21’inci yüzyılda tarihte ilk kez elimizdeki cep telefonlarından doğrudan anı anına Gazze’deki soykırıma şahitlik ederken yerküremizin en güçlülerinin bir olup Gazze’ye hiç olmazsa “mercimek” sokmak için dahi irade göstermediği koca bir yılın ardından dünyanın en prestijli ödülleri arasında kabul gören Nobel Ödülleri’nin kime ve ne için verildiğine bakarak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan düzenin güncel halini, değerlerini ve yine yeniden bir kez daha “okumak” mümkün! İrlandalı yazar Bernard Shaw’ın dediği gibi “Dinamiti icat ettiği için Alfred Nobel’i affedebilirim, ancak Nobel Ödülü’nü icat etmeyi yalnızca insan biçimindeki bir şeytan düşünebilir.”
Sabah 08.16’da “Küçük Çocuk” lakaplı dünyanın ilk atom bombası Hiroşima kentinin üzerine atıldığında 14 yaşında olan şair Bun Hashizume’nın ifadesine göre “Sanki güneş yere düşmüştü”. ABD’nin 6 Ağustos 1945’te attığı atom bombasının kör edici, adeta güneş kadar görkemli ışığına bakarken tekrar gözünü açtığında artık hiçbir şey yokmuş, “Ne bir ağaç ne bir kuş ne de bir kelebek! Hiçbir şey”. Hemen o anda 140 bin kişi ölmüş, bombanın yaydığı radyasyon nedeniyle ilerleyen yıllarda da binlerce kişi…Hiroşima’ya atılan yassı ve silindir şekli sebebiyle “Küçük Çocuk” adını alan bu ilk bombanın ardından 3 gün sonra bu defa Kokura’ya atılması planlanan ikinci atom bombası dev bir yumurtaya benzediği için “Şişman adam” adı verilmiş, üzerinde de “Size bir hediye daha” ve “Hirohito’ya ikinci öpücük” yazıyormuş. Nedeni bilinmeyen bir sis bulutu sebebiyle Kokura’yı vuramayan ABD “Şişman adamı”nı Nagasaki’ye atmıştı. Bombanın isabet ettiği nokta aynı zamanda Nagasaki’nin en çok sivili barındırdığı yerdi. 1946’da ABD ordusunun hazırladığı haritaya göre bombanın doğrudan yok ettiği bölgede çok sayıda hastane, çok sayıda okul vardı. Tıpkı ABD Kongresi’nde başbakanı ayakta alkışlanan İsrail’in ilk günden bu yana yaptığı gibi Hiroşima’nın ardından Nagasaki’de de tamamı sivil kadın, erkek, çocuk, yaşlı, genç 50 bin kişi öldü.
2024 Nobel Barış Ödülü, ABD’nin attığı bu iki atom bombasından sağ kurtulan Japonlardan, kurduğu nükleer silahsızlanma karşıtı Nihon Hidankyo adlı STK’ya verildi. STK’nın eş başkanı 81 yaşındaki Toshiyuki Mimaki, ödül haberi sonrası medyanın karşısına çıktığında herkesin bildiğini ama herkesin söylemediğini gözyaşlarını bastırmaya çalışarak söyledi: Gazze’de kanlar içindeki çocuklar, tıpkı 80 yıl önce Japonya’da olduğu gibi… Çocuklar kanlar içinde ebeveynlerinin ellerinde kalıyor, yiyecek yok, açlık var, okulları yıkılıyor, istasyonları yıkılıyor, köprüler yıkılıyor. Aslında ödül Gazzeli birine verilmeliydi”.
Nobel Komitesi, barış adına yeryüzünde herkesin her anına şahitlik ettiği Gazze’de devam eden katliam ve soykırımda imkansızlıklar içinde çalışan doktorları tercih etmeyi düşünememiş değildir herhalde. 1901’den bu yana verilen ödülün elbette İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan dünya düzeniyle uyumlu stratejik ve politik mesajları var. Bu mesaj 2000’lerin başında ilan edilen Post-Truth (Hakikat-Ötesi) yani yalanın meşruiyet kazandığı, ilan edildiği öyle olduğu da defalarca tecrübe edilmiş bir dünyada, düzeni sürdürebilir kılmayı sağlıyor. Nobel Barış Ödülü misyonunu yerine getirmiş görünüyor: Gazze’de insanlar canlı canlı yakılırken, şayet sağ kaldıysa anaları enkazdan bebeklerinin parça parça cesetlerini toplarken dikkatleri 80 yıl önceki vahşete çekti ve ona baktırdı! Hem de “Batı Medeniyeti’ne” insani bir değer atfedilmiş oldu. 2000’lerde Paris’te hiç konuşmadan ellerindeki bir dizi eski gazete yapraklarını kafede oturan insanların gözünün içine sokarak iki yanlı sallayan, muhataplarını hipnotize ederek “Acaba ne yapmak istiyor, herhalde sadaka istiyor” diye düşündüren ve hatta onu da verdiren ama bu arada onların cep telefonlarını çalan hırsızlar gibi…
Gazzelileri hayvan mesabesinde dahi görmediğini (ki insan yazarken dahi nakletmekte tereddüt ediyor; yazarak onun sözünü tahkim eder diye ama eylemin faillerinin en vahşi hayvanlardan dahi aşağı bir yaratığa dönüşmüş olduğunu bilmeyen yok nasılsa) hamile kadınları vurunca bir taşla iki kuş vurduğunu açıkça ilan etmiş İsrail yönetimi, vurduğu kız çocuklarının elbiselerini giyerek eğlenen insan kılıklı zavallı askerleri yerine 80 yıl öncesine dikkat çekiyor Nobel Komitesi. Gerekçesi de şöyle: “Bir gün, Hiroşima ve Nagasaki’ye atılan atom bombalarından kurtulanlar artık aramızda olmayacaklar. Ancak güçlü bir anma kültürü ve amaca bağlılıkla, Japonya’daki yeni nesiller, tanıkların yaşadıklarını ve mesajlarını gelecek kuşaklara aktarıyor”. Sahi ne işe yarıyor acaba bu masum sivil toplum örgütünün çabası? Yani yeni nesillerin tanıklarının yaşadıklarını ve mesajlarını gelecek kuşaklara aktarmaları! Ödül komitesi de bu durumun farkında ki ödülü vermek için bu örgütü seçti. Nitekim ödülle alakalı Japonya’dan yola çıkıp dolaylı olarak İsrail’in de nükleer bombası olduğunu ele alan bir tek medya analizi çıkmadı anlı şanlı görkemli Batı basınında. Yasak çünkü! Yerleşik medya düzeninde İsrail’in atom bombasından bahsetmek yasak. BBC’de çalışan ve bu konuda bir soru soran gazeteci işte tam da bu sebeple işten çıkarılmıştı birkaç yıl önce. Çünkü kurulu düzene göre İsrail’in atom bombası sahibi olmasının “meşru ve haklı gerekçeleri var”! Neyin hak neyin olmadığını ve ne zaman olduğunu ABD önderliğinde Batı söyleyebilir. Nitekim ABD Dışişleri Sözcüsü mesela daha bu hafta açıkça söyledi: “İsrail’in sivilleri vurma hakkı var”! Yani ABD, kurucusu olduğu uluslararası hukuku zaten filen işletmiyor hatta fiilen yerle bir ediyor ama bu konuda yalan söylemeyi dahi tercih etmiyor. Mısır’da tarihinin ilk demokratik seçimlerinde iktidar olan Müslüman Kardeşler askeri darbeyle devrildiğinde (elbette ABD’nin himayesinde) de aynı sözcülük darbeye dair bir soruya “Bunun bir askeri darbe olup olmadığını söylemek bizim menfaatlerimize aykırıdır.” yanıtını vermişti. Gazze’ye bakınca askeri darbenin ABD ve İsrail açısından ne kadar kritik olduğu bir kez daha anlaşıldı. Bu nevi durumlarda perdeleme gereği hissetmiyor zira zerre kadar kafa karışıklığı istemiyor.
Nobel Barış Ödülü de işte bu düzenin masallarını anlatıyor. Egzotik masallar… Mesela 2017’de Nobel Barış Ödülü bir Ezidi cinsel şiddet mağduru ile Kongo’da cinsel şiddet mağdurlarına sahip çıkan, onları tedavi eden bir doktor arasında paylaştırılmıştı. Bu ödül Avrupa’da ya da ABD’deki bir kurbana ve oralarda bu hadiselere karşı mücadele eden bir kuruma da verilebilirdi. Bir kere cinsel şiddet, pedofili, taciz, tecavüz olaylarında dünya istatistiklerine bakılırsa Eski Kıta ülkeleri ve Yeni Kıta en üst sıralarda. İsveç’te aynı yıl, 2017’de 7 bin 726 tecavüz hadisesi kaydedilmişti. 2016 yılı verilerine göre en çok tecavüz vakası yaşanan ülkeler arasında dünya ikincisiydi. Thomson Reuters Vakfı’nın araştırmasına göre mesela ABD de 2018’de dünyanın kadınlar için en tehlikeli ülkeleri arasına girmiş ve üçüncü olmuştu. Yahut mesela Fransa’da INED’e Nüfus Etüdleri Ulusal Enstitüsü’ne göre, 2015’te 580 bin kadın (ve hatta 197 bin erkek) muhtelif cinsel saldırıya maruz kaldı, 60 binden fazla kadın taciz ve tecavüz mağduruydu. Üstelik bütün bu korkunç hadiseler, savaş ya da çatışma ortamında değil barış ortamında vuku bulmuştu. Kuşkusuz Batı’da da bu vahşi hadiselere karşı koyan, direnen yahut kurbanların rehabilitasyonu için çalışan insanlar ve kurumlar var. Pekâlâ, bunlardan birine Nobel Ödülü verilebilirdi, verilmeliydi! Ama verilemez çünkü dünyanın huzurunda bütün kamuoylarının önünde orada kötü, yanlış bir şeye dikkat çekmek eşyanın tabiatına aykırı.
İlla bir durum değerlendirilmesi yapılacaksa şayet onu da bu yıl olimpiyatların açılış töreninde gördük. Freud ve takipçilerinin “bastırılmış cinsellik ve sonuçları” üzerine çoktan çökmüş ve Türkiye’de dahi tartışılmamış tezleri bir yana 68’den bu yana özgürlük sloganı altında 50 yıldır bastırılan hiçbir şey kalmadığı gibi her şeyi meşru dairenin içine soktuklarını ilan etti Fransa. Pedofiliye kadar suç olan ne varsa sahne aldığı olimpiyatlar açılış töreninde “Fransa budur” dedi iftihar ederek Cumhurbaşkanı Macron!
Nobel Barış Ödülü de içinde insani değerleri barındırdığı iddiasında bir masal işte! Orada her şey güzeldir; çirkin ve en çirkin de…Kurala göre, illa konuşacak çıkarsa o da içerde konuşabilir -ki hudutları dünyanın geri kalanına gidecek mesajla fevkalade uyumlu tasarlanmıştır, gerekirse otorite, kaba kuvvet kullanılır- ve bunun da adı “özgürlüktür, demokratik toplum düzeni”dir. Dünyanın geri kalanında bu masalları dinleyerek uykuya daldırdığı milyonlarca insan var, niye anlatmasın! Üstelik kahir ekserisi o toplumların en okur yazar, en güçlü, en kalbur üstü insanları. Hatta onların önemli bir kısmı kaç nesildir aldığı mayanın etkisiyle artık kendi kendine bile masal anlatır hale geldi. Masallarda kötü ve iyi karakterler vardır her zaman. Hani bir reklam filmi vardı eskiden “Bisküvi deyince akla, hemen onun adı gelir” misali bu düzende de birkaç yüzyıldır şayet kötü bir şey varsa hemen onun adı akla gelmeli, getirilmeli: “Müslüman”!
Tıpkı bu seneki Nobel Ödülü gibi 2017’de de niyeti cinsel şiddeti bahane ederek Batı’nın gücünü tahkim etmek! ABD’nin Irak işgalinde bıraktığı maddi manevi enkazın ABD eliyle yeniden dönüştürülmesiyle icat olduğu apaçık olan DAEŞ’in 2014’te kaçırdığı, cinsel şiddete maruz kalan Iraklı Yezidi Nadia Murad üzerinden yaptığı gibi…Diğer tarafta Batı’nın sömürgecilik dönemi eleştirisinin önüne geçmek ya da eski sömürgeciliği farklı şekillerde sürdürülebilir kılmak için de mesela sömürgecilerin icraatlarıyla iç savaşa sürüklenen Kongo’yu seçtiği gibi. 1999’dan bu yana Kongo’da cinsel şiddet mağduru kadınlara sahip çıkıp, tedavi eden Doktor Denis Mukwege’e verildi ödül. Elbette Yezidi Nadia Murad’ın, Kongolu Doktor Denis Mukwege’in yaşadıkları korkunç, üstlendikleri mücadele de kutsal. Ancak mesele her seferinde döndürülüp dolaştırılıp aynı yere getiriliyor. Fazladan “Medenileştirme misyonumuz var, zamanında da haklıydık, ama hâlâ medenileştiremedik” diyor! Ama onda da seçici! Uyguladığı vahşet konusunda DAEŞ’ten hiç de geri kalmayacak olan 30 yıllık LRA diye bir örgüt var Afrika’da. Mesela Kongo, Uganda ve Güney Sudan’da teokratik bir Hıristiyan ülkesi kurmak iddiasıyla kutsal kabul ettikleri palaya benzeyen bıçaklarıyla insan uzvu kesmek, kaçırdığı çocuklara kendi ailesini kestirerek eyleme başlatan LRA’yı tanıyıp bilen var mı? Kadınları köle ettiğini, dünya üzerindeki en büyük çocuk istismarcısı kabul edildiğini de. Halbuki 1987’den bu yana kendini Hristiyan diye tanımayan “On Emir”e bağlı bir düzen kurma iddiasıyla ortaya çıkan LRA Orta Afrika Cumhuriyeti, Sudan, Demokratik Kongo Cumhuriyeti ve Uganda’da yüzbinlerce insanın ölümüne ve göçüne yol açtı. Seks köleliği, tecavüz, işkence ve çocuk kaçırma gibi çok sayıda savaş suçundan aranan lideri Josepf Keny bulunamadı. Nadiren çıkan haberlerde ise Hristiyanlık, Kitab-ı Mukaddes ve terör örgütü ilişkisi katiyen kurulmadı. Onun yerine mistik, büyücü, fantastik, isyancı diye söz ediliyor. Tıpkı Müslümanlara dönük terör eylemlerinin faillerinin Batı’da “Deli” diye tavsif edilmesi gibi.
Kendisi de 1926’da Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülen fakat verilen parayı kabul etmeyen İrlandalı yazar Bernard Shaw “Dinamiti icat ettiği için Alfred Nobel’i affedebilirim, ancak Nobel Ödülü’nü icat etmeyi yalnızca insan biçimindeki bir şeytan düşünebilirdi.” demiş. Nitekim bu defa da Japonya’da atom bombasının kurbanlarının acısını araçsallaştırıp istismar eden ve bir kez daha yerleşik düzeni tahkim eden bir “Barış Ödülü” verildi! Kuşku yok ki, “Zulümle abat olanın, akıbeti berbat olur”! Şu anda dahi berbat, mesele nereden baktığımız!
[Belkıs Kılıçkaya, Fransa’da uzun yıllar gazetecilik yapmış; halen 24TV’de program hazırlayıp sunmaktadır.]