Gazze işgali sonrasında Arap ayaklanmaları sürecinde belirgin olan Orta Doğu’daki üç kutuplu ayrışmanın varlığını sürdürdüğü anlaşılmaktadır. Bu bloklardan Suudi Arabistan-Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), statükocu bölgesel düzene ilişkin sarsılmaz desteğini sürdürürken İran destekli “direniş” ya da “revizyonist” blok; ABD, İsrail ve genel itibari ile mevcut bölgesel düzen karşıtı tutum çerçevesinde siyasetini dizayn etmiştir. 21.yüzyılın Orta Doğu genel uluslararası ilişkileri ve bölgesel blok düzeni açısından önemli gelişmesi zamanla ittifak düzeyine evrilen Türkiye-Katar ortaklığı olmuştur. Bu ortaklık Arap ayaklanmalarında önemli testlere maruz kalmış ve bu durum ittifakın farklı düzeylerdeki uyumunu ve birlikteliğini güçlendirmiştir. Önceki çalışmalarımızda “ılımlı direnişçiler” şeklinde tanımladığımız Türkiye-Katar ittifakının en ayırt edici özelliği küresel ve bölgesel siyasi düzlemde bloklara ayrılmış uluslararası ilişkilerin dengeleyicisi olma durumudur. Bu çerçevede Batı ittifakında yer almasına rağmen Rusya-Çin gibi alternatif küresel aktörleri dışlamayan bu ortaklık, bölgesel düzlemde de statükocu ve direnişçi bloğun ortasında alternatif oluşturma gayretinde olmuştur. Bu durum Orta Doğu uluslararası ilişkilerinin güç kutuplu özelliğinin halen varlığını sürdürdüğüne de işaret etmektedir. Bu genel siyasi bloklaşma meselesinde özellikle Arap ayaklanmaları sonrasında farklılaşmalar ortaya çıkmış ve hem İran-Suudi Arabistan gibi bloklar arası normalleşme hem de Hamas-Suriye rejimi gibi bloklar içi normalleşme süreçlerine şahit olunmuştur. Gazze işgali öncesine işaret eden normalleşme süreçleri bölgede sorunlu aktörler arasında ilişkileri tamir etme amacı taşımaktadır. Özellikle İsrail ile Körfez Ülkeleri arasındaki resmi normalleşme çabalarının ve bölgede “normal”, kalıcı, istikrarlı bir düzenin kurulması önündeki en büyük sorunun Filistinlilerin 100 yıldır yaşadıkları işgal, parçalanma ve yoksun bırakılma gibi meseleler olduğu yeniden anlaşılmıştır. Normalleşme süreçleri devam ederken patlak veren Gazze işgali ve sonrasındaki İsrail soykırım/katliam girişimleri bölgedeki bloklaşmayı Arap ayaklanmalarındaki gibi bölgesel merkez aktörler arasında yaşanan bir sürece evirilmese de bu meseleye yaklaşım farklılıklarının söz konusu blok tutumları üzerinden şekillendiği anlaşılmıştır.
Geleneksel Bloklarda “Sıkışan” Filistin Siyaseti
Gazze işgali, Hamas-İsrail çatışmaları ve son olarak İsmail Haniye suikastı süreçlerinde Filistinlilerin İsrail zulmü ve işgali gibi 21.yüzyılın görebileceği en barbar savaş suçlarına maruz kalmasının yanı sıra Orta Doğu’daki blok siyasetinin de olumsuz etkilerini tecrübe ettiği anlaşılmaktadır. Bu çerçevede bölgenin geleneksel blokları olan Suudi Arabistan öncülüğünde Mısır, BAE, Ürdün, Bahreyn gibi ülkelerin de önemli oranda onayladığı statükocu blok İsrail ile resmi ya da de facto “normalleşen” ilişkilerine zarar vermeden, Batı’yı karşısına almadan ve daha da önemlisi Hamas’a ilişkin “mesafeli” tutuma sadık kalarak Gazze işgali politikalarını oluşturmuştur. Diğer taraftan Hamas ile ittifakı ve genel itibari ile Filistin sorununa sahip çıkmayı materyal ve ideolojik anlamda gerekli gören, stratejik karşıtlıklarında Filistin sorununu temel faktör gören İran öncülüğündeki direniş cephesi ise meselenin başından itibaren bölgesel çatışmaların yayılma/derinleşme endişelerinin merkezini oluşturmuştur. Bu bağlamda eskiye nazaran hem materyal hem ideolojik anlamda direniş bloğunun istekli olmayan Suriye rejiminin dışında bu blokta önemli bir değişim ise Yemen cephesinin eklenmesi olmuş ve geleneksel Levant hattına bu defa Aden, Kızıldeniz ve hatta Umman Denizi gibi deniz hattını ekleyen Yemen sahası ortaya çıkmıştır. Böylece geçmişe kıyasla gücü zayıflamasına rağmen İran destekli milis güçler ve Hizbullah’ın varlığı ile Levant bölgesindeki ideolojik kavuşmanın yanı sıra coğrafi bütünleşme de Suriye’nin “çökmüş” devlet olma durumu ile belirgin olurken direniş cephesi öncülüğündeki bölgesel revizyonizm Yemen hattı ile farklı evreye geçmiştir. Bu durum Filistin sorununun Körfez’deki etkisini de şekillendirmiştir. Diğer bir ifade ile statükocu ülkelerin bölgesel düzlem çatışma sürecine evrildiğinde sadece İran tarafından değil bu defa Yemen hattında Husiler tarafından da tehdit edilme durumu ortaya çıkmıştır.
Gazze işgaline mesafeli kalan ve kısmi bazı İsrail karşıtı açıklamalarına rağmen İsrail ile Donald Trump döneminde başlatılan normalleşme çabalarına sadık kalan statükocu blok aktörlerinden Mısır ile İsrail arasında Refah temelli kısa süreli bir gerilim oluşmasına rağmen İsrail’in bu bölgeyi de işgal etmesi sonrasında Mısır’ın yeterince etkin ve caydırıcı bir tavır takınmadığı ve bu minvalde Katar ile birlikte genel itibari ile tırmanmayı önleme çabalarına yöneldiği görülmektedir. Diğer statükocu blok aktörlerinde İsrail işgaline ve Hamas’ın bu sürekteki konuma yönelik bazı sınırlı farklılıklara rağmen benzer tavrı sergilediği kabaca ifade edilebilir. Bu tavır ise İsrail ile başlatılan normalleşme sürecini tamamı ile dinamitlemekten geri durma, Batı ile stratejik bağlara zarar vermeme, Hamas’a yönelik mesafeli tavrın sürdürülmesi ve İsrail işgalini de çeşitli platformlarda eleştirmeyi sürdürme. Diğer taraftan İran öncülüğündeki “direnişçi blok” statükocu bloğun pasif ve çekingen tavrının aksine İsrail ile tamamen askeri çatışma sürecini tercih ederek İsrail ile Güney Lübnan, Yemen ve Irak-Suriye hattında önceleri düşük yoğunluklu, sonrasında ise çatışmaların tırmandığı bir tutuma yönelmiştir. Bu durum ise İsrail’in bahsi geçen alanlarda işgal rejimini genişletmesine, İran öncülüğündeki direniş aktörleri ile bir süredir devam eden “oyunun kuralları” ya da “güç dengesi”ni kendi lehine çevirmesine yönelik revizyonist işgalci adımlara yol açmıştır. Gelinen noktada İsrail’in Hizbullah-İran ittifakına yönelik suikastlar, doğrudan saldırılar ve ABD’den aldığı koşulsuz destekle tırmanmayı kontrolsüz şekilde tırmanma iradesine karşın İran ekseni, Gazze işgalini sert güç araçları ile durduramadığı gibi bölgesel düzlemde devlet dışı silahlı aktörler üzerinden kurmuş olduğu “milis hilali” politikası ve bölgesel nüfuzu ciddi oranda tahribat görmüştür. Son Haniye suikastı ile İsrail tarafının çatışmasızlık, arabuluculuk ve barış görüşmelerine ilişkin tavrını net şekilde göstermesine ve İran destekli blok ile kendi lehine oluşan caydırıcı dengeden vazgeçmeyeceğine yönelik tutumunun aksine İran ve ittifak içerisinde olduğu aktörlerin bu meydan okumaya etkili bir çıkış henüz sergileyemediği gözlenmektedir. Bu tür bir yeni oldu-bittinin sonraki dönemlerde daha da yoğun İsrail girişimlerine yol açacağını hesaplayan ve Batı tarafından aldığı destekle oldukça irrasyonel ve kontrolsüz davranan İsrail’e misilleme konusunda İran ekseninin olası maliyetleri titizlikle hesapladığı belirtilebilir. Dolayısı ile İran ekseninin İsrail’i caydırma, Hamas’ı destekleme ve Gazze işgalini durdurma temelli öncelediği sert güç merkezli yaklaşımın gelinen noktada direniş cephesinde farklı sorunları beraberinde getirdiği anlaşılmaktadır.
Ilımlı Direnişçilerin Filistin Siyaseti: İmkanlar, Sınırlar
Arap Ayaklanmaları süreci ve sonrasındaki gelişmelerde daha da belirgin olan Katar-Türkiye ortaklığının Filistin siyaseti ve Gazze işgaline yaklaşımı da bahsi geçen statükocu ve revizyonist blok şeklindeki bölgesel sıkışmadan farklılaşmıştır. Bu çerçevede askeri anlamda çatışmacı bir yaklaşım benimsenmemesine rağmen Türkiye-Katar ortaklığının İsrail’in soykırım ve işgal süreçlerini engellemeye yönelik çok yoğun diplomatik, küresel kamuoyu ve uluslararası hukuk girişimleri söz konusu olmuştur. Bu minvalde Katar tarafı bir yandan Gazze işgaline direniş sergileyen Hamas’a ev sahipliği yaparken ve bu aktörün uluslararası alandaki faaliyetlerinin temel şekillendiricilerinden olurken diğer taraftan İsrail ile yürütülen arabuluculuk görüşmelerine de ev sahipliği yapmıştır. Zaman zaman bu konularda ilerleme sağlanmasına rağmen Katar’ın bu çabalarının İsrail’in Batı’dan aldığı askeri, siyasi, normatif, koşulsuz destek nedeni ile yetersiz kaldığı ve Gazze’deki yıkımı engelleyemediği gözlenmektedir. İsrail ile 1990’lı yıllardan itibaren var olan de facto temas modelini bu çatışma sürecinde zor olsa da sürdüren Katar’ın diplomatik görüşmelerinin Mısır ile merkezi olduğu, İsrail’i caydırmaya yönelik diplomatik ve diğer küresel girişimleri güçlü şekilde desteklediği söylenebilir.
Batı’nın İsrail politikası ve Gazze işgaline yönelik sessizliği konusunda oldukça sert eleştirilerini sürdüren, İsrail ile Gazze İşgali sonrasında siyasi, ekonomik ve diğer alanlardaki ilişkilerini sınırlandıran Türkiye ise Tel Aviv yönetimi ile Mavi Marmara olayları sonrasındaki en çetin krizlerini yaşamıştır. Bu minvalde Mısır, Suudi Arabistan, Cezayir, İran ve diğer Filistin siyasetinde etkisi olabilecek bölgenin merkez ülkeleri ile çok boyutlu diplomasi yürüten Türkiye’nin, aynı zamanda küresel alanda Birleşmiş Milletler (BM), Avrupa Birliği (AB) ile Rusya-Çin gibi alternatif küresel aktörler ile de İsrail’i caydırma ve soykırımı sonlandırma arayışları yoğunlaşmıştır. Bu nedenle İsrail’in de siyasi anlamda hedefi olan Türkiye’nin zaman zaman Gazze’de olası barış ve istikrar sürecinde askeri olarak katkı sağlayabileceğini ifade etmesi ılımlı direnişçiler olarak Türkiye-Katar ittifakının arayışlarının sadece diplomasi, kamuoyu ve uluslararası hukuk nezdinde sınırlı kalmadığını göstermektedir. Türkiye’nin, Güney Afrika’nın öncülük ettiği ve Uluslararası Adalet Divanı’nda (UAD) İsrail’in savaş suçlarından, soykırım/katliam girişimlerinden yargılanmasını hedefleyen davaya müdahil olma girişimleri ve bu davaya İsrail’in işlediği savaş suçlarına ilişkin kanıtlar sunma çabaları uluslararası hukuk nezdindeki diğer kayda değer gelişmelerdir. Ayrıca Hamas oluşumun İsmail Haniye gibi öncül figürleri ile Ankara’da üst düzey görüşmeler yapılması, Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas’ın Türkiye Millet Meclisinde konuşma yapması ve Filistin’in tüm bileşenleri ile Filistin’de ulusal birlik oluşturulması yönünde çabalar, Türkiye’nin meseleyi sadece küresel ve bölgesel düzlemde değil yerel aktörler düzleminde de aktif şekilde çözmeye çalıştığına işaret etmektedir. Zaman zaman İsrail ile yükselen siyasi tırmanma, ekonomik etkileşimin sıfırlanması ve diğer gerilim noktalarına rağmen İran bloğu gibi tamamıyla askeri çatışma temelli strateji benimsemeyen Türkiye-Katar ortaklığının böylece İsrail’i medya, küresel diplomasi, kamuoyu ve uluslararası mekanizmalar ile hukuksal çabalar üzerinden caydırmaya çalıştığı anlaşılmaktadır.
Sonuç itibari ile Gazze işgali ile bölgedeki normalleşme eğiliminin sonlandığı ve yeni bir bölgesel düzenin daha çatışmacı ve kaotik zeminde ortaya çıktığı anlaşılmaktadır. Bu ortamda bir süredir Orta Doğu düzeninde belirgin olan üç kutuplu yapının daha fazla gözlenir olduğu söylenebilir. Böylece bölgede Batı merkezli düzene itiraz etmeyen, İsrail ile normalleşme çabalarında olan ve Hamas’a mesafeli olan statükocu aktörler sınırlı şekilde Gazze işgaline itiraz ederken İran merkezli direnişçi blok İsrail ile devlet dışı aktörler üzerinden çatışmacı ve askeri araçları önceleyen bir yaklaşım benimsemiştir. Bu durum Gazze işgali ile başlayan çatışma temelli sürecin bölgesel anlamda genişlemesi ve derinleşmesi durumunu yansıtmaktadır. Bu iki blok arasında sıkışan Filistin siyasetine alternatif öneri ise her iki blok ile de güçlü temasları bulunan, Filistin siyasetinde Hamas ve el-Fetih gibi öncül oluşumlar ile de etkin bağlara sahip ve küresel düzlemde de sadece Batı endeksli değil Rusya-Çin gibi alternatif küresel aktörlerin de müdahilliğini önemseyen Türkiye-Katar ortaklığıdır. Bu ortaklığın diplomatik, uluslararası hukuk ve küresel kamuoyu nezdinde oldukça yoğun çaba sarf ettiği ve İsrail’i bu düzlemlerde caydırmanın sonuç getirebileceğini düşündüğü söylenebilir. Her ne kadar henüz İsrail’deki aşırı radikal ve ultra-Ortodoks bileşenlerin de etkisi ile Benyamin Netanyahu hükümetinin Gazze’deki soykırım ve katliam girişimleri engellenemese de Türkiye’nin, Filistin’deki barış-istikrara askeri olarak katkı sağlama söylemleri ve İsrail’in durdurulmadığı takdirde çok daha büyük çatışmaların gelişebileceği yönündeki söylemleri İsrail’i koşulsuz şekilde destekleyen Batı başkentleri ile ABD cephesinde bazı arayışları beraberinde getirmiştir. Diğer taraftan İsrail’in askeri olarak dengelenmediği, Filistinlilerin küresel normatif ve materyal düzenden yeterince destek alamadığı, bölgesel bloklaşmanın yüksek olduğu söz konusu denklemde Gazze özeli ve Filistin genelinde İsrail’in işgalci revizyonizminin durdurulması zor gözükmektedir.
[Doç. Dr. Mustafa Yetim, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesidir.]