Aksa Tufanı’nın Yıl Dönümünde Filistin Meselesi

Hamas’ın 7 Ekim 2023’te başlattığı Aksa Tufanı operasyonunu, askeri, siyasi ve toplumsal olarak İsrail’in yenilmez algısını ortadan kaldıran ve her geçen unutturulmaya çalışılan İsrail-Filistin meselesinin yeniden dünya gündeminin en önemli konusu haline gelmesini sağlayan dolayısıyla hedefleri ölçeğinde masayı ters çeviren bir hamle olarak okumak mümkündür. Ancak geçen bir yılda oluşan yeni düzlemde ABD’nin sınırsız desteği ile İsrail’in 100 yıldır yaptığı soykırımlar her geçen gün daha da derinleşirken Netanyahu hükümeti Lübnan’da da benzer şekilde sivil/asker ayırt etmeksizin katliamlara devam etmektedir. Dolayısıyla uzun yıllardır bölgede var olan İsrail kaynaklı çatışma ortamı, bölgesel bir savaşın şafağına doğru evrilmiştir. Ancak geçen bir yıl sonunda değişmeyen tek konu ise gelişmiş Batı ülkelerinin krize yönelik eylemsizliği ve bunun bir sonucu olarak liberal batı düzeninin normlarının çöküşü olmuştur. Bu sebeple bu yazıda Aksa Tufanı’nın yıl dönümüne binaen geçtiğimiz bir yılda Batılı aktörlerin ve kurumların İsrail-Filistin meselesini nasıl ele aldıkları tartışılacaktır.

Aksa Tufanı ve Bölgedeki Fay Hatları

7 Ekim öncesi İsrail-Filistin meselesi ekseninde Orta Doğu’da gündem neredeyse İran-Hizbullah-İsrail arasında devam eden geleneksel angajmana hapsolmuş vaziyetteydi. İran açısından rejimin kendini dayandırdığı ve kendisini bayraktarı olarak lanse ettiği Kudüs davasının olmazsa olmazı konumundaki İsrail ve ABD karşıtlığı imajını beslemek için özellikle Hizbullah-İsrail hattında devam eden kontrollü çatışmalar oldukça araçsaldı. Konvansiyonel kapasiteleri açısından altını dolduramayacakları bir İsrail-İran karşıtlığını adeta bir uzvu olarak gördüğü Hizbullah vasıtasıyla devam ettirmek İran için kazandıran bir oyundu. İsrail ise bölgedeki maksimalist hedeflerini gerçekleştirmek için her an daha fazla Amerikan desteği ve uluslararası alanda daha az muhalefet ihtiyacını aslında bir noktada İran tehdidini yine Hizbullah ile devam eden kontrollü gerginlik ile besliyordu. Çünkü İran’ın devam eden nükleer programı ve füze kapasitesi ile hem Avrupa ülkelerine hem de bölgede özellikle Körfez ülkelerine yönelik tehdit oluşturuyor olması ABD’nin de bölgedeki çıkarlarını doğrudan etkilemektedir. İsrail’in ise yüz yıldır bölgedeki haksız kazanımlarına tehdit olabilecek her aktörü siyasi istikrarsızlık yaratarak, savaşarak yahut önleyici saldırılarla kapasitelerini budayarak yolundan çekmeye çalıştığını biliyoruz. Bu sebeple İsrail’in İran ile gerilimi sürekli canlı tutarak ABD eliyle bu mücadeleyi çok daha maliyetsiz ve konforlu bir alanda yürütme çabaları ile ABD’nin Orta Doğu stratejisi birbirleriyle bağlantılı ve tutarlı bir davranış paternine işaret ediyor. Örneğin Trump döneminde ABD önderliğinde imzalanan İbrahim Anlaşmaları ile başlatılan Arap-İsrail normalleşme adımları, İsrail’in ABD eliyle bölgedeki muhtemel rakipleri elimine ettiği bir düzlem oluştuğunu gösteriyor. Dolayısıyla, İsrail’in bir elinde İran düşmanlığını tutarak batının sesini kıstığı ve hiçbir küresel yahut bölgesel bir tepki olmadan Filistin’i parça parça yok ettiği bir dönem yaşanıyordu. Aksa Tufanı operasyonu tam da bu sebeple gündemden düşmüş yani modası geçmiş bir konuyu küresel gündeme taşıyan bir hamleydi.

Uluslararası Kurumların Eylemsizliği ve Batı Normlarının Çöküşü

Aslında 7 Ekim itibarıyla yanlış kurgulanan bir söylem mevcut, İsrail’in devam ettiği soykırım ve terör faaliyetlerinin Aksa Tufanı sonrasında yoğunluğunun artışı ve dünyanın Türkiye gibi birkaç ülke dışında sessiz kalışını bugünün bir meselesi gibi okunarak aslında 7 Ekim ile sonrasında yaşanan İsrail terörü arasında bilinçli veya bilinçsiz bir nedensellik kurulmaya çalışılıyor. Yukarıda da bahsedildiği üzere İsrail, 7 Ekim öncesinde de zaten amaçlarını aynen uygulayan ve belki de tarihte hiç olmadığı kadar Amerikan desteğini arkasına alarak uluslararası kurumları kilitlemeyi başarmış ve bölgede Suud-İsrail normalleşmesi gibi bir adımı da atmak üzere olan mutlak bir kazanç konumundaydı.  Yani yüz yıldır devam eden işgal aslında sessiz sedasız İsrail lehine neticeleneceği bir safhaya doğru giderken neredeyse bir iç güvenlik meselesi olarak ele alınıyordu. Dolayısıyla, milli mücadele veren Hamas ve diğer yerel örgütlü grupların oyunu değiştirecek bir hamle yapması artık kaçınılmaz bir gereklilik halini almıştı. Dolayısıyla Aksa Tufanı operasyonu ile İran’a hapsolmuş olan ve İsrail’in neredeyse iç güvenlik meselesi olarak ele alınan Filistin meselesi yeniden hem bölgede hem Batıda birçok aktörün sahiplendiği bir konu halini almış, yani İsrail’in ilmek ilmek işlediği planları aslında suya düşmüş oldu.

Bir diğer yanlış kurgulanan söylem ise uluslararası normların ve kurumların çöktüğü argümanıdır. Benzer şekilde ne uluslararası kurumlar ne de normlar hiçbir zaman var olan yani yaşayan bir gerçeklik olmadı. Dolayısıyla 7 Ekim öncesi ve sonrası açısından farklı bir patern görmek yine mümkün değil. İsrail’in gün gün devam ettirdiği işgali, uluslararası hukuku ve insan haklarını hiçe saydığı terör eylemleri ve soykırımları hiçbir zaman İsrail’in inisiyatifi dışında bir dış müdahale sebebiyle azalmadı yahut engellenemedi. Örneğin, İsrail’in işgal ettiği topraklardan 1967 öncesi sınırlara geri çekilmesini talep eden Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) 242 sayılı kararı, 1980 yılındaki 464 sayılı doğu Kudüs’ün tek taraflı ilhakını kınayan BMKG kararı yahut 2016 yılındaki 2334 sayılı sözde yerleşimci işgalcilerin faaliyetlerini kınayan BMGK kararı gibi en üst düzeyde konsensüs oluşmuş hiçbir kurumsal adım sahada İsrail’i caydırmak için yeterli olmamıştır. Öte yandan iki devletli çözümü 1970’lerden itibaren kurumsal söyleminin merkezine alan Avrupa Birliği de her ne kadar ABD’den görece daha dengeli bir İsrail politikası belirlemiş olsa da ne sahada yapılan Ortak Güvenlik ve Savunma Politikası (OGSP) sivil misyonları ne de Filistinlilere yönelik yıllardır devam eden insani yardımlar İsrail’in devam eden işgal ve soykırımını by-pass eden bir karaktere sahip değildi. Aksine AB’den gelen yardımların bile akibeti aslında İsrail’in ablukasının yoğunluğuna bağlıydı ve İsrail’in inisiyatifindeydi. Dolayısıyla 7 Ekim sonrası yoğunluğu artmış olan soykırıma ve İsrail terörüne karşı AB’nin de herhangi caydırıcı bir pozisyon almaması aslında yine bugünün meselesi değildi.

Kilit Aktör: Amerikan Hegemonyası

7 Ekim sonrası BMGK’nın bir karar bile almaması yahut AB’nin kendi kurumları arasında tek seslilik olmasa bile Almanya ve Fransa’nın tutumundan kaynaklı olarak mutlak şekilde İsrail’i destekler şekilde pozisyon alması da aslında ABD’nin her iki kurumda da farklı yöntemler ile hayati bir etkisinin olmasıyla açıklanabilir. ABD’nin özellikle Arap-İsrail normalleşmesi ile bölgede askeri bir angajmana gerek kalmadan yani İsrail’in güvenliğinden çok fazla endişe etmeden odağını Çin’e kaydırmaya çalıştığı biliniyor. Bu yönelim gereği 7 Ekim öncesinde de sonrasında da aslında ABD’nin Orta Doğu stratejisi büyük oranda bölgesel bir savaşın çıkmamasını gerektirmektedir. Çünkü tek kutuplu sistemdeki hegemonya sahibi aktörün, pozisyonu gereği sistemik bir kırılmanın yani kendi etrafında şekillenen güç dağılımının değişmesinin önüne geçmek için bu gibi krizlere müdahale etmesi beklenir. Dolayısıyla 7 Ekim itibarıyla bölgeye gönderdiği nükleer denizaltılar ve donanmayla bölge ülkelerine İsrail’e karşı ikinci bir cephe açmamaları gerektiğinin sinyallerini verirken öte yandan İsrail’e de mutlak bir caydırıcılık sağlamış oldu. Bu ortamda süregelen bağımlılık ve egemenlik sorunları sebebiyle, AB üyelerinin ABD’nin peşine takılmaktan başka çok az çareleri kalmaktadır. Öte yandan BMGK’da ABD’nin veto gücü ise doğrudan kurumun kendi regülasyonları sayesinde ABD’ye bütün süreçleri tıkama şansı vermektedir. ABD’nin İsrail’ mutlak bir caydırıcılık ve koruma kalkanı sağladığı bu ortamda Uluslararası Ceza Mahkemesi yahut Uluslararası Adalet Divanı gibi mercilerde devam eden İsrail ve Netanyahu karşıtı yargılamalar ise bir anlam ifade edememektedir. Netice itibarıyla alınacak kararlar meşru bir şiddet kullanımı için altyapı sağlasa da potansiyel bir insani müdahalenin yani askeri bir operasyonun ABD’nin İsrail’e sağladığı koruma kalkanını aşması mümkün gözükmemektedir.

Sonuç olarak, binlerce sivil hayatını kaybettiği ve Filistin’in süreklilik arz edecek şekilde parça parça edildiği bu yüz yıllık işkence bugün sadece metotlar itibarıyla bazı farklılaşmalar yaşarken, soykırım ve İsrail terörü aslında bu meselenin sabiti olarak onlarca yıldır bölgenin bir gerçeğidir. Burada yöntemsel farklılaşmalar ise sadece ve sadece ABD’nin ne ölçüde meseleyi İsrail açısından sahiplendiği yahut sahiplenmediğiyle alakalı olarak dönüşmektedir.

[Dr. Muhammed Çağrı Bilir, Türkiye Araştırmaları Vakfı araştırmacısıdır.]

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu