İran’ın “Stratejik Sabır”ı Direniş Ekseninde Bir Çatlağa Yol Açabilir mi?

2000’li yılların başlarından itibaren Orta Doğu bölgesi, ciddi bir istikrarsızlık sarmalına girdi. Bu istikrarsızlık, bölgesel ölçekte nüfuzunu genişletmek isteyen iddialı aktörler için yeni fırsat alanları ortaya çıkardı. Bölgenin iddialı aktörlerinden biri olan İran, uzun süredir istikrarsız bölgelerde siyasal sistemin dışına itilerek marjinalleştirilen gruplara açık destek vererek bölge genelinde ideolojik ve politik nüfuzunu genişletmeye yönelik stratejiler geliştirdi. Netice itibarıyla içerisinde Suriye, Filistinli direniş gurupları, Hizbullah, Haşd-i Şa’bi ve Husiler gibi vekil unsurların da yer aldığı İran’ın liderliğindeki “direniş ekseni” olarak adlandırılan yapının ortaya çıkması bu stratejinin önemli ölçüde başarılı olduğunu gösteriyor.

Ancak son dönemde İran ile vekil güçleri arasında gerilime yol açacak bazı gelişmeler ortaya çıktı. Bu gerilimin temel sebebi İran’ın vekil güçlere sağlayacağı desteğin limitleri ile yakından alakalı. İranlı üst düzey yetkililerin Şam’daki konsolosluk saldırısı ve Tahran’daki Haniye suikastı sonrası İsrail’e doğrudan ve sert bir askeri karşılık verileceğine dair el yükselten açıklamaları, vekil güçlerde İran’ın İsrail karşısındaki savaşa fiili olarak katılacağına yönelik bir beklenti oluşturdu. İran her ne kadar ekim ayı başlarında İsrail’e yönelik yoğun bir füze saldırısı gerçekleştirmiş olsa da vekil güçlerinin İsrail’in yoğun saldırısı altında yıprandığı bir dönemde, İran’ın İsrail ile doğrudan çatışmak yerine bu savaşı İran-Batı ilişkilerinde diplomatik müzakereler için bir kaldıraç olarak kullanma eğilimi “direniş ekseni”nde bir gevşemeye yol açabilir.

İran Liderliğinin “Direniş Ekseni” Söylemi

1979 İslam Devrimi’nin ardından, İran’ın hem içerde devrimi sağlamlaştırma hem de bölgesel ölçekte nüfuzunu genişletme amacıyla benimsediği en önemli dış politika önceliklerinden biri “devrim ihracı” politikası olmuştur. İran, bu hedef doğrultusunda uzun yıllar ciddi çabalar harcamış olmasına rağmen bölgede güçlü devletlerin varlığı, bu politikanın başarısının önünde önemli bir engel oluşturmuştur.

2000’li yılların başında ortaya çıkan bazı gelişmeler, İran’ın bölgedeki nüfuzunu genişletme politikası için yeni fırsat pencereleri ortaya çıkardı. Özellikle Irak ve Afganistan’ın işgali, bölgedeki güç dengelerini sarsarak İran’a daha fazla manevra alanı sağladı. Arap Baharı’nın patlak vermesiyle birlikte Suriye’de yaşanan iç savaş, Mısır’ın istikrarsızlık içine sürüklenmesi ve Libya ile Yemen’deki iç çatışmalar, İran’ın bölgedeki nüfuzunu genişletme siyasetini daha etkin bir şekilde hayata geçirme çabalarına katkıda bulundu. Bu yeni konjonktür, İran’ın özellikle Suriye, Yemen ve Irak gibi ülkelerde vekil güçler üzerinden nüfuzunu derinleştirme stratejisine zemin hazırladı. Böylece İran, bölgede daha geniş bir etkinlik alanına sahip oldu.

Bu dönemde yaşanan bazı gelişmeler, İran’ın ulusal güvenliği ve bölgesel çıkarları açısından önemli bir tehdidi de ortaya çıkardı. 2000’li yıllardan itibaren ABD’nin bölgeye yönelik tek taraflı ve doğrudan askeri müdahaleleri, bölgede artan askeri varlığı ve Irak ile Suriye gibi ülkelerde oluşturduğu vekil güçler İran’da ciddi bir güvenlik endişesine yol açtı. Bu süreçte İran, Irak ve Afganistan’dan sonra işgal sırasının kendisine geleceğine dair derin bir güvensizlik endişesine kapıldı.

2000’li yıllardan sonra İran’ın oluşturduğu “direniş ekseni” olarak da tanımlanan vekil örgütlerin bir amacı, İran’ın bölgesel nüfuzunu güçlendirmek olsa da diğer bir önemli amacı İran’a yönelik olası bir saldırıyı ulusal sınırların ötesinde karşılayarak savunma hattını ulusal sınırların ötesine taşımaktı. Bu strateji, İran’ın kendi topraklarına yönelik tehditleri bölge dışındaki cephelerde karşılayarak güvenliğini sağlamayı hedefliyordu.

“Stratejik Sabır” ve Olası Sonuçları

İran, uzun yıllar boyunca büyük yatırımlar yaparak her açıdan desteklediği vekil örgütleri, bölgesel nüfuzunun en önemli taşıyıcıları haline getirdi. Ancak son dönemde, bu vekil unsurlarla İran arasında gerilimlere yol açan gelişmelere tanık oluyoruz. Bu gerilimin temel nedeni, İran’ın direniş eksenine sağlayacağı desteğin limitleri ile yakından alakalı. İran, bölgedeki tüm vekil örgütlerini insan kaynağı, istihbarat, eğitim, silah ve mühimmat ile diplomatik ve ekonomik açıdan desteklemeye devam etse de son dönemde ortaya çıkan en önemli soru; İran’ın bu vekil güçlerin yanında fiilen savaşa katılıp katılamayacağıdır. İsrail’in yoğun saldırılarına maruz kalan askeri unsurlarının ve başta genel sekreteri Hasan Nasrallah olmak üzere komuta kademesinin önemli isimlerini kaybeden Hizbullah’ta böyle bir beklentinin olduğu aşikâr. Benzer şekilde Filistinli direniş örgütleri de İran’ı sahada daha etkili bir şekilde görmek istiyor.

Vekil unsurlar arasında bu beklentiyi artıran önemli hususlardan biri, İran’ın son dönemde İsrail’e yönelik doğrudan ve sert bir askeri karşılık vereceğine dair üst düzey yönetim kademelerinde dile getirilen iddialardır. Bu tür açıklamalar, İran’ın vekil güçleri arasında İran’ın daha aktif ve doğrudan bir askeri destek sağlayacağı ve İsrail’e karşı yürütülen savaşta vekillerinin yanında fiilen rol alacağı yönünde güçlü bir beklenti ortaya çıkardı.
Ancak İran yönetimi son dönemde İsrail’e karşı askeri tepkilerini belli bir eşiğin altında tutma stratejisini, “stratejik sabır” olarak adlandırılan bir siyasetle uyguluyor. Özellikle İran Cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan’ın BM toplantılarında verdiği mesajlar, İran’ın vekil güçleri ile İsrail arasındaki savaşa doğrudan katılmaktan ziyade bu savaşı İran-Batı ilişkilerinde bir pazarlık unsuru olarak kullanma eğiliminde olduğunu gösteriyor. Pezeşkiyan’ın, İsmail Haniye suikastı sonrasında İsrail’e güçlü bir askeri yanıt vermekten vazgeçerek Gazze’de ateşkes sağlanmasını ve bunun yanında Batı ile İran arasındaki müzakerelerin yeniden canlandırılacağına dair söz aldığını açıklaması, bu iddiayı doğrular nitelikte. İran yönetimi, Batıda savaş ve barış kararları üzerinde etkin bir rol oynadığı izlenimini oluşturarak bölgedeki istikrarsızlıkta kilit ülke konumuna yükselmeyi ve bu savaşı durdurma karşılığında diplomatik müzakere fırsatları elde etmeyi hedefliyor.

İran’ın İsrail’e karşı “eşik altı” misillemeleri de içeren saldırı eğilimi ve vekillerinin yanında fiilen savaşa katılmaktan kaçınması, direniş ekseninde ciddi bir hayal kırıklığına yol açıyor. İsrail’in ağır saldırılarına muhatap olan vekil unsurlarının yardımına gelmekte tereddüt eden İran’ın, bu süreçte Batı ile ilişkilerini normalleştirmek için çaba sarf etmesi de vekil aktörleri İsrail karşısında yalnızlığa terk etmek anlamına geliyor. Gerilimin tırmandığı ve vekil unsurların İsrail’in ağır askeri baskısı altında yıprandığı bir atmosferde İran’ın bu siyaseti vekil unsurlara “kendi başınızın çaresine bakın” mesajı olarak okunabilir.

İsrail karşısında İran’ın fiili desteğine güvenerek son dönemde İsrail ile doğrudan ve yıpratıcı bir savaşın içine giren başta Hizbullah olmak üzere İran’a bağlı vekil unsurların İran tarafından İsrail karşısında nispeten yalnızlığa terk edilmesi “direniş ekseni” felsefesinin sorgulanmasına yol açabilir. İran’ın fiili olarak birlikte savaşa girmekten kaçındığı ve İsrail karşısında kendi başlarının çaresine bakmakla karşı karşıya kalan bu aktörler uzun vadede İran yönetimi ile ilişkilerini gözden geçirmek zorunda kalabilir. Bu durum direniş eksenine bağlı bazı unsurların İran’dan bağımsız kendi gündemlerine odaklanacağı bir sonucu doğuracaktır.

[Doç. Dr. Necmettin Acar, Mardin Artuklu Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümü başkanıdır.]

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu