birliği yaparak bölgedeki nüfuzunu artırmıştır. Bu ilişkiler, İran’a bölgesel düşmanlarına karşı stratejik derinlik kazandırmış ve ABD ile İsrail’e karşı asimetrik tehdit oluşturmuştur. Ancak son dönemde İsrail’in artan askeri müdahaleleri ve bölgedeki değişen güvenlik dinamikleri, İran’ın bu stratejisini gözden geçirmesine neden olabilir.

İran’ın Muhtemel Seçenekleri

İran’ın mevcut durum karşısında verebileceği tepkiler dört ana stratejik seçenek çerçevesinde değerlendirilebilir. İlk olarak, İran, “Direniş Ekseninin” Levant’taki unsurlarını, özellikle Hamas ve Hizbullah’ı yeniden güçlendirmeye çalışabilir. İran, bu vekil güçler aracılığıyla hem İsrail’e karşı asimetrik tehditler yaratmakta hem de bölgedeki stratejik derinliğini artırmaktadır. Ancak, bu stratejinin sürdürülebilirliği ve etkisi, giderek daha zorlayıcı bir hal almaktadır. İsrail’in artan askeri operasyonları ve değişen bölgesel güvenlik dinamikleri, İran’ın bu aktörler üzerindeki etkisini ciddi şekilde sınırlandırmaktadır. İsrail’in özellikle 7 Ekim Aksa Tufanı saldırıları sonrası Gazze Şeridi’nde Hamas’a yönelik ağır saldırıları ve Lübnan’da Hizbullah’a yönelik hava saldırıları bu vekil güçlerin operasyonel kapasitesini büyük ölçüde zayıflatmıştır. İsrail’in askeri üstünlüğü ve sürekli uyguladığı hedefli saldırı stratejisi, İran’ın vekil aktörler üzerinden yürüttüğü asimetrik savaşı sınırlandırmakta, bu da İran’ın direniş ekseni stratejisinin sürdürülebilirliği konusunda ciddi soru işaretleri doğurmaktadır. Bu bağlamda, Direniş Ekseninin yeniden inşası girişimi, İsrail’in bu vekil güçlere yönelik sert tepkileri ve bölgedeki yeni güvenlik denklemleri nedeniyle eskisi kadar etkili olamayabilir. İsrail’in hem teknolojik hem de operasyonel olarak elde ettiği üstünlük, Hizbullah ve Hamas gibi aktörlerin sahadaki hareket alanını kısıtlamaktadır. Özellikle İHA’lar, hassas güdümlü füzeler ve gelişmiş istihbarat kapasitesi, İsrail’e bu tür vekil güçleri hızlı ve etkili bir şekilde hedef alma imkânı sunmaktadır. Bu durum, İran’ın vekil aktörler aracılığıyla caydırıcılık stratejisinin uzun vadede aşınmasına yol açabilir.

İkinci seçenek, İran’ın konvansiyonel askeri kapasitesini artırarak güçlenme yoluna gitmesidir. Bu kapsamda İran, Rusya ve Çin ile iş birliğini güçlendirebilir ve hava savunma ile saldırı kapasitelerini artırabilir. Balistik füze teknolojisi, gelişmiş savaş uçakları (örneğin Su-30 ve Su-35) ve S-400 gibi hava savunma sistemleri aracılığıyla askeri gücünü pekiştirebilir. Ancak bu strateji, İran’ın mevcut ekonomik durumuyla bağdaşmayan maliyetler doğurabilir. Ülkenin ekonomik kısıtlamaları göz önüne alındığında, böylesi bir askeri modernizasyon projesinin sürdürülebilirliği büyük soru işaretleri barındırmaktadır. Ayrıca, İran’ın karşı karşıya olduğu bir diğer önemli zorluk, ABD ve İsrail’in askeri üstünlüğü karşısında bu sistemlerin etkinliğinin ne derece yeterli olacağı sorunudur. ABD ve İsrail, askeri teknolojide büyük ölçüde üstünlük sağlamış ve özellikle siber savaş, uzay teknolojileri ve gelişmiş hava savunma sistemleri gibi alanlarda önemli avantajlar elde etmiştir. İran’ın Su-35 gibi gelişmiş savaş uçaklarına veya S-400 hava savunma sistemlerine sahip olması, bu ülkelerin yüksek teknolojiye dayalı askeri üstünlüğüne karşı tam anlamıyla bir denge kuramayabilir. ABD’nin sahip olduğu 5. nesil savaş uçakları (F-35) ve İsrail’in gelişmiş hava kuvvetleri, İran’ın elde etmeyi planladığı konvansiyonel sistemlere karşı güçlü bir caydırıcı etki yaratmaktadır. Bu stratejinin bir başka önemli boyutu ise İran’ın askeri harcamalarının halk üzerindeki etkileridir. Mevcut ekonomik sıkıntılar, halkın yaşam standartlarını düşürmekte ve toplumsal huzursuzluklara neden olmaktadır. Bu bağlamda, hükümetin askeri modernizasyon için büyük çaplı yatırımlar yapması, toplumsal ve siyasal maliyetler doğurabilir. İç politikada meydana gelebilecek olası huzursuzluklar, rejimin istikrarını tehdit edebilecek boyutlara ulaşabilir ve askeri yatırımların sürdürülebilirliğini zayıflatabilir.

Üçüncü seçenek, İran’ın nükleer silahlanmaya yönelmesidir. İran’ın nükleer silahlanmaya yönelmesi, askeri ve stratejik kapasitesini artırabilecek bir caydırıcılık unsuru olarak değerlendirilebilir. Ancak, nükleer silah üretimi, sadece bu silahların geliştirilmesiyle sınırlı değildir; güvenli muhafazalarının sağlanması, etkili dağıtım sistemlerinin inşası ve operasyonel yeterliliğin garanti edilmesi gibi zorlu süreçleri de kapsar. Bu bağlamda nükleer silahlanma, İran için ciddi riskler barındırmaktadır. Öncelikle, bu strateji ABD ve İsrail ile doğrudan çatışma riskini artırma potansiyeline sahiptir. Ayrıca, uluslararası toplumda İran’ın daha da izole olmasına ve mevcut yaptırımların ağırlaştırılmasına yol açabilir. İran’ın nükleer programının uluslararası müzakerelerde bir pazarlık aracı olarak kullanılma kapasitesi de ciddi şekilde zayıflamaktadır. Pezeşkiyan hükümetinin eylül ayında Batılı güçlerle diplomatik angajman başlatma arayışı, bu bağlamda önemli bir girişim olarak değerlendirilebilir. Ancak, İran’ın nükleer silah geliştirme sürecine girmesi halinde 2015 tarihli nükleer anlaşmanın Avrupa tarafları (Fransa, Almanya ve İngiltere), bu temasları yeniden gözden geçirecek ve BM yaptırımlarının yeniden yürürlüğe girmesini savunacaklardır. Bu durum, İran’ın uluslararası sistemde “BM Şartı” kapsamında bir güvenlik tehdidi olarak yeniden sınıflandırılmasına neden olabilir. Nükleer silahlanma, İran liderliğinin stratejik kırılganlıklarına verdiği bir yanıt olarak yorumlanabilir. Bölgesel başarısızlıkları telafi etmek ve gelecekteki tehditleri önlemek amacıyla İran’ın bu stratejik riski göze aldığı anlaşılmaktadır. Ancak, bu adımın İran’ın uzun vadeli stratejik ikilemlerini çözme olasılığı sınırlıdır. Aksine, nükleer silah geliştirme süreci kısa vadede bölgedeki çatışmaları tırmandırma riski taşımaktadır. Dahası, İran nihai caydırıcılığa ulaşsa dahi, rejimin temel sorunları – zayıf istihbarat kapasitesi, konvansiyonel askeri yetersizlikler, ekonomik güçlükler ve iç meşruiyet kaybı – devam edecektir. Bu sorunlar, İran’ın düşmanlarının rejimin zaaflarını istismar etme isteğini güçlendirmeye devam edecektir.

Son stratejik seçenek, İsrail ile süregelen çatışmayı sona erdirmektir. Ancak bu seçeneğin mevcut İran rejimi altında ciddi biçimde değerlendirilmesi oldukça şüphelidir. İsrail karşıtı politikalar, İran’ın devrimci kimliğinin ve stratejik duruşunun merkezinde yer almaktadır. Bu çatışmanın sona erdirilmesi, İran’ın iç ve dış politikasında radikal değişiklikler gerektirecek ve rejimin ideolojik temellerini zayıflatabilecek bir adım olarak görülebilir. Dolayısıyla, bu seçenek teoride mevcut olsa da İran’ın siyasi ve ideolojik yapısı düşünüldüğünde bu stratejiyi uygulamaya koyma olasılığı son derece düşüktür. İran’ın bu stratejik seçeneklerin her birini değerlendirmesi, bölgedeki değişen güç dengeleri, ekonomik kısıtlamalar ve uluslararası baskılar çerçevesinde şekillenecektir. İran’ın hangi stratejiyi seçeceği, sadece bölgedeki güç mücadelesine değil küresel siyasi dinamiklere de doğrudan etki edecektir.

Sonuç

İsrail’in İran’a yönelik son saldırıları, bölgedeki stratejik dengeleri önemli ölçüde değiştirebilecek nitelikte olup İran’ın savunma sistemlerindeki zaafları gözler önüne sermiştir. İsrail’in, hava sahasına girmeden İran’ın radar ve hava savunma sistemlerini hedef alması, Tahran’ın askeri savunma kapasitesini zayıflatmıştır. Ayrıca, Lübnan’daki Hizbullah’a yönelik operasyonlar da İran’ın bölgedeki caydırıcılık kapasitesini ciddi şekilde zayıflatmış ve İran’ın gelecekteki stratejik hamlelerini yeniden değerlendirme ihtiyacını doğurmuştur. ABD’nin bu süreçteki diplomatik rolü, İsrail’in saldırılarını daha geniş çaplı bir savaşa dönüşmeden sınırlandırmada belirleyici olmuştur. ABD’nin müdahaleleri, İsrail’in yalnızca askeri hedefleri vurmasını sağlamış ve nükleer altyapı gibi stratejik hedeflerden uzak durmasına neden olmuştur. Aynı zamanda, ABD’nin bölgedeki askeri varlığını güçlendirmesi, olası İran misillemelerini sınırlandırma stratejisine işaret etmektedir. İsrail-İran gerilimi, Orta Doğu’da mevcut güvenlik mimarisini ve bölgesel istikrarı doğrudan etkilemektedir. İran’ın bu süreçte gerilimi düşürmeye çalışmasına rağmen Gazze ve Lübnan’daki devam eden çatışmalar, tansiyonun daha da tırmanabileceğine işaret etmektedir. Bu durum, yalnızca İran ve İsrail arasındaki gerginliği değil bölgedeki diğer aktörlerin de baskı altında kalmasına yol açmaktadır.

[Doç. Dr. İsmail Sarı, Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi öğretim üyesidir.]

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu