İsrail’in Kaçınılmaz Stratejik Yenilgisi

İsrail’in Gazze’deki soykırımı birinci yılını tamamlamışken saldırılar şu aşamada Lübnan’ın güneyine ve Beyrut’a odaklanmış durumda. Eylül ayında önce çağrı cihazı patlamaları sonra da Hizbullah lider kadrosuna yönelik bombalamalar sonrası şu aşamada İsrail, Hizbullah’ı ciddi anlamda paralize etmiş durumda. İran ise buna cevap olarak İsrail’i hedef alan hipersonik füze saldırıları yapsa da bu ne İran’ın caydırıcılığını tesis etmeye de ne İsrail’i, Hizbullah’ı ve hatta doğrudan İran’ın ana karasını hedef almaktan geri durdurmaya yeterli gelmeyecek. Bunun yanında ABD’nin İsrail’e ve dolayısıyla Netanyahu yönetimine kayıtsız şartsız desteği devam etmektedir.

Tüm bunlara rağmen İsrail’in kaçınılmaz bir stratejik yenilgi sürecinde olduğunu iddia etmek oldukça hayali bir nokta gibi görünse de konunun ayrıntılarına bakıldığında resim oldukça net görünecektir. İsrail’in kendine özgü şartları, iç politikadaki ve toplumsal düzeydeki zayıflıklarıyla birleştiğinde İsrail’in Netanyahu önderliğinde çıkmaz bir sokağa girdiği görülmektedir. Bu aşamada Netanyahu’nun siyasi geleceği savaşın devamına bağlı olduğu gibi bu savaş bir döngüsel durum oluşturarak İsrail’in güvenliğinde adım adım daha büyük gedikler açmaktadır. Bu yazıda birkaç maddede bu kaçınılmaz stratejik yenilgiyi açıklamak, bölgenin orta ve uzun vadedeki geleceğine dair bir resim çizmek açısından da değerli olacaktır.

İsrail’in Güvenlik Paranoyası

İsrail, güncel ve tarihsel olarak Orta Doğu’da yalnız bir aktör olması, çevresindeki muhtemel İsrail karşıtı devletler- halklar sebebiyle her zaman güvenlik tehdidi hisseden ve sürekli bu açığı gidermek için askeri gücünü kullanmaktan çekinmeyen bir aktör olmuştur. Bu açıdan yalnızca Netanyahu’nun aşırı sağcı siyonist kabinesi değil, tüm bir İsrail devleti ve güvenlik bürokrasisi katliam, apartheid uygulamaları ve hatta soykırımı bu güvenlik açığını gidermek için bir yöntem olarak kullanmaktadır.

7 Ekim 2023 bu açıdan farklı bir kırılmaya sebep olmuştur. İsrail’in 2005 yılından beri abluka altında tuttuğu Gazze’den düzenlenen Aksa Tufanı Operasyonu İsrail’in güvenlik illüzyonunu yerle bir etmiştir. Yaşanan askeri hezimet ve istihbari fiyaskonun yanı sıra her yıl dünyanın dört bir yanından Yahudi kökenlilerin İsrail’e göç etmesini teşvik eden ve bunun için güvenli olduğunu kanıtlamak zorunda olan İsrail’in düştüğü bu durum ciddi bir etki yaratmıştır. Son bir yılda girilen bu yeni dönemde İsrail toplumunun ve güvenlik bürokrasisinin de Netanyahu’nun siyonist hükümetinin peşine takılması işte bu yeni oluşan güvenlik paranoyası ve çaresizce bunu giderme çabasının sonucudur. Günün sonunda İsrail 1 yıldır sürekli işgal ve katliamlarını devam ettirmek zorunda olduğu, Netanyahu’nun da siyasi geleceğini buna bağladığı ve halkının güvenlik hissini tatmin etmek için daha fazla içine battığı bir çatışma sarmalına hapsolmuştur. Öyle ki şu aşamada İsrail’in kendi şartları kabul edilse dahi bir ateşkesi yapacak esneklik ve makuliyetten uzak bir noktada olduğu görülmektedir. Ateşkes görüşmelerinin son aşamaya geldiği dönemde Heniye’nin şehit edilmesi, yine Hizbullah ile ateşkes şartlarında anlaşıldığında Nasrallah’ın suikastla öldürülmesi de bu uzlaşmazlığı ve İsrail’in bunu bir metot olarak kullandığının en bariz kanıtıdır.

İran’ın Zayıflığı İsrail’in Gücüne Dönüşmüyor

Sonuçta İsrail Nasrallah suikastı, Hizbullah’ın yönetici kademesini ortadan kaldırması veya çağrı cihazlarının patlatılması gibi saldırılarla Hizbullah’ın gücünü önemli ölçüde törpülerken İran’ın bölge politikasına ve ulusal güvenliğine ciddi zararlar vermiştir. Ancak İsrail’in denklemi yanlış kurması ve Aksa Tufanı Operasyonu’nun etkisiyle sürüklendiği nokta itibarıyla Hizbullah ve İran’a verdiği zararlar İsrail’in hanesine başarı ve güvenlik olarak yazılmaktan oldukça uzaktır. Çünkü bu aşamada İsrail, önce Gazze sonra Lübnan ve bir sonraki adımda Suriye veya doğrudan İran ana karasını hedef alarak bölgede çok cepheli bir savaşa girişirken bu savaş İsrail’i güvenli yapmaktan öte yalnızca bu ülkeleri ve örgütleri güvensiz yapmaktadır. İran’ın kaybettiği caydırıcılığı ve Hizbullah’ı destekleyememesi de İsrail’in caydırıcılığının artması anlamına gelmemektedir. Çünkü ne olursa olsun 7 Ekim 2023’teki Aksa Tufanı Operasyonu İsrail’i vurulabilir bir düzleme taşımıştır. Dolayısıyla İran, Hizbullah ve hatta Yemen’den Husilerin bile İsrail topraklarına yönelik füze saldırıları artık sıradanlaşmıştır. Doğrudan İsrail’i hedef alan füze saldırıları 7 Ekim öncesinde bir hayal ve yapılamaz bir eylem olarak görülüyorken günümüzde İran’ın saldırılarının ciddi bir karşılık bulmaması ve yeterli görülmemesi de İsrail’in artık vurulabilir bir ülke olmasındandır. İran’daki 45 yıllık rejim İsrail ve ABD karşıtlığını rejimin temel ideolojik dayanak noktalarından biri yapmışken şu aşamada adına ordu topladığı Kudüs için veya en değerli sınır ötesi müttefiki olan Hizbullah için gerekenleri yapmıyorsa bu, yine 7 Ekim’in açtığı yolda İran’ın propaganda kalelerinin yıkılması anlamına gelmektedir. Ancak bunların hiçbiri İsrail’in daha güvende olmasına sebep olmamakta, İsrail yalnızca bir döngüye hapsolmuş biçimde tarihte yaşadıklarını yeniden yaşamaktadır.

Savaş Sonrası Gazze ve Hamas

İsrail için kısa vadede en büyük sorun, Gazze’de askeri operasyonlarını bitirdiğinde Gazze’de nasıl bir yönetimin tesis edileceği olarak durmaktadır. Her ne kadar İsrail tarihsel olarak Gazze’yi uzun yıllar işgal altında tutmuş olsa da günümüzde hem askeri hem ekonomik hem de demografik olarak bu işgali devam ettirmesinin mümkün olmadığı açıktır. Ancak bu aşamada Gazze’nin nasıl yönetileceği konusunda İsrail için kabul edilebilir olan alternatifler de oldukça zor durumda görülmektedir. Öncelikle Arap devletleri asker göndermeyi reddederek Filistin meselesinden tabiri caizse istifasını vermiştir. Körfez devletlerinin Hamas’a mesafeli yaklaşımı ve İsrail’le müzakerelerde Gazze’yi bir pazarlık olarak kullanmaları bu ihtimali oldukça zorlaştırmaktadır. Diğer taraftan Batılı devletler de askerinin böyle sıcak bir cephede var olmasına mesafeli durmaktadır. Bu durumda İsrail’in ya bu bölgeyi işgal altında tutması gerekmekte ya da tamamen Gazze’den çıkarak bir yıldır yaptığı katliamlar ve soykırım sonrası Gazze’yi tekrar Hamas’a teslim etmeyi kabullenmesi gerekmektedir.

İsrail’de ordu ve özellikle Netanyahu yönetiminin Gazze’yi işgale başlarken belirlediği hedeflerin imkansızlığı İsrail’i bir girdap gibi içerisine çeken bir durum olmuştur. Netanyahu’nun belirttiği gibi Gazze’de amaç Hamas’ı tamamen ortadan kaldırmaksa İsrail’in askeri yöntemlerle veya katliamlarla bunu başarmasının mümkün olmadığını bir yıl içerisinde yaşananlar sonrasında tüm açıklığıyla görmüş durumdayız. İsrail, Hamas mensubu 17 bin kişiyi öldürdüğünü iddia ediyor. ACLED adlı Amerikan düşünce kuruluşunun  araştırmasına göre bu sayı en iyi ihtimalle 8500. Yani en iyi ihtimalde bile İsrail ordusu Gazze’de yaptığı tüm katliamlara rağmen Hamas’ın askeri kapasitesinin yarısını dahi elimine edebilmiş durumda değil. Bunun dışında Hamas’ın ve onun askeri kanadı olan Kassam Tugayları’nın Filistin ve Gazze’de halkın bir kısmına dayanan ve ideolojik olarak aykırı bir örgüt değil, halkın tamamına dayanan ve Filistin davasının mevcut yürütücüsü olan bir hareket olması da Hamas’ı ortadan kaldırmanın imkânsız olduğunu ortaya koymaktadır. Bir milletin vatan mücadelesinin suikastlar veya katliamlarla ortadan kaldırılmasının imkansız olduğu yine 7 Ekim’in yıl dönümünde Kassam Tugayları sözcüsü Ebu Ubeyde’nin konuşmasında da yer almıştır. Dolayısıyla Netanyahu hükümeti ve siyonistlerin hayallerine rağmen Gazze’nin ve Filistin’in geleceğinde Hamas’ın önemli bir rol oynamaya devam edeceği bir gerçek olarak ortada durmaktadır.

İsrail Ekonomisi ve Demografik Sorunlar

İsrail’in kurulduğu günden itibaren sürdürdüğü katliam politikaları Soğuk Savaş döneminde yaşanan Arap-İsrail Savaşları sonrası belirli bir düzleme oturmuşken 7 Ekim hem Oslo süreçlerini yıkan hem de son 30 yılda Batının hapsolduğu “iki devletli çözüm” modelinin de gerçekçi olmadığını ortaya koyan bir adım olmuştu. Bu yeni dönemde İsrail’in soykırım politikası ve içine girdiği güvenlik paranoyasının ekonomisine ve demografisine verdiği zarar da kritik bir girdi olarak incelenmeyi hak etmektedir.

Geçtiğimiz süreçte uluslararası kredi derecelendirme kuruluşları sırayla İsrail’in kredi derecesini düşürdü. Ayrıca İsrail ekonomisinin 2024’te yüzde 0, 2025’te ise yalnızca 2,2 büyüyeceği tahmin ediliyor. Askeri harcamaların da bütçeye ek yük oluşturduğu ve İsrail şekelinin değer kaybının hızla devam ettiği görülüyor. Her ne kadar ABD’den yoğun bir destek alsa da İsrail’in ekonomik rakamlarındaki sorunlar, bu yardımlar olmasa İsrail’in yaşayabileceği ağır sonuçları göstermesi açısından kritik. İhracatın düşmesi, işsizlik ve enflasyona muhtemel etkileri de düşünüldüğünde İsrail’in tüm dış desteğe rağmen ciddi darbeler aldığını ve bu savaşı sürdürmesinin ağır maliyetini gözler önüne sermektedir.

İsrail’in işgal girişimlerini sürdürmesi ve yayılmacılığının önündeki en büyük engelin ise bu hedeflerin demografik olarak desteklenememesi olduğu görülmektedir. Aksa Tufanı Operasyonu’nun İsraillilerde yarattığı güvenlik endişeleri sebebiyle 600 binden fazla sivilin İsrail’i terk ettiği bildirilmiştir. Bunun ötesinde, geçtiğimiz günlerde İsrail basınında yayınlanan bir ankete göre İsraillilerin yüzde 23’ü İsrail’den göç etmeyi düşündüklerini belirtmişlerdir. İsrail’in bir yıldır soykırım uyguladığı Gazze’de 2005 yılına kadar yerleşim yerleri bulundurduğu ve şu an işgal girişimine başladığı Güney Lübnan’ı ise 1982 ile 2000 yılları arasında işgal altında tuttuğu düşünüldüğünde İsrail’in yayılmacılığının döngüsel bir şekilde devam ettiği söylenebilir.

Öyle ki, İsrail şu an Batı Şeria’da uyguladığı yerleşimci işgalciliğini 1967’den 2005 yılına kadar Gazze’de sürdürmeye çalışmış, o yıl kalan az sayıdaki yerleşimcinin güvenliğini sağlayamaması ve Gazze’ye yeni yerleşimci göçü getirememesi sebebiyle bölgedeki işgalini sonlandırmak zorunda kalmıştı. Dolayısıyla, İsrail tarihsel olarak da güncel olarak da ciddi demografik sorunları olan ve bölgeye dair büyük yayılmacı hayalleri olsa da bunu gerçeğe dönüştürecek insan ve sivil kaynağından mahrum bir ülkedir. Yani 7 Ekim’in İsrail’e verdiği zarar, İsrail’den göçü tetiklemesi ve İsrail toplumunun güvenlik paranoyasına girmesi sebebiyle oldukça kritiktir. İsrail’in bu şartlarda stratejik olarak işgalini sürdüremeyeceği ve günün sonunda aslında bölgede kendi sonunu hazırladığı bir noktadan bahsedilebilir.

Sonsuz Savaş ve Tükenme

Tüm bunların ışığında İsrail, 7 Ekim sonrası sonsuz savaşlar döngüsüne girmiş durumda. Gazze’de soykırımını tamamladıktan sonra Lübnan’a yönelen, sonraki adımda Suriye, Irak, İran ana karası ve hatta Türkiye’nin toprak bütünlüğünü tehdit edebilecek olan İsrail, bölgede kendisi dışında bir halk ve devlet kalmayana kadar bu savaşları devam ettirmek zorunda kaldığı bir düzleme geçiş yapmıştır.

Tarihsel olarak da güvenlik konusunda oldukça tedirgin ve diken üstünde bir ülke ve toplum olan İsrail, 7 Ekim sonrası girdiği güvenlik paranoyası sebebiyle hiçbir zaman kendisini güvende hissedemeyecektir. Bu da sürekli bir sonraki güvenlik tehdidine yönelik saldırganlaşmasına, böylece bölgede sert bir tepki göreceği gerçek bir direniş eksenine rastlayana kadar yayılmasına sebep olacaktır.

Günün sonunda İsrail’in tüm katliamları hatta soykırımı, diğer yandan Hizbullah’a yönelik üst düzey istihbari faaliyet gerektiren saldırıları veya doğrudan İran’a yönelik saldırıları İsrail’i güvenli hale getiren bir eylem bütünü olmaktan oldukça uzaktır. Bu da 1967’de başlayan ve 2005’te biten Gazze işgalinin veya 1982’de başlayan ve 2000’de biten Güney Lübnan işgalinin 2024’te tekrar başlamasına ancak yine başarısız olacağı bir döngüselliğe sebep olmaktadır. İsrail komşu ülkelerinde istikrarsızlığı ve özellikle Suriye’de terörü desteklerken bu ülkeleri bir yandan muhtemel işgaline hazırlarken diğer yandan bu ülkelerden kendisine yönelecek tehditleri başlamadan elimine etmeye çalışmaktadır. Dolayısıyla, kısa vadede İsrail yayılmacılığıyla mücadele; bu istikrarsızlıkla, azınlık rejimleriyle ve terör örgütleriyle mücadele ederek yapılabilir. Her ne kadar bir gün İsrail’in yayılmacılığının Türkiye sınırlarına dayandığı bir düzlem gerçekleşebilir olsa da bunun zeminini hazırlayacak bir terör devleti ihtimalinin Suriye’de ve Irak’ta yok edilmesi kısa vadede İsrail yayılmacılığı ile mücadelenin en temel prensibi olmalıdır.

Ahmet Arda Şensoy, Türkiye Araştırmaları Vakfı araştırmacısıdır.

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu