Geçtiğimiz aylarda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın açıklamaları ile canlanan ve dikkatleri üzerine çeken Ankara-Şam normalleşmesine Türk kamuoyu oldukça hazırlıksız yakalandı. Uzun yıllardır Türkiye’nin iç ve dış politikasını etkileyen ana gündem maddelerinden ve kriz noktalarından biri olmasına rağmen Suriye’ye dair ciddi bir kafa karışıklığı ve ideolojilere hapsolmuş yaklaşımlar sebebiyle konunun sağlıklı bir zeminde tartışılamadığı söylenebilir. Bunu birkaç örnekle açıklamak gerekirse; iki haber ve kamuoyuna yansıma şekli ile hiç gündeme gelmeyen diğer bir haberi aktarmak oldukça dikkat çekici olacaktır.
İlk olarak; 25 Ağustos’ta basına ve sosyal medyaya yansıyan haberde Beşar Esed’in Ankara-Şam normalleşmesinde Türk askerlerinin Suriye’den çekilmesini bir ön şart olmaktan çıkardığı iddia edildi. İkinci haber ise Türkiye’nin 13 yıl sonra ilk kez Arap Ligi toplantısına katılmasına Suriye’nin de onay vermesiydi. İki haber de bu şekilde aktarıldığında Ankara-Şam müzakereleri oldukça yolunda ilerliyor izlenimi oluşsa ve kamuoyunda da bu şekilde tartışılır olsa da üçüncü haber ile bu hava bir anda yok oldu. Buna göre; Dışişleri Bakanı Fidan’ın Arap Ligi toplantısında konuşmasına başladığı anda Suriye Dışişleri Bakanı Mikdad önderliğindeki Suriye heyeti toplantı salonundan çıkarak Türkiye’yi protesto etti. Yine aynı gün Mikdad Russian Today’e yaptığı açıklamalarda Ankara-Şam normalleşmesi için şartlarını açıkladı. Açıklamasında Şam’ın Ankara ile normalleşmesi için Ankara’nın “Suriye’nin kuzeyi ve Irak’ın batısında işgal ettiği Arap topraklardan çekilmesi” gerektiğini vurgulaması ile Esed rejiminin ilk iki haberde belirtilen olumlu hava ve iddiaların aksine hiçbir geri adım atmadığı, toplantıdan ayrılarak ve Irak’ın kuzeyini de konuya katarak uzlaşmaz tavrını sürdürdüğü görülmüş oldu.
Peki tüm bunlar neden yaşandı? Suriye iç savaşının güncel durumu, sahadaki gerçekler ile Şam yönetiminin bu gerçekliği okuyuş biçimi ve normalleşmeye bakış açısı arasında bir tutarlılıktan bahsedilebilir mi? Eğer yoksa bunun sebebini nerede aramak lazım? Tüm bunlara birkaç alt başlıkta yanıt aramaya çalışacağım.
Üçe Bölünmüş Bir Ülke
13 yıllık iç savaşın sonucunda günümüzde Suriye pratikte üç parçaya bölünmüş bir ülke olmayı sürdürmekte: Fırat’ın doğusunda ABD’nin desteklediği PKK/YPG terör örgütünün işgal altında tuttuğu bölgeler, Türkiye’nin operasyonlarla terörden temizlediği bölgeler ile İdlib ve rejim kontrolündeki bölgeler. Bu haritaya bakan herkesin görebileceği bir durum iken bu dağılımı yaratan girift ilişkiler ağı dikkate alınmazsa sahayı okumak oldukça zor bir hâle gelecektir.
Öncelikle söylemek gerekir ki İran’ın vekil unsurları olan Şii milisler ve Hizbullah’ın 2012’den, Rusya’nın ise 2015’ten itibaren sahada Esed rejimine bilfiil verdiği destek rejimin ayakta kalmasını garanti altına aldı. Diğer taraftan Türkiye’nin 2016’dan itibaren yaptığı askeri harekâtlar ve dâhil olduğu Astana süreci sayesinde Suriyeli muhalif grupların var olabildiği bölgeler ortaya çıktı. PKK/YPG terör örgütü ise ABD’nin DEAŞ’a karşı mücadele bahanesiyle destek vermesiyle Kürt nüfusun olduğu bölgelerden de öte, Suriye’nin petrolünün bulunduğu Arap bölgelerini de işgal altında tutabildi. Günün sonunda bu üç ana kutbun etkileşimleri ise Suriye iç savaşından daha çok Suriye krizi olarak adlandırabileceğimiz şartları doğurdu.
Yerel aktörler düzleminde birbiriyle rekabet hâlinde olması beklenen bu 3 aktörden Esed rejimi ile PKK/YPG’nin ilişkisi ise hiçbir zaman ayrı kutuplar şeklinde gerçekleşmedi. ABD-Rusya ilişkilerinin en gerilimli olduğu dönemlerde dahi ABD ve Rusya’nın gözetiminde taraflar ilişkilerine devam etti. Günümüzde terör örgütünün Amerikan şirketlerinin desteğiyle çıkardığı petrolün en büyük müşterisinin Esed rejimi olması veya tarafların Haseke Kamışlı ve Halep’in çevresinde birlikte var olmaya devam etmeleri de bu ilişkiyi göstermek açısından yeterlidir.
Buna ek olarak Türkiye’nin 2019’da Barış Pınarı Harekâtı’nın Rusya ve ABD ortak çabasıyla kısıtlanmaya çalışıldığı da gözden kaçırılmamalı. Tüm bunların yanında Türkiye’nin Rusya ile ABD ve AB’den farklılaşan politikası ve yakın ilişkileri de düşünüldüğünde Suriye’de hem yerel aktörler hem de müdahil aktörler ekseninde üç kutba rağmen olay bazlı ittifaklar ve yakınlaşmalar her zaman mümkün görünmektedir.
Yine de bu üç ana kutbun Suriye ve bölgeye yönelik hedefleri ve perspektifleri kökten çelişmekte, bu da tüm bu günlük iş birliklerine rağmen Suriye krizine ortak bir çözüm yolu bulunamamasına sebep olmaktadır. Tüm bunların üzerine İran’ın rejim üzerindeki etkisi ve Şii milislerin varlığı eklendiğinde Esed rejimini destekleyen kutbun içerisindeki ayrışma da dikkate değerdir. Özellikle İsrail’in Şii milisleri ve İran Devrim Muhafızları’nı hedef alan saldırılarına Rusların göz yumması da yine benzer girift ilişkiler ve dengeleri göstermesi açısından çarpıcı.
Esed Rejimi Dış Politikası ve Normalleşmeler
Çözüme dair net bir irade ve zorunluluk olmaması, Esed rejiminin tarihsel olarak dış politikasına, güncel dengeleri okuma biçimine ve normalleşme girişimlerine dair yaklaşımına bakmayı gerektirmektedir. Çünkü rejimin tarihsel olarak kendini ve çevresini nasıl tanımladığı ve bunun 2011 sonrası nasıl bir değişim geçirdiği anlaşıldığında Mikdad’ın girişte belirtilen açıklamaları daha anlamlı hâle gelecektir.
1971’den günümüze Esed rejiminin dış politikadaki yaklaşımı pragmatizm ve propaganda üzerine kuruludur. Bir yandan SSCB ile iş birliği, öte yandan Baas ideolojisi gereğince seküler Arap milliyetçiliği temelli bölge politikası ve oldukça kullanışlı bir araç olarak İsrail karşıtlığı, rejim dış politikasının temelini oluşturmaktadır. Bu açıdan Baas rejimi dış politikada oldukça kıvraktır. Baas ideolojisinin merkezi olan Şam’da var olmasına rağmen Hafız Esed, rejimi Baas rejiminden Esed rejimine dönüştürmekte başarılı olmuş, böylece rejimin hayatta kalmasını sağlamıştır.
Hafız Esed dış politikada ise Soğuk Savaş boyunca sadık bir Sovyetler Birliği müttefiki iken Soğuk Savaş sonrası ülkeyi Batıya açmak, bölgede bir diğer Baas rejimi olan Saddam Irak’ı ile mücadele etmek için İran ve ABD ile yakınlaşma yoluna gitmiştir. İran-Irak savaşında Saddam’a karşı İran’da Humeyni ile yakınlaşmıştır. Ancak en dikkat çeken nokta, 1990’da Saddam’ın Kuveyt işgaline karşı ABD önderliğindeki koalisyona katılarak asker göndermesi ve bu sayede Sovyetler Birliği yerine ABD’yi koyabileceği bir dış politikaya geçmeyi amaçlamasıdır. 1998’de ise tarihsel olarak büyük bir rekabet içinde olduğu ancak petrol gelirleri sebebiyle Suriye’den çok daha güçlü bir durumda olan Irak Baası ve Saddam’la ekonomik kaygılarla yakınlaşmaya başlamıştır. Tüm bu örnekler aslında Esed yönetiminin dış politikada ne kadar kıvrak, pragmatik ve hayatta kalma güdüsüyle hareket ettiğini göstermesi açısından değerlidir. 1990’ların sonunda savaşın eşiğine gelmiş Türkiye ve Suriye’nin 2011 öncesinde ortak bakanlar kurulu düzenleyecek kadar yakınlaşabilmesi de yine bu pragmatizmin ürünüdür.
Ancak tüm bu pragmatizme ve esnekliğe rağmen 2011 sonrası Esed rejiminin hareket alanı oldukça daralmıştır. Sivil halk hareketlerini ve protestoları askeri sert önlemlerle bastırma yoluna gitmesi sonucu uluslararası olarak tecrit edilmesiyle Şam’ın hareket alanı oldukça kısıtlandı. 2024 itibariyle geldiğimiz bu noktada iç savaşta hayatta kalmış ancak bunu Rusya, İran ve Hizbullah’a borçlu olan bir Esed rejimiyle karşı karşıya olduğumuz unutulmamalıdır. Bu borçluluk durumu bir dış politika tercihinden öte hayatta kalmak için askeri, ekonomik ve diplomatik olarak bu aktörlerin desteğine muhtaç kalan bir Şam yönetimini göstermektedir. Dolayısıyla rejimin borçluluğu ve hayati bağımlılığı devam ettiği müddetçe Esed rejiminden tarihsel olarak gösterdiği kıvraklık ve dış politikadaki pragmatizmi beklemek hayalcilik olacaktır. Günümüzde rejimin en büyük gelir kalemleri arasında, Beşar Esed’in kardeşi Mahir Esed’in liderliğini yaptığı 4. Zırhlı Tümen ve Hizbullah’a bağlı Şii milislerin üretim ve dağıtımını yaptığı Captagon adlı uyuşturucu satışı bulunmaktadır. Öte yandan askeri olarak Şii milislerin sahadaki varlıkları kadar Rus hava gücünün hem saldırı hem de caydırıcı gücüne tamamen muhtaç bir rejim askeri gücünden bahsedilebilir. Yani şu aşamada Şam’da İran ve uzantılarının nerede bittiği ve Esed rejiminin nerede başladığını bile belirlemenin imkânsız olduğu bir rejim gerçeği karşımızda durmaktadır.
Rejimin geçmişteki yakın ilişkilerinden öte olarak şu an Rusya ve İran’a olan bu ağır bağımlılığını dikkate aldığımızda tarihsel olarak dış politikada sahip olduğu kıvraklıktan oldukça uzak olduğu söylenebilir. Günün sonunda yerelde İran’ın dış politikada ise Rusya’nın yönlendirmelerinin ağır bastığı, rejimin ise bu yönlendirme ve sınırlamalar içerisinde kendisi için en faydalı adımı atmak için uğraştığı bir dış politikadan bahsedilebilir.
Esed Rejimini Doğru Tanımak
Bu noktada şöyle bir soru ortaya çıkabilir. Eğer İran ve dış politikada özellikle Rusya rejim üzerinde bu kadar baskınsa, Rusya’nın isteğine rağmen Esed rejimi neden Türkiye ile normalleşmede bu kadar sert ve uzlaşmaz bir tavra sahip olabiliyor? Bu noktada ise Baas ideolojisinin ve Esed rejiminin tarihsel kibri ve tecrübesi ile İran’ın bu normalleşmeye yönelik temkinli yaklaşımı öne çıkıyor.
Öncelikle belirtmek gerekir ki Şam yönetimi, yukarıda tasvir edilen Suriye sahası ve rejimin hayatta kaldığı şartlara rağmen bu resmi oldukça farklı bir şekilde okuyor. Muhaliflerin İdlib’e sıkışarak yalnızca Türkiye’nin desteklediği bir duruma düşmesi ve Türkiye sınırı hariç kontrolünde bir toprak parçası kalmaması sebebiyle Şam yönetimi, Türkiye’nin muhalif gruplardan desteğini çektiği anda tamamen yok olacağını düşünüyor. Dolayısıyla rejimin normalleşme talebinde ön şart olarak Türkiye’nin Suriye’den askerlerini geri çekmesi ve muhaliflere (rejimin tabiriyle terör örgütlerinden) desteğini sonlandırması talebi öne çıkıyor.
İkinci olarak rejim, ekonomik ve altyapı olarak tüm yıkılmışlığına rağmen bunun suçunu kendi şehirlerini bombalaması ve petrol bölgelerini terör örgütü PKK/YPG’ye kaptırmasına değil, ABD’nin uyguladığı yaptırımlara, en başta İsrail ve ABD’nin rejimi yıkmak için yaptığı hamlelere yıkan bir propagandaya bağlamış durumda. Tarihsel olarak tüm Arap rejimlerinde olduğu gibi Esed rejimi için de Baas ideolojisi sebebiyle oldukça kullanışlı hâle gelen İsrail ve emperyalizm karşıtlığı söylemi güçlü bir propaganda malzemesi olarak durmaya devam ediyor.
Son olarak, Esed rejimi İran’la iç savaş öncesi yakın ilişkilerinin de ötesinde, 2011 sonrası hayatta kalmak için İran Devrim Muhafızları’nın ve Şii milislerin ülkeye girmesi ve rejim bölgelerinde aktif olarak rol alması sebebiyle tamamen iç içe geçmiş durumda. Yani İran’la kurulan ilişki bir dış askeri destek ve ekonomik yardımlardan öte rejim içerisinde güçlü bir etkisi olması, kendine yakın hatta bağlı isimlerin göreve getirilmesi gibi ilişkiye sahip. Bu ağır bağımlılık da rejim içerisinde İran ve Hizbullah’a yakın gruplar veya Rusya’ya yakın gruplar gibi kamplaşmalar oluşmasına sebep oluyor. Bu noktada İran’ın diplomatik dil sebebiyle desteklediğini açıkladığı Ankara-Şam normalleşmesine, Ankara’nın rejim üzerindeki etkisini artırma ve Rusya’nın bu etkiyi İran etkisini sınırlandırmak için kullanabilme korkusu sebebiyle karşı olduğunu söylemek gerçekçi olacaktır.
Tüm bu sebepler dolayısıyla Şam yönetimi ve Beşar Esed’in Suriye’deki ve bölgedeki şartları yalnızca kendi gerçekliğinden okuduğunu, uzlaşmaz bir zemine hapsolduğunu söylemek yerinde olacaktır.
Sonuç ve Normalleşme Müzakerelerinin Geleceği
Sonuç olarak Esed rejimi masada kendini sahadaki gerçeklikten kopuk bir biçimde güçlü ve muzaffer olan taraf olarak görmeye devam etmektedir. Rusya ve İran’a bağımlılığına rağmen rejimin tarihsel kibri ve dış politika yaklaşımını, kendisine kalan kısıtlı hareket alanında gerçeklikten uzak bir şekilde sürdürmesi de bu muzaffer algısından kaynaklanmaktadır.
Rusya, Ukrayna savaşıyla meşgul olduğu günümüzde Ankara ile Şam’ı uzlaştırarak Suriye’de yüklendiği maliyetin azaltılması ve sonunda kazanca dönüştürülmesi için çabalarken, Şam yönetiminin Ankara ile normalleşmesi durumunda bile ne kazanacağı konusunda şüpheli olduğu söylenebilir. Bu yüzden de muhtemel bir normalleşmede Türkiye’den, Rusya ve İran’dan hâlihazırda aldığı destekten daha fazlasını talep etmesinin sebebi bu şekilde açıklanabilir. Esed rejiminin Türkiye’den askerlerini çekmesi ve muhaliflere desteğini sonlandırması gibi maksimalist taleplerini Türkiye’nin kabul etmesi mümkün olmadığı için Şam yönetiminin bu taleplerde direterek normalleşmeyi baltalaması en muhtemel senaryo olarak görünmektedir. Ayrıca, Türkiye’nin Esed rejiminden talep ettiği ev ödevlerini gerçekleştirme motivasyonu oluştuğunda bile bunu gerçekleştirecek müstakil bir kapasitesinin olmadığı düşünüldüğünde normalleşmenin çıkmaz bir sokağa gireceği ve tüm çabasına rağmen Türkiye’ye bir kazanç üretmeyeceği açıktır.
Son olarak giriş kısmında belirtilen haberlere geri dönersek, Esed rejiminin ön şartı kaldırdığını söylediği iddia edilen konuşmasında, bunun “bir ön şart değil, sürecin başarısı için doğal olarak olması gereken talepler” olduğunu söylediği cümleden pozitif bir anlam çıkarmanın oldukça zorlama olduğu bu yazı sonrası daha iyi anlaşılmış olacaktır. Diğer haber olan Arap Ligi’nde Türkiye’ye karşı protesto ve hiç gündem olmayan Mikdad açıklamaları ise Rusya ve İran’ın tüm hayatta kalma maliyetini üstlendiği güncel şartlarda rejimin uzlaşmaz tavır gösterme lüksünü gözler önüne sermektedir. Önümüzdeki süreçte de Türkiye’nin tüm çabalarına, PKK/YPG terörüyle mücadele temelli Suriye politikası ve İsrail’in soykırım girişimiyle mücadeleye odaklanan politikasına rağmen Şam yönetiminin geri adım atması zor görünmektedir. Liderler veya bakanlar düzeyinde yaşanacak bir görüşmenin bile normalleşmeye ivme kazandırmayacağı, çünkü Esed rejiminin Türkiye’nin normalleşmeden talep ettiği konuları yerine getirme kapasitesi ve motivasyonunun kısıtlı olduğu, dolayısıyla da günün sonunda Türkiye’nin Suriye’de PKK/YPG terörüne karşı yeni Amerikan başkanı sonrasında tek başına mücadele edeceği bir politikaya yönelmesi muhtemeldir.