7 Temmuz 2024 günü Fransa’da bir devrin son kullanma tarihinin yaklaştığının ilk emareleri ortaya çıktı. Makronizm’in cafè politics yaklaşımı dahi ülkede her kesimin mutabık kalabileceği bir adayın ortaya çıkmasına imkân tanımıyor. Erken seçim kararıyla kendi siyasi ikbalini çıkmaza sokan Cumhurbaşkanı Macron’un imdadına 2024 Paris Olimpiyat Oyunları yetişmişti. Şimdi tanınan ek sürenin sonuna geldik ve Fransız toplumu iradelerinin yansıdığı bir kabineyi merak içerisinde bekliyor. Sorun şu ki hangi figürün yeni başbakan olacağına ilişkin Fransız semalarında kara bulutlar dolaşıyor.
Seçimlerden Sonra Neler Yaşanmıştı?
Cumhurbaşkanı Macron’un partisi Ensemble, seçimlerde yüzde 25,68 ile 150 koltuk elde edebildi. Seçimlerden oy oranı açısından birinci parti olarak çıkan Ulusal Birlik (RN), yüzde 32,05 oyla 143 koltuk elde ederken Fransız soluna yeni bir soluk getiren Yeni Halk Cephesi (Nouveau Front Populaire – NFP), yüzde 25,68’lik oyla 178 koltuk kazandı. 577 koltuklu Fransız meclisinde iktidar olabilmek için en az 289 milletvekili gerekiyor. Ön seçim sonuçlarının geldiği ilk andan itibaren Macron ve yakın çevresi, destekledikleri adayın başbakanlığa namzet olamayacağının farkındaydılar. 8 Temmuz sabahı mevcut Başbakan Attal, Macron’a istifasını sunmasına rağmen istifası kabul edilmemiş; 2024 Olimpiyat Oyunları boyunca ülkede siyasi istikrarın bozulmaması gerektiğini gerekçe göstererek 12 Ağustos tarihini işaret etmişti.
Ev Sahibi Mülk Sahibi Hani Bunun İlk Sahibi!
Fransa’da yaşanan siyasi kavganın tam ortasında bu veciz atasözünde yatan anlayışın kavranamaması yatıyor. Seçim sürecinde klasik manada algılayabileceğimiz sağ ve sol ideolojik yakınlık birbirinin içerisine geçmiş durumda. Öyle ki, aşırı sağ parti olarak Fransız siyasetinde yer edinen Ulusal Birlik ve adayı Jordan Bardella’nın seçim vaatleri ekonomik açıdan oldukça eşitlikçiydi. Asgari ücret primlerinde indirim, emeklilik yaşının altmışa kadar düşürülmesi ve enerjide KDV’nin yüzde 5’e indirilmesi, bir sağ partiden ziyade sol partiden beklenebilecek vaatler olarak ön plana çıkmıştı. Fransız soluna baktığımızda da benzer bir durumla karşılaştık. Yeni Halk Cephesi, seçimlerde koltuk bakımından birinci parti olsa da aslında tek bir parti olarak hareket edemiyor. Aşırı solcu ‘’Boyun Eğmeyen Fransa’dan’’ Yeşillere kadar solun tüm fraksiyonlarının tek niyeti parti sözcüsü Manuel Bompard’ın kendi ifadesiyle “aşırı sağa karşı bir baraj kurmak” idi. Amaç hasıl oldu ancak asıl hedefe bu amaçla ulaşmak mümkün mü sorusu tartışmaya açık. Seçim sürecinde solun sözde ittifakına karşı en büyük eleştiri yine solun önde gelen figürlerinden eski Savunma Bakanı Jean Yves Le Drian geldi; seçimlerde sol olarak addedilen bu gruba oy vermektense Marine Le Pen’i yeğleyeceğini açıkça ifade etti. Kısacası bu sol bildiğimiz sol değil. Nitekim seçimlerden hemen sonra sol ittifakının içerisinde çatlaklar oluşmaya başladı. Önerilen ilk isimler Laurence Tubiana, Huguette Bello, André Chassaigne, Cécile Duflot ve Benoît Hamon’du. Nasıl bir ittifak ki solun her tonundan gelen bu isimler arasından uygun bir aday belirlenemedi ve sol yeniden aday arayışına girdi. Macroncular Sosyalist Parti Genel Sekreteri Oliver Faure’nin uzattığı zeytin dalı sonrasında bir çoğunluk hükümetinin kurulabileceğini dillendiriyorlardı. Olası çoğunluk hükümetinde de öne çıkan isim Bernard Cazneuve ve Elizabeth Borne oldu. Bu iki ismin de ortak noktası Sosyalist Parti’de uzun yıllar görev almış ve Faure ile yakın isimler olmasından ileri geliyordu. Bu isimlerin arkasında yazılan bir diğer isimse Manuel Vals’tı. Kısacası Macron ve ekibi bu üç isimden biri sayesinde bir zamanlar Sosyalist Parti’yle yıkılan bağları yeniden tesis edebilecekleri ümidindeydiler. Ama evdeki hesap çarşıya uymadı. Mitterand tarzı solculukla Michel Rocard solculuğunun anlaşamadığı nokta olan ekonomi politikaları, bu iki grubun bir araya gelmesini şu an için akamete uğratmış gözüküyor. Yani, Rocard’ın ideali olan Alman sosyal demokrat anlayışı, yerli ve milli Fransız solu tarafından satın alınmamış gözüküyor.
Gökyüzü Gri, Seine Gri ve Meclis de Gri
Paris’i tasvir eden şairler arasında Victor Hugo, listenin başındaki isimlerdendir. 19. yüzyılda yaşayan Hugo, Paris’i anlatırken “gökyüzü gri, çatı gri, Seine Nehri gri; işte bu Paris” derken aslında başkenti kasvetli siyasetine işaret etmiştir. 1830 ve 1848 isyanlarını gören Hugo’nun dönemiyle bu dönem oldukça benziyor. An itibariyle dört isim öne çıkıyor: Lucie Castets, Stéphane Séjourné, Xavier Bertrand ve Bernard Cazeneuve.
Bu isimleri iki ayrı kategoriye ayırmamız lazım. İlk kategori genç jenerasyondan olan ve tabiri caizse küreselleşmeyle büyümüş isimler. Lucie Castets, Fransız akademisinde Amerikancı olmakla suçlanan Sciences Po mezunu olmanın yanı sıra küreselleşmenin fikir babalarının yuvası LSE’den de siyasal iktisat mezunu. Stéphane Séjourné’yse mevcut Başbakan Attal’ın hayat arkadaşı olmanın yanı sıra Meksika kökenli, Arjantin ve İspanya’da yaşamış bir hukukçu. Her iki ismin ortak yanı, Cumhurbaşkanı Macron’un benimsediği sosyo-ekonomik politika profiline biçilmiş kaftan olmaları. İkinci kategoride yer alan iki isim Xavier Bertrand ve Bernard Cazeneuve ise müesses Fransız siyasetinin yakinen tanıdığı iki isim. Bertrand’ın avantajı Macron’un akıl hocası Michel Rocard ile beraber çalışması ve Fransız bürokrasisinden gelmesi. Cazeneuve de başbakanlık yapmış ve 1990’dan itibaren Sosyalist Parti iktidarlarında danışman olarak görev almış bir isim. Her iki isim de küreselleşmenin getirdiği yeni kültürden ziyade ulus-devlet ve milli kültürü yeğleyen isimler.
Fransa tarihinde cumhurbaşkanı ve başbakanının farklı partilerden olduğu sadece üç dönem var ve bu dönemlerin toplamı on sene etmiyor. Ama bu sefer sanki durum biraz farklı. 2024 Olimpiyat Oyunları’nda Macron’un hayal ettiği Fransa teşhir edildi. Dünyanın her yerinden tepki çeken açılış seremonisini sadece bir grubun cüretkâr temaşası olarak tanımlamak gerçekliği tam da yansıtmıyor. Açılıştaki garabetle Macron, iç siyasete büyük bir mesaj verdi: Yeni küreselleşme dalgasına uygun bir isimle çalışmak. Macron için Castets ve Séjourné önde gelen adaylar gibi gözüküyor. Castets’in Macron’un istediği reformların gerçekleştirilmesi için ihtiyaç duyulan çoğunluk hükümetini sağlayacak olması onu bir adım öne çıkarırken, Séjourné’nin Attal ile ilişkisi onu bir adım geri plana itiyor. Castets’nin profili Fransa’da olası bir sosyo-ekonomik dönüşümü de beraberinde getirecektir. Ancak ortada başka bir gerçeklik daha var ki eğer Castets Fransa’nın yeni başbakanı olursa ülke büyük sınamalarla karşı karşıya kalacak. Unutulmamalı ki Fransız Devrimi’nin fikir babası Robespierre, Fransız tarihinin cemiyet insanı yerine İngiliz Aydınlanması’nda arzulanan birey insanı desteklediği için giyotine gönderildi. Olimpiyatların açılışında söylenen “Ça ira”[1] şarkısı, 1789 ikliminde yenilik ve dönüşümün dile dökülen ezgisi olabilir ancak şarkının ikinci dizesi aristokratlar sokak lambalarına söylemi Fransa’da değişim arzulayanlarının göze alması gereken bir risk. Fransa’nın mottosu olan özgürlük, eşitlik ve kardeşliğe, ‘’kardeşlik’’ ancak 1848 Paris Komünü sonrasında kurulan Üçüncü Cumhuriyet’le eklendi. Kardeşliğin sonradan eklenmesi manidar çünkü Fransız siyasi tarihi iç çekişmeler ve kıyımlarla dolu. Kısacası Fransa her daim kaynayan bir kazan ve 1848’de sağlanan mutabakatı değiştirmek ya da buna yeltenmek, kardeşlik kınında duran aşırılığı ortaya çıkarabilir. Fransa şu an bir yol ayrımında ve Macron’un önünde iki yol duruyor. Macron’un hangi yolu seçeceğiyse hayranlık duyulan (!) Fransız kültürü için ya tamam ya da devam anlamına gelecek. Macron’u frenlemeye namzet tek kurumsa Fransız Senatosu olarak görülüyor. Macron’u destekleyen senatörlerin lideri François Patriat’nın yeni Başbakan’ın “hem tartışılmaz ahlaki otoriteye hem de siyasi deneyime sahip biri” olması gerektiği vurgusu da oldukça kıymetli.
Dipnotlar:
[1] “Ça ira – Haydi gidelim, yapalım!” tabiri döneminde ABD Büyükelçisi Benjamin Franklin tarafından çokça zikredilen bir kelimedir. Yani devrim şarkısının ilhamı bile ABD’den gelmiş olup ikinci dizesindeki sokak lambasına atıf ‘direğe asılma’ manasına gelmektedir.