7 Ekim’de Hamas’ın düzenlediği “Aksa Tufanı” operasyonunu gerekçe olarak gösteren İsrail, başta Gazze olmak üzere tüm Filistin topraklarına, hatta Suriye, Lübnan ve Yemen’e kadar genişleyen bir savaş başlattı. Gazze sahasında Hamas’a karşı askeri bir zafer elde edemeyen ve çatışmanın uzaması nedeniyle iç ve dış politikada zorlanan İsrail, uzun süredir kalıcı bir ateşkes anlaşmasına da direniyor. İsrail’in bu direncini açıklamaya dönük analizlerde, en çok şu üç husus öne çıkıyor: İlk olarak, İsrail, ABD seçim sonuçlarını bekliyor ve çatışmaları sürdürerek bu seçim sonuçlarını etkilemeye çalışıyor. İkinci olarak, Netanyahu hükümetinin siyasi geleceği savaşın uzamasına bağlı. Son olarak ise İsrail bölgedeki aktörlerin zafiyetlerinden yararlanarak bölgesel nüfuzunu genişletmeye çalışıyor. Sayılan hususlar kısmen doğru olmakla birlikte İsrail’in uzun süreli askeri ve diplomatik girişimlerini tam olarak açıklamakta yetersiz kalıyor. Bu çalışmanın temel iddiası, İsrail’in 7 Ekim’de başlayan savaşı, tıpkı 1973 yılındaki Ekim Savaşı’ndan sonra başardığı gibi kalıcı ve nihai bir diplomatik zafere dönüştürmek istediğidir. İsrail dış politikasının nihai zaferi İran’a ve onun bölgesel vekillerine karşı Suudi Arabistan’ın merkezinde yer alacağı ABD-Arap-İsrail ittifakı oluşturmaktır.
İsrail Güvenliğinin Kırılganlığı
1948’deki kuruluşunu takip eden dönemde İsrail’in geliştirdiği işgal siyaseti, bölge devletlerini askeri ittifaklar kurarak İsrail’i dengeleme stratejisine yöneltti. Yüzü sömürgeci Batı ülkelerine, sırtı ise Arap ve İslam dünyasına dönük bir devlet olarak kurgulanan İsrail, savunulması güç kara sınırlarına sahip ve demografik olarak dezavantajlı bir konumda bulunuyor. Bu durum, İsrail’in ciddi bir güvensizlik problemi yaşamasına neden oluyor. Bölgede artan öfke ve İsrail karşıtlığı da İsrail’i stratejik ve askerî açıdan kırılgan hale getiriyor.
1948, 1956, 1967 ve 1973 yıllarında Arap koalisyonlarına karşı geniş çaplı savaşlara giren İsrail, ABD’nin aktif desteğiyle komşu Arap devletlerini yenmiş olsa da bu durum ülkenin güvensizlik sorununu çözmeye yetmedi. Zira 1970’lerin başlarından itibaren Filistinli direniş örgütleri ortaya çıktı. Özellikle 1967 yılında Arap ordularının İsrail karşısında aldığı yenilgi Filistin siyasi düşüncesinde yeni bir sayfa açılmasına yol açtı. Filistin’in İsrail işgalinden kurtarılması sürecinde Arap ordularının yeterli desteği sağlayamamış olması Filistin siyasetinde düzenli Arap ordularına bağımlılıktan ziyade, özgüven ve popüler kurtuluş stratejilerinin peşinde olma fikirlerini pekiştirdi.
1979’daki İran İslam Devrimi ve devrim sonrası İran’ın politik ve ideolojik nüfuzunun tüm bölge sathında hızla genişlemesi bölge siyasetinde önemli sonuçlar doğurdu. İran’ın devrim ihracı politikası ve bu politikayı destekleyen eylemleri, bu dönemde İsrail’in güvensizlik endişesini besleyen başka bir faktör oldu. Özellikle İran’ın Filistinli direniş örgütleriyle kurduğu yakın ilişkilere, bu gruplara sağladığı askeri ve lojistik desteklere ilaveten bölgede İran’ın İsrail karşıtı vizyonunu destekleyen aktörlerin sayısında yaşanan artış İsrail’in güvenliğini daha da kırılgan hale getirdi.
2010 yılında başlayan Arap Baharı, Arap Orta Doğu’sundaki kitleleri, tarihte ilk kez, siyasi sahnenin önemli aktörü olarak öne çıkardı. Mısır, Tunus ve Yemen gibi ülkelerde statüko karşıtı güçlerin kısa süreli de olsa iktidara gelmesi, İsrail’in tehdit seviyesini artıran başka bir faktör işlevi gördü. Başta ABD olmak üzere Batılı aktörlerin bölgede statüko karşıtı güçleri iktidardan uzaklaştırma çabaları İsrail’de geçici bir rahatlama sağlasa da değişim taleplerinin kalıcılığı İsrail’in endişelerinin dinmesini engelliyor.
Bölgede son dönemde yaşanan kaosa rağmen, geçtiğimiz hafta Ürdün’deki seçimlerde Müslüman Kardeşler’in Ürdün kolu olan İslami Çalışma Cephesi’nin tarihteki en yüksek oy oranını elde etmesi, değişim dinamiklerinin sürekliliğini göstermektedir. İşte tüm bu gelişmeler, İsrail’i askeri caydırıcılığın ötesinde daha kalıcı bir güvenlik konsepti arayışına yöneltmiştir.
İsrail’in 7 Ekim’i Diplomatik Bir Zafere Çevirme Çabası
İsrail’in on bir ayı aşan bir süredir sürdürdüğü yoğun saldırılara soykırım ve etnik temizliğe rağmen direniş örgütlerini etkisiz hale getirmekte başarısız olduğu görülüyor. 360 kilometrekarelik küçük bir alanda gerçekleştirilen bu yoğun saldırılar, İsrail’in direniş örgütlerini yenme kapasitesinin sınırlı olduğunu ve askeri stratejilerin bu örgütler üzerinde caydırıcı bir etki yaratmadığını ortaya koyuyor. İsrailli yetkililer bile bu yoğun operasyonlara rağmen Hamas’a karşı askeri bir zaferin elde edilmesinin oldukça zor olduğunu kabul ediyorlar. Peki, İsrail neden kazanamayacağı bir savaşı sürdürmek hatta bu savaşı Filistin coğrafyasının ötesine Lübnan, Suriye, Yemen ve İran’a taşımak istiyor? Bu sorunun cevabı; İsrail’in elli yıl önce Mısır ile yaptığı barış anlaşmasında yatıyor. 1978 yılında İsrail ile Mısır arasında imzalanan Camp David Anlaşması, İsrail’in güvenlik stratejisinde önemli bir dönüm noktası olmuştu. Çünkü bu anlaşma sonrası İsrail son otuz yılda dört kez savaştığı Arap dünyasının lider ülkesi Mısır ile barışmış ve ilk kez bir Arap gücü tarafından resmen tanınmıştı.
Ancak, son dönemde yaşadıklarımız bu anlaşmanın sağladığı güvenlik garantilerinin artık İsrail’in güvenliği için yeterli olmadığını ortaya koyuyor. Çünkü İsrail artık bölgede kendi varlığına yönelik tehdit kaynağı olarak kabul ettiği İran gibi “revizyonist” aktörlerden, Arap ve İslam dünyasından yükselen İsrail karşıtlığından endişe duyuyor. İsrail bu yüzden daha geniş bir alanda stratejik etki sağlamak ve bölgesel rakiplerini sınırlamak için daha kapsamlı bir güvenlik yapılanmasına ve iş birliğine ihtiyaç duyuyor. 7 Ekim’de Hamas’ın başlattığı operasyonu bahane olarak kullanarak tüm bölgeyi bir savaş alanına çevirme çabası bu stratejik arayışın göstergesi olarak okunabilir.
İsrail için en önemli stratejik hedef, Camp David Anlaşması’nın ellinci yılında Suudi Arabistan’ın merkezinde yer alacalığı ABD-Arap-İsrail Paktı kurmaktır. 2021 yılında bazı Körfez ülkeleriyle gerçekleştirilen İbrahim Anlaşmaları, önemli bir diplomatik başarı olarak kabul edilse de Suudi Arabistan’ın dâhil olmadığı her bölgesel paktın etkisi sınırlı kalacaktır. Kurulması muhtemel bu pakt sayesinde bir taraftan ABD ve İsrail’in rahatsız olduğu İran bölgesel olarak çevrelenecek diğer taraftan ise Suudilerin yeni dönemde şampiyonluğunu yaptığı “ılımlı İslam” düşüncesi bölgede Batı ve İsrail karşıtlığının kontrol altına alınmasına katkı sağlayacaktır. Dolayısıyla İsrail’in nihai hedefi, Suudi Arabistan ile normalleşme sağlayarak İran ve vekilleri karşısında ABD’nin de desteğiyle güçlü bir güvenlik yapılanması oluşturmaktır. İsrail ile Hamas arasında arabulucular aracılığıyla devam eden ateşkes görüşmelerinin kaderi, aslında perde arkasında yürütülen ABD-Suudi-İsrail müzakerelerindeki gelişmelerle doğrudan ilişkilidir.
Bölgede oluşturulmaya çalışılan bu güvenlik yapılanmasının merkezinde İsrail ve Suudi Arabistan’ın yer alması, Arap dünyasının önde gelen ülkesi olan Mısır’ın bölgesel güvenlik mimarisinin dışına itilmesine neden olacaktır. Bu plan başarılı olursa Mısır tamamen Orta Doğu’dan izole edilerek bir Afrika ülkesi haline gelebilir. ABD-Suudi -İsrail paktına içeriden en güçlü tepki şüphesiz Mısır’dan gelecektir. Bu güvenlik yapılanmasının dışında bırakılmak istenen diğer bir aktör Türkiye’dir. Türkiye’nin de böyle bir yapılanmayı kabul etmesi mümkün gözükmemektedir. Son dönemde gelişen Türkiye-Mısır ilişkileri, her iki ülkenin bölgeden dışlanma çabalarından duyduğu rahatsızlığın bir yansıması olarak okunmalıdır.
[Doç. Dr. Necmettin Acar, Mardin Artuklu Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümü başkanıdır.]