Macron, sol cepheyle zorunlu birlikte yaşama (kohabitasyon) denemesi yerine aşırı sağla flörtü(!) tercih etti. Zaten sol cephenin sandalye sayısı mutlak çoğunluğa yetmediği için gerçek bir kohabitasyondan söz etmek mümkün değildi. Yeni Başbakan Barnier’nin kuracağı hükümet meclis aritmetiği dahilinde düşürülme riski taşısa da Le Pen’in Ulusal Birlik Partisi (RN) ve sol cephenin birlikte hareket edeceği bir senaryo pek mümkün görünmüyor.
Seçimlerden hemen sonra ülkesinin başbakan ve hükümet değişikliğine değil olimpiyatlara konsantre olacağını açıkladıktan sonra dediği gibi de yaptı Emmanuel Macron. Kova kova kan fışkırtan topların eşliğinde başı giyotinle koparılmış Marie Antoinette, “İyi olacak, iyi olacak, asacağız, paramparça edeceğiz, yakacağız.” benzeri sözleriyle Fransız Devrim Marşı, Leonarda Da Vinci’nin Hz. İsa’nın “Son Akşam Yemeği” tablosunu yerle bir eden satanizm, pedofili, LGBT (ve yeni yeni eklenen harfleriyle) jest ve profilleriyle bir nevi deccal düzeninin propagandasının yapıldığı açılış gösterisi sadece Fransa’yı değil bütün dünyayı şoke etti. Fransa gibi dini değerlere her çeşit küfrün serbest olduğu ultra laik bir ülkede yıllardır gıkını çıkardığını, çıkarabildiğini duymadığımız kilise dahi tepki gösterdi açılış gösterisine. Üstelik Macron birkaç yıl önce Financial Times’a verdiği bir röportajda terör, pandemi gibi dünyayı şoke ettiğini söylediği durumlardan bahsederken “Zannımca bizim jenerasyonumuz canavarın burada olduğunu bilmeli.” dediği için ve kelimenin aynı zamanda deccal anlamına gelmesi sebebiyle kıyametten mi söz etti ne demek istedi diye yazılıp çizilen sayısız komplo ve tersi teoriler de vardı hâlihazırda. Cumhurbaşkanı Macron olimpiyatların açılış gösterisiyle Fransa’dan adeta dünyaya meydan okurken doğru bir şey söyledi: “Fransa budur!”.
Ama Fransa sadece bu değil! İkinci Dünya Savaşı’nda Alman işgali altındaki Fransa’da Vichy hükümetini soykırım ortaklığına götüren bir damar da var. 2000’li yılların başından bu yana Yahudi karşıtlığından temizlenip yeniden kadim Müslüman düşmanlığına evrilen ve palazlanan, üstelik sadece orada değil merkezde, merkezin sağında ve solunda da yeni görünüm ve politikalarla maya tutan damar. Ekonomik, sosyal başka sebepler olsa da esasen Avrupa Parlamentosu seçimlerinde Le Pen’i birinci parti çıkaran da Cumhurbaşkanı Macron’un ilk döneminde yaptığı hukuki düzenlemelerle meşruiyet kazandırdığı o damar. Ancak Fransa’da aşırı sağ demek aynı zamanda NATO düşmanlığı, AB karşıtlığı, Rusyacılık anlamına geldiği için ve ayrıca her hâlükârda seçim sonuçlarının istikrarsız bir Fransa’ya yol açacağı belli olduğu için Macron, Avrupa Parlamentosu seçimleri gecesi erken seçim kararı aldığında Fransız ve Avrupa medyasının kahir ekserisine göre büyük bir kumar oynamıştı. Nitekim giyotinin mucidi öbür Fransa’yı ve kurulu düzeni temsil eden 14 Temmuz’un yıl dönümünde Fransız İhtilali’ni anlatan Delacroix’nın meşhur tablosundaki Marianne’nın yerini Marine Le Pen’in almasına vakit var görünse de başbakanlık koltuğuna Le Pen’in genç adayı Bardella’nın oturması güçlü bir ihtimaldi artık. Anketlere göre hiç muhtemel olmayan durum Marine Le Pen’e karşı sol cephenin birinci parti çıkması, başbakanlık koltuğunu alması ve Macron’un Fransız soluyla kohabitasyona girişmesiydi. İlk turun sonunda aşırı sağcı RN (Milli Birlik Partisi) yüzde 33,20 oranındaki oyla birinci parti oldu. Üstelik genel seçimlerde son 40 yılın en yüksek katılım oranı yakalanmıştı ama bu oran da Le Pen’in aleyhine değil lehine dönmüştü.
Solun Sürpriz Ama Kifayetsiz Başarısı
İlk tur seçim sonuçlarına göre aşırı sağ parti, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana ilk kez Matignon’daki başbakanlık binasının eşiğinde ikinci turu bekliyordu. Fakat ikinci turda hiç beklenmeyen bir gelişme oldu, sol cephe mutlak çoğunluğu elde edemese de seçim sistemi sayesinde Le Pen’e karşı oluşturulan kordonla mecliste en yüksek sandalye sayısına ulaştı. Herkes heyecanlandı çünkü bu gerçekten de sürpriz bir sonuçtu. Hatta Türkiye’de muhalif frankofon yazar çizerler Fransızlardan daha fazla heyecanlandı…Mesela Ertuğrul Özkök’e göre “Fransa seçimleri; 31 Mart’ta Türkiye’de patlayan dalganın Avrupa’da sahile vurmasıydı!”. İsteyen böyle süslü retorik cümlelerle adı üstünde hakikat ötesi dünyamızda istediğini yazabilir tabi. Bir kere sol cephenin en büyük partisi ve hatta yok olmaya yüz tutmuş Sosyalist Parti’yi de peşinden sürükleyebilen LFI (Boyun eğmeyenler Partisi); İsrail’i yekten karşısına alan, Hamas’ı terör örgütü diye tavsif etmeyen, ülkedeki Müslüman karşıtlığına karşı aldığı pozisyon itibariyle Nazi işbirlikçisi diye itham edilen bir parti. Göçmenlerden tehlike diye bahsetmediği gibi onları partiye entegre edip aday yapan bu arada Filistin mülteci kampında doğmuş sonra Fransa’ya göç etmiş kefiyeli Rima Hassan Mobarak’ı Avrupa Parlamentosu’nda aday gösterip seçtirdi de (Yani CHP’yle zerre kadar benzemiyor). Nitekim savaş sonrası kurulan düzenin iki büyük motor gücünden biri olan Fransa’da zamanında Nazi artıklarının da kurucusu olduğu siyasi hareketin mirasçısı olmakla birlikte Avrupa’daki benzerleri gibi antisemitizmden İslam ve Müslüman düşmanı karaktere geçen, böylece “Şeytanlarından arınmış olan” Marine Le Pen: “İkinci tur, antisemitik ve Cumhuriyet düşmanı aşırı solun eline düşmemesi için kritik önemde olacak.” diyerek propaganda yaptı.
Marine Le Pen’in RN’si En Yüksek Oyu Aldı
Diğer taraftan hatırlatmak gerekir ki Marine le Pen, ikinci tur seçimlerinde de en yüksek oy oranını yakaladı ve yüzde 32,5’le birinci parti çıktı. Yeni Halk Cephesi adıyla seçime giden solda birlik partileri aşırı solcular, sosyalistler, komünistler, yeşiller hep birlikte yüzde 25,68 oranında, Macron’un partisi ve ittifakları yüzde 23,14 oranında oy aldı. Seçime giderken Macron ve solun ortak düşman ilan ettiği RN 8,8 milyon ve beraberindeki diğer partilerle 10 milyonun üzerinde oy aldı. Ancak dar bölgeli çoğunluk sistemine dayanan iki turlu Fransız seçim sistemi ikinci turda seçmene en çok istediği adayı değil hiç istenmeyen adayın karşısındaki adaya oy verme imkânı tanıdığı için RN oy oranıyla birinci parti olmasına karşılık meclisteki sandalye sayısı itibariyle üçüncü oldu. Cumhurbaşkanı Macron’u destekleyen ittifak (Cumhuriyet için Birlik) 6 milyon 300 civarında, 4 partili sol cephe ise 7 milyonun biraz üzerinde oy aldı. Meclisin 4. siyasi gücü Cumhuriyetçiler ise bir kısmının (Ciotti grubu) RN ile birlikte hareket etmesi nedeniyle 1,5 milyona yakın oy aldı.
Beklenti, solun kifayetsiz de olsa sürpriz başarısı neticesinde kendi içindeki uyuşmazlık konularına rağmen bir başbakan adayında mutabakata varması ve Macron’un da sol cepheyle hükümet kurmasıydı. Bu senaryoya göre sol ittifak mutlak çoğunluğu sağlayamadığı için bu tam anlamıyla bir kohabitasyon olmayacaktı ama Cumhurbaşkanı Macron son derece kırılgan bir azınlık hükümeti kıvamında solla mecburi ortak bir yaşama girecekti. Başbakanlık makamı için geçen seçimlerden bu yana medyada bir gün Spielberg’in 1975 yapımı Javs filmindeki köpek balığı, bir başka gün canavar ve bir başka sefer öcü suretinde gösterilen LFI (Boyun Eğmeyen Fransa) lideri Jean Luc Mélenchon’un adayı gösterilme ihtimali sıfırdı. Çünkü sadece Macron’la değil Sosyalist Parti’yle dahi NATO, Avrupa Birliği, ekonomi hemen hemen her konuda ayrı düşüyordu. Zaten en baştan aday olmayacağını açıkladı. Sol cephe kimi bulacak nasıl bulacak derken olimpiyatlardan hemen önce Paris Belediyesinin finans ve bütçe bölümünün başında bulunan eski sosyalist partili Lucy Castet’i aday gösterdi. Macron başbakan adayını aynı gün reddetmekle kalmadı Fransa’nın olimpiyatlara konsantre olacağını ve bitmeden hükümeti kurmaya girişmeyeceğini söyledi.
Yarı başkanlık sistemiyle yönetilen Fransa’da, cumhurbaşkanlığı ve başbakanlığın ayni partiden olduğu zamanlarda başbakanlık makamı “dekoratif”tir fakat ikisinin ayrı partilerden olduğu kohabitasyon dönemleri de iki başlılık ve kriz demektir. Macron’un partisi ve sol cephenin sandalye sayısı gerçek anlamda bir kohabitasyon için de yeterli olmadığı için güvenoyu yoklamasında sadece aşırı sağcı RN değil, merkez sağda yer alan LR gibi birçok partiden ret oyu çıkması kaçınılmazdı.
Cumhurbaşkanının seçimlerden sonra iki ay boyunca süren sessizliğine karşı medya ateş püskürdü: “Gölge tiyatrosu, orta oyunu, trajikomedi. Maskaralık sürüyor, drama bitmek bilmiyor.” diye Macron her gün manşetlerdeki yerini aldı. Ve nihayet geçen hafta cuma günü sistemin hakemlikten ziyade siyasi oyuncu rolü verdiği Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron seçimini yaptı ve açıkladı: “Michel Barnier’yi başbakan atadım”. Seçimlerden dördüncü parti çıkan Cumhuriyetçiler Partisi’nden milletvekili, eski Avrupa Komisyonu üyesi ve Brexit baş müzakerecisi Michel Barnier… Zıtları bir araya getirme konusundaki yeteneği, en çok da Avrupa’yı İngiltere’yle kapıştırmadan, kırıp dökmeden Brexit müzakerelerini yürütme başarısıyla tanınan sağcı Barnier’ye Marine Le Pen de yeşil ışık yaktı. Le Pen, X hesabında yayınlanan röportajında “Michel Barnier en azından istediğimiz ilk kriteri karşılıyor gibi görünüyor, yani farklı siyasi güçlere saygılı ve RN’ye hitap edebilecek biri.” dedi.
İki aydır hükümet beklentisi içindeki Fransız solu “Cumhurbaşkanı sivil darbe yaptı. Görevden alınsın.” diye ayağa kalktı! Ancak anayasaya göre cumhurbaşkanının görevden alınması neredeyse imkânsız gibi. O kadar zor, o kadar ihtimal dışı! Üstelik solun zaferinden söz edilen seçim sonucuna göre Fransa’da bütün sol bir araya gelerek ancak yüzde 25.68 oranında oy almıştı. Gerisi Macron’un en sağdan öbür sağa merkezden ılımlısına, muhafazakarından liberaline ve aşırısına kadar “Sağ” zaten!
Fransa Sağdan Sağdan Yürümeye Çalışırken…
7 Temmuz’da sandıktan çıkan sonuca göre Fransız halkının çoğunluğunun aşırı sağın hükümeti ele geçirmesinin önüne geçmek için harekete geçtiği açıktı. Ancak aynı seçim sonucu ve çıkan meclis aritmetiğine göre hükümete güvensizlik oyu verilmesini önlemenin şartlarını belirleyecek kişi büyük ölçüde Marine Le Pen oldu. Emmanuel Macron iki seferdir cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki en büyük rakibi Marine Le Pen’i kendisinden sonra da Elysee Sarayı için hesap dışı bırakmak adına Müslümanlar ve göçmenler konusunda onunla yarışan uygulamalara girişmeyi seçmişti. Stratejisi ister istemez ters tepti, siyasette bir siyasi formasyonun orijinali varken ona benzemeye çalışan parti kendisini değil orijinalini güçlendirir genelde. Böylece Macron, seçim sonucuyla beraber ülkenin ipini de uzun süredir dans ettiği Marine Le Pen’in eline vermek zorunda kaldı.
Emmanuel Macron, muhalefetten ama kendisiyle uyumlu çalışması muhtemel bir başbakanla ülkeyi yönetecek. Anayasanın kendisine verdiği savunma ve dış politika konularında yetkileri güçlü. Ancak Fransız basınında anayasa hocalarının yaptığı değerlendirmelere göre mesela Macron daha önce yaptığı gibi Ukrayna’ya silah satmak istediğinde, bu defa taahhüt ettiği kredileri bütçe incelemesinin bir parçası olarak meclisin onayına tabi tutması gerekecek. Ayrıca anayasaya göre Macron’un da hükümete karşı silahları var. Barnier ise kim başbakan olursa olsun siyasi teamüller dahilinde hükümeti kurarken hesaplamak zorunda olduğu eşitlik, çeşitlilik, bölgesel dengeler, siyasetçi egoları gibi parametrelerden farklı olarak fazladan parçalanmış bir mecliste siyasi dengeleri de bulmak zorunda. Bu zamana kadar başbakan mecliste “çoğunluğu alan parti”den geliyordu. Bu kez ama dördüncü güç olan Cumhuriyetçiler ’den çıkan bir isim olarak üç ana bloğa bölünmüş bir Millet Meclisinde bu “çoğunluğu” oluşturmaya çalışacak.
Hükümetin kalıcı olup olmayacağına gelince, ilk sınav ekim ayının başında… Bütçe görüşmelerinde teorik olarak RN ve Yeni Halk Cephesi bir olup Michel Barnier hükümetini düşürebilir. Ancak siyasetle matematik her zaman paralel işlemez. Bu ikisi aynı kampta görünmek istemeyebilir yahut başka hesaplar da devreye girebilir. Dolayısıyla denklemin her bir parçası için kervan yolda düzülecek görünüyor. Bir diğer güçlüğe gelince, Macron 23 Temmuz’daki son televizyon konuşmasında ilk iki döneminde yaptığı reformların, özellikle de emeklilik reformunun kazanımlarına dokundurtmayacağını bunların partisinin kırmızı çizgileri olduğunu açıklamıştı. Muhalefet buna karşı. Barnier’nin Avrupa’nın ikinci en büyük ekonomisinin yeni bir bütçe açığı azaltma planı hazırlayıp bunu Avrupa Birliği Komisyonu’na sunması gerekiyor. Bütçe açığı 2023’te GSYH’sinin yüzde 3’ünü aşmaması gerekirken yüzde 5,5’i, yüzde 60 seviyesinde olması gereken kamu borcu yüzde 110 seviyesini buldu. AB’nin kurucu ülkesi mevcut ekonomik görümüyle Maastricht kriterlerini çoktan aştı o kadar ki bu hâliyle bugün olsa AB’ye üyeliği mümkün değildi. Hükümet üzerinde sadece Macron’un ya da AB Komisyonunun değil Ren Nehri’nin öte tarafındaki Almanya’nın baskısını da hissedecek.
Yani bir daha cumhurbaşkanı seçilmesi anayasaya göre imkânsız olan ve bu sebeple radikal ekonomik kararları uygulamak konusunda taviz vermeyi istemeyen Macron, kötürüm bir hükümetin kriz yönetmeyi bilen başbakanı Michel Barnier, sevinci kursağında kalmış sol cephe, 2028 Cumhurbaşkanlığına oynayan Marine Le Pen… Fransa’nın sağdan sağdan daha derin krizlere düşmeden yürümesi mümkün olacak mı, zaman gösterecek.
[Belkıs Kılıçkaya, Fransa’da uzun yıllar gazetecilik yapmış; halen 24TV’de program hazırlayıp sunmaktadır.]