Hamas siyasi büro şefi İsmail Heniyye, İran’ın yeni Cumhurbaşkanı Pezeşkiyan’ın yemin töreni için seyahat ettiği Tahran’da İsrail’in saldırısıyla şehit oldu. İsrail tarafından düzenlendiği kesin olsa da suikastın metodu, gerçekleştiği yer ve kullanılan silah gibi birçok ayrıntı şu ana kadar netlik kazanmadı. Bu suikastın üzerindeki sis bulutu devam ederken konunun Gazze merkezli olarak İsrail’in saldırganlığı, İran’ın cevabı ve muhtemel bir Lübnan işgali açısından ne anlama geldiği de tartışılmayı hak etmekte.
Bu suikastın yanı sıra son günlerde İsrail içerisinde yaşanan gelişmeler de bu suikastla bağlantılı olabilir. İsrail’in Gazze’deki soykırımının bir parçası olarak Filistinlilere yönelik işkence ve savaş suçları zaten artık Batı tarafından bile saklanamayacak, İsrail tarafından ise inkâr edilemeyecek bir düzeye geldi. Bu doğrultuda İsrail’in Guantanamosu olarak adlandırılan, Necef çölündeki Sde Teiman adlı askeri üste alıkonulan Filistinlilere uygulanan cinsel istismar ve işkence sebebiyle 9 İsrail askeri gözaltına alındı. Ancak buna tepki gösteren aşırı sağcı protestocular askeri üssü bastılar. İsrail içerisinde yaşanan bu olay yalnızca İsrail iç politikası ve toplumsal yapısı hakkında değil, Gazze’deki katliamların geleceği ve muhtemel bir bölgesel savaşla ilgili de birçok ipucu içermektedir.
Aşırı Sağın Kıskacında Verilen Tavizler
Sde Teiman üssünde yaşanan işkenceler ve savaş suçları İsrail hakkında çok şey söylese de 9 askerin gözaltına alınma girişimi sonrası üs çevresinde yaşananlar çok daha fazla şey anlatmaktadır. İlk olarak, aşırı sağcı grupların İsrail’de artan gücü oldukça dikkat çekicidir. Dünyadaki trendin bir benzeri olarak yükselmesinin yanı sıra Siyonist ideolojinin bir parçası olarak iç sebeplerle de oldukça radikal olan bu grupların İsrail siyasetinin merkezine oturması ise son seçim ile olmuştur. Bir koalisyonlar cenneti olan İsrail iç politikasında Netanyahu’nun tek başına iktidar olamaması sebebiyle aşırı sağ ile kurduğu koalisyon, yönetimin iç ve dış politikada karakterini belirlemiştir. Aralık 2022’de 8 partili bir koalisyon kurabilen Netanyahu ise koalisyonun devamı için bu küçük aşırı sağcı partilere ve Smotrich, Ben-Gvir ve Galant gibi isimlere taviz vermek zorunda olduğu bir konuma düşmüştür.
İsrail iç siyasetinde kutuplaştırıcı bir figür olan Netanyahu’nun, hakkındaki yolsuzluk soruşturmalarından kurtulmak amacıyla Ocak 2023’te önerdiği yargı reformu büyük tepki çekmişti. Yargı reformu tasarısı ilan edildiğinde İsrail toplumundaki bir fay hattı gün yüzüne çıkmış, bu yargı reformuna karşı çıkan muhalefet ve bazı halk kesimleri protestoya başlamıştı. Bu protestolar öyle geniş bir tabana ulaşmıştı ki savaş pilotları ve özel kuvvetler birliklerinin de olduğu askerler yasanın geçmesi durumunda orduda görev yapmayacaklarını açıklamışlardır. Ulusal Güvenlik Bakanı Ben-Gvir ise yasa tasarısı geri çekilirse koalisyondan ayrılacağını açıklamıştı. Ancak daha sonra Ben-Gvir emrindeki bir İsrail Ulusal Muhafızları biriminin kurulması karşılığında bu tehdidini geri çekmişti. Bu da Netanyahu’nun 7 Ekim öncesinde de içerisinde bulunduğu açmaz ve aşırı sağcı ortaklarına vermek zorunda kaldığı tavizleri ve İsrail iç politikasındaki bölünmeyi göstermesi açısından önemlidir.
Kırılganlıklarını Savaşla Perdeliyor
İsrail toplumundaki bu derin yarık, halk kitlelerinde kurumlara olan güvenin azalması ve devlet ve güvenlik yapısının çökme emareleri göstermesine sebep olmuştur. Ocak 2023’te başlayan protestolar İsrail için o kadar büyük bir sorun olmuştur ki, 7 Ekim’deki Aksa Tufanı Operasyonu’nun İsrail’in içerisinde bulunduğu bu paralize olma halini fırsata çevirme amacı taşıdığı bile söylenebilir. Bu doğrultuda alınan esirlerin de bu fayları daha fazla tetiklemeyi amaçladığı ve her ne kadar İsrail’in Gazze’de yaptığı katliamlarla perdelense de Ekim’den beri İsrail’de yapılan gösterilerle bunun bir derece başarıya ulaştığı söylenebilir.
Hem yargı reformu protestoları hem esir ailelerinin protestoları hem de Sde Teiman’da yaşanan olaylar, İsrail içerisinde farklı kesimlerin sosyal ve siyasal bir kutuplaşma ortamında bulunduğunu ve özellikle bazı kesimlerde devlet aygıtına ve orduya güvenin ciddi bir şekilde azaldığını göstermektedir.
Ancak İsrail içerisindeki tüm bu siyasal ve sosyal sorunları perdeleyen, aynı zamanda Netanyahu’nun siyasi ömrünü uzatan bir olgu olarak soykırım devam ettiriliyor. Aylardır başarılamayan ateşkes Netanyahu hükümetinin görüşmeleri baltalayarak katliamları sürdürme isteğinden kaynaklanıyor. Öyle ki, Netanyahu muhalefetten ve rehine yakınlarından gelen baskıyı kontrol edemez hale gelerek ateşkese yöneldiği şartlarda bile aşırı sağcı ortakları ateşkes olması halinde koalisyondan çekilme tehdidiyle veya Gazze’de yeni bir saldırıyla ateşkes sürecini bitiriyor. Yani kısacası İsrail için Gazze soykırımı da savaşı Lübnan’a taşıma hevesi de iç karışıklıkları perdeleyen bir olgu olarak sürekli körükleniyor. Heniyye suikastı da bu gerilimi tırmandırmanın bir parçası olarak girişilen bir eylem olarak öne çıkıyor.
İran’dan Hiçbir Zaman Gelmeyen Cevap
İsrail içerisinde durum bu şekilde iken, bölgesel bir savaşın muhtemel aktörlerinden Hizbullah ve İran’ın hareketsizliği de dikkat çekici. 7 Ekim sonrası İsrail için kâbus senaryosu, içeride askeri ve istihbari olarak paralize olmuş devlet aygıtı ve psikolojik olarak dibe vurmuş İsrail toplumu olduğu anda Hizbullah’ın kuzeyden bir cephe açmasıyla İsrail için varoluşsal bir tehdit oluşmasıydı. Ancak Hizbullah’tan hiçbir zaman böyle bir hamle gelmedi. Yerine asimetrik mücadelenin devam ettiği ve sahada vekil unsurların kullanıldığı geleneksel angajman çerçevesinde kalmaya çalışan bir politika devam ettirildi.
Dahası, İran’ın 7 Ekim sonrası bölge politikası temelde İsrail’le doğrudan karşı karşıya gelmekten kaçınmak ve özellikle Hizbullah’ı savaştan korumak olarak şekillendi. Ve İran temel hedefinin bu olduğunu gösterdiği andan itibaren İsrail için Lübnan’da, Suriye’de, Yemen’de ve Irak’ta İran vekil unsurlarını vurmak kullanışlı bir koza dönüştü. Dolayısıyla İran’ın başkentinde yaşanan Heniyye suikastına İran’ın ciddi bir cevap üretmesi gerekirken 7 Ekim sonrası da gördüğümüz gibi yine ciddi bir cevap üretmekten kaçınacaklardır. Ancak Netanyahu’nun ve İsrail’in mevcut yaklaşımının İran’ın hareket alanını yok ettiğini ve 7 Ekim sonrasındaki politikasını maliyetli hale getirdiği de ortada. Yani İran geçen 10 aylık süreçte önce konsolosluğu vurulabilir bir ülke oldu, Heniyye suikastı ile de başkenti vurulabilir bir ülke durumuna düştü.
Sonsuz Savaşlar Döngüsü
Sonuç olarak İsrail siyasal ve toplumsal olarak çok ciddi ayrışmalara sahip. Ayrışmaların toplumsal çatışmaya dönmesi ise küçük bir kıvılcımla bile mümkün olabilecek kadar muhtemel. Bu şartlarda İsrail devlet aygıtının da onu yöneten Netanyahu hükümetinin de tek çıkar yolu, kendi siyasi geleceklerini de endeksli gördükleri şekilde savaşa devam etmek olarak görünüyor. Bu da İsrail’in bir sonsuz savaşlar döngüsüne girdiğini gösteriyor. Şimdiye kadar bölgesel savaş tehdidi Batı desteğini arkasına almak ve iç karışıklıkları perdelemek için yeterli olsa da artık o koz da yetmiyor, Hizbullah’la ve dolayısıyla İran’la bir savaş tercih edilir hale geldi.
Bu şartlarda Netanyahu hükümetinin düşmesi ve yerine mevcut muhalefetin kurduğu bir koalisyonun gelmesi durumunda bile bu politikanın değişmesi çok muhtemel görünmemekte. Çünkü her şeyden önemlisi İran ve vekil uzantılarının bu kadar hareketsiz kaldıkları, Körfez ve Arap devletlerinin Hamas’ı İsrail’den daha büyük bir tehdit olarak gördükleri bu şartlarda İsrail’i bu politikalardan caydıracak bir denklem yok. Ve belki de en fazla gözden kaçırılan nokta olarak Biden yönetiminin 10 aydır İsrail katliamlarına verdiği sınırsız desteğin de ötesinde, şu an Biden’ın Amerikan başkanı olarak tamamen silikleşmesi ve siyaset üretemez pozisyona gelmesi de Netanyahu ve İsrail’i cesaretlendiren bir durum. Öyle ki şu an İsrail’in peşinde sürüklenen ve ciddi hiçbir söylem üretemeyen bir Beyaz Saray yönetiminin olması, savaşı tüm bölgeye yaymayı hayal eden gruplar için tarihi bir fırsat oluşturuyor. Sonuçta bu durumda İsrail’in sonsuz savaşlarıyla Filistinliler ölüyor, bölge ise ateş çemberinin içinde kalmaya devam ediyor.
Ahmet Arda Şensoy Türkiye Araştırmaları Vakfı araştırmacısıdır.
Bu yazı 05.08.2024 tarihinde Yeni Şafak Gazetesi’nde yayınlaşmıştır.