Küreselleşmenin Arkasına Kim Gizleniyor?

Devletler arasındaki rekabetin uluslararası sistemde birçok açmaza sebebiyet verdiği uzun süredir söylenegelen bir argüman. Bu argümanın merkezindeyse devletler yer alıyor. Küreselleşen dünya söylemi ile karşılaştığımızda, devletler arası ticari ilişkilerin arttığı ve bunun karşılıklı bağımlılık oluşturduğunu dillendiriyoruz. Yerel sorunların küreselleşmeyle beraber tüm dünyayı etkilediğini ve bu sorunların devletlerin bir araya geldiği uluslararası kurumlar sayesinde çözülebileceğini vurguluyoruz. Bu büyük anlatıda dillendirilmeyen başka aktörler de var: Sermayedarlar.

Tarihi Kim ya da Kimler Şekillendirdi?

Sermaye kavramı, birçok siyasal iktisatçı tarafından ele alındı. Adam Smith’ten Karl Marx’a sermaye ve sermayedarlık, devletlerin güvenli sığınaklarında palazlanan oluşumlar olarak değerlendirildi. Bize anlatılan hikâye, hakikat madalyonun sadece bir yüzü. Diğer yüzündeyse sermayedarların devletler üzerindeki etkisi yer alıyor. Sermaye sahiplerinin dünya tarihinin gidişatında önemli değişikliklerde bulunduğu çokça an var.

İslam alemini de yakından ilgilendiren Haçlı Seferleri’ne baktığımızda ağırlıkla monarkların ismi ön plana çıkarılır. Bu seferlerin finansmanına ilişkin bilgilere ders kitaplarında genelde yer verilmez. Bu konu hakkında kafayı yoran birkaç isimden biri olan Dan Jones’a göre neredeyse 200 yıl süren Haçlı Seferleri’nin gerçekleşmesini sağlayan en önemli aktör, Papa II. Urban’dan ziyade Tapınak Şövalyeleri’dir. Tapınak Şövalyeleri, seferlere yapmış oldukları maddi katkıdan ziyade ticaret yollarının güvenliğinin sağlanamadığı bir dönemde sermaye sahipleri arasındaki finansal işlemleri kolaylaştırarak seferleri yapılabilir kılmışlardır.[1] 1291’de seferlerin sona ermesi sonrası Avrupa krallarına borç vererek hayatta kalmaya çalışan şövalyelerin sonunu yine bir kral getirmiştir. Séan Martin’e göre IV. Philip’in şövalyelere borcu 20.000 livre civarındayken şövalyelerin “kafir” olarak ilan edilip malların müsadere edilmesi sonucu 100.000 livreye yakın bir sermaye Fransa’nın eline geçmiş; bu sermaye sayesinde mutlakiyete gidecek olan saray sistemi kurulabilmiş ve günümüz Fransa’sının sınırlarını oluşturan bölgeler ele geçirilebilmiştir.[2] Yüzyıl Savaşları olarak tarihe geçen Fransa-İngiltere arasındaki savaşlar dizisi de elde edilen bu servet üzerine başlatılabilmiştir.

Bizim tarihimizde en azılı düşmanlardan biri olarak okuduğumuz Kutsal Roma İmparatoru, İspanya Kralı Şarlken’i Avrupa tahtına oturtan sadece doğuştan elde ettiği haklar değil; bir bankacının yani Jacob Fugger’in finansal desteğidir. Tirol ve Macaristan’da gümüş ve altın madenlerini elinde bulunduran Fugger’ların servetleri Jacques Heers’e göre 2 trilyon dolara yakındır. Bu servetle 1519’da Habsburg seçimlerini etkileyen Jacob Fugger, sadece Şarlken’i seçtirmekle kalmamış; Şarlken’e muhalif seslerin kesilmesi için de destek vermeye devam etmiştir.[3] Fugger ailesinin bir diğer önemli etkisiyse reform hareketi üzerindedir. Merle D’Aubigné göre, Vatikan’ın faiz aleyhine söylemleri karşısında Luther ve Calvin’i destekleyen Fuggerler, Protestanlığın nefes alabilmesini sağlamış; bu süreçte Protestanlığın Alman prensliklerinin gazabına uğramaması adına Şarlken’i yönlendirmişlerdir.[4] Fugger ailesinin tarihin gidişatına yön verdikleri an sadece Reformasyon ile de sınırlı değil. İspanyol tacı gölgesinde Coğrafi Keşifleri finanse edenler de Fuggerlardı.[5]

Diplomasi denilince akla gelen ilk hadiselerden Napolyon Savaşları sonunda düzenlenen Viyana Kongresi’nde de sermaye sahipleri büyük bir rol oynamıştır. Neil Ferguson’a göre Britanya, Prusya ya da Avusturya değil; Nathan Mayer Rothschild Napolyon’un alt edilebilmesini sağlamıştır. O dönemin rakamlarıyla Britanya’ya 5 milyon sterlin, diğer Avrupa devletlerine 7 milyon sterlin kredi sağlayan Rothschild’ın sağladığı finansal destek, Bank of England’ın enflasyon hesaplama aracına göre 790 milyon sterlinin üzerindedir. Diğer iki örnekten farklı olarak Rothschild, Avrupa’daki çevresi sayesinde Napoléon’a karşı istihbarat sağlamış, hatta bazı devletleri Napoléon’a karşı savaşmaya zorlamıştır. Yani sermayedarlar artık devletvari hareket edebilmeye başlamıştır.[6]

Meşru Gücün Merkezi Ulus-Devlet Değil miydi?

Alman siyaset bilimci Max Weber gücü bir bireyin veya grubun, başkalarının direncine rağmen hedeflerine ulaşabilme yeteneği olarak; ulus-devleti ise şiddetin meşru tekelini elinde tutan birim olarak tanımlamıştır. Weber’e göre ulus-devlet gücünü ve meşruiyetini kurumlar üzerinden tatbik etmektedir. Norbert Elias’ın ufuk açıcı medeniyet teorisine göreyse ulus-devleti devlet yapan en önemli iki unsurdan biri vergi toplayabilme ve para basabilme yetkisidir. Tam da bu noktada işin rengi değişmeye başlıyor.

Ulus-devletin konsepti siyasi tarihe göre oldukça genç bir gelişme. 1648’de Westfalya ile hayatımıza giren ulus-devlet, bugün anladığımız manada devlet olmaya 14. Louis ile beraber başladı. 1700’lerin ortalarında hukuki birliği sağlamayan ulus-devletin önündeki en büyük engellerden birisi finansal ve ekonomik istikrardı. Dünyanın en eski merkez bankaları İsveç Merkez Bankası 1668’de ve Bank of England (BoE) ise 1694’te kuruldular. Peki bu kurumları şiddetin meşru tekelini elinde bulunduran ulus-devlet mi kurdu yoksa bu girişimlerin arkasında başkaları mı var?

Charles George Sayers’ın Bank of England üzerine yapmış olduğu çalışmasında ilginç bir gerçeklik karşımıza çıkıyor: 1946’ya kadar İngiltere Merkez Bankası özel sektörün kontrolündeydi ve 1939’a kadar bankanın toplam hissesinin neredeyse yüzde 70’i HSBC, Barclays ve Rothschild Co. tarafından kontrol ediliyordu.[7] Peki ne oldu da 1946’da İngiliz hükümeti “kendi” Merkez Bankasını kamulaştırma kararı aldı?

İkinci Dünya Savaşı sonrası İngiliz sterlininin değeri inanılmaz ölçüde düştü. 1901’de 1 sterlinin bugünkü değeri 103 sterlin iken 1946’da 1 sterlinin değeri 54 sterline kadar düşmüş, yüzde 50’ye yakın değer kaybetmişti. Uluslararası ekonomi sisteminde sterlin bayrağı dolara devretmek zorunda kaldı. Peki ne oldu da sessiz sedasız İngiltere bayrağı ABD’ye devretti? Gerçekten gönüllü bir çekiliş miydi yoksa başka bir evrenin başlangıç adımı mıydı?

Bu soruya verilecek cevap ikinci seçeneğe daha yakın. Sterlindeki düşüşle beraber sömürgelerini de birer birer kaybeden Birleşik Krallık, 1963 yılında yeni bir formülle karşımıza çıktı. Birleşik Krallık’ın başkenti Londra üzerinde kralın kontrol edemediği bir alan bulunmaktadır: City of London. 1667’de özerkliği kabul edilen City’nin 1963 düzenlemesiyle neredeyse Birleşik Krallık’tan bağımsız bir alana dönüştü. City of London Corporation adı altında kendi polisi, askeri, yargı mercileri ve konseyi olan City, herhangi bir seçim olmaksızın Avam Kamarası’nda bir koltuğu sahip. City gibi gücün içerisinde Lordlar da yer almakta ve Lordlar Kamarası’nda da temsil edilmekteler. City’e böyle bir güç neden verildi sorusunun cevabı ise tamamen ekonomik. Sterlinin değerindeki düşüşü durdurmak için BoE, dışarıya sterlin ihracını yasakladığı için 1963’te City’de Euro-dolar piyasası kuruldu. Doların hakimiyeti denilince akla ilk gelen ABD merkezli bir piyasanın baskın olmasıdır. Ancak, bugün dolar bazlı işlemlerin neredeyse yarısının gerçekleştiği yer, City’nin kurduğu Euro-dolar piyasası. 1963 sonrası City’nin bir diğer hamlesiyse İngiltere’nin denizaşırı topraklarında yeni şubeler açmak oldu. Bugün bu şubelere offshore bankalar diyoruz. Virgin Adaları, Cayman ve Mann adasında yer alan bu şubelerin dünyada dolaşımda olan paranın yüzde 40’ına ev sahipliği yaptığı tahmin ediliyor. Bu şubelere ilişkin herhangi bir soruşturma gerçekleştirilemiyor çünkü City’nin finansal işlemler kanununa göre bu şubelerde açılan tröstlerin kurucuları ve bu tröstlerden faydalananlara ilişkin kişisel bilgiler paylaşılamıyor. Ayrıca bu şubelerde finansal gelirle ilişkin vergilendirme sadece yüzde 12,5 iken işlem hacmine göre ABD’de yüzde 20 ila 37, AB’de yüzde 19 ila 30 arasında değişmekte.

Küreselleşen Dünyanın Yeni Devleri: Finans Kuruluşları  

Siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler alanındaki araştırmacılar küreselleşmeyi daha çok güvenlik üzerinden okumaya eğilimliler. Ekonomi ve siyasal iktisat alanında kalem oynatanlara göreyse küreselleşmenin itici gücü, finansal işlemler serbestisiyle mal ve hizmetlerin serbest dolaşımı.

Grafik-1: Küresel Ticaret ve Dolar Arzı 2008-2022 (Trilyon, dolar)

Kaynak: Dünya Bankası.

2008 Ekonomik Krizi sonrası dolaşımdaki para miktarı neredeyse iki kat artarken küresel ticaret yüzde 52 oranında arttı. Ancak ticaretteki gelir artışı ulus-devletlerin borçluluk oranlarını karşılayamıyor. IMF’ye göre ulus-devletlerin borcu 2010’larda yıllık 81 trilyon dolar seviyelerindeyken 2022’de 92.4 trilyon dolar seviyelerine yükselmiş durumda. Peki devletler kime borçlu?

Dünyada ismi bilinen iki büyük grup var. Bunlar Londra ve Paris kulübü.1950’lerde kurulan gayri resmi bankalar toplulukları olan bu iki grup, ülkelerin kaderlerine yön veriyorlar. Londra Kulübü’nün yönettiği toplam borca ilişkin resmi bir veri yokken Kongre Araştırma Hizmeti’nin 2013’te yayınladığı rapora göre Paris Kulübü’nün 102 borçlu ülkeyle toplam 478 anlaşması bulunuyor ve yönettiği toplam borç miktarı 614 milyar dolar.

Londra ve Paris kulübüne ilişkin maalesef açık veri erişimimiz yok. Gölgeleri aydınlatamasak da gölgede durmayıp bilinen isimlerin varlıklarını yöneten şirketler de mevcut. Bu şirketlerin genel ismiyse varlık yönetim şirketleri. Dünya üzerindeki büyük şirketlere yatırımlar yapıp müşterilerinin varlıklarına varlık kattıkları ifade ediyorlar. Örneğin, BlackRock varlık yönetim şirketi; Microsoft, Apple, Nvidia ve Meta’nın varlıklarını yönetiyor.

Grafik-2: En Büyük Beş Varlık Yönetim Şirketi 2020-2024 (Trilyon, dolar)

Kaynak: ADV Ratings, Macrotrends, Statista.

Dünyada 60 varlık yönetim şirketi bulunuyor ve bu şirketlerin yönettikleri varlıkların toplamı 116 trilyon dolar. En büyük beş şirketin 2020’de pandeminin başlangıcındaki toplam varlıkları 23.4 trilyon dolarken 2024’ün ilk çeyreği itibariyle yüzde 63,2’lik artışla 37 trilyon dolara yükselmiş durumda. Tek başına BlackRock 10.4 trilyon dolarlık bir varlık fonun başında ve bu büyüklükle ABD ve Çin’den sonra dünyadaki en büyük üçüncü ekonomiyi yönetiyor.

Sonuç: Sermaye Ulus Devletlerin Tahtına Göz mü Dikiyor?

Ulus-devletlerin gölgesinde palazlanan sermayeye artık ulus-devlet gömleği dar geliyor. Bugünkü manada bankacılık ve kapitalizmin doğuşu sırasında ulus-devletlerin standartlaştırma hareketi sermaye sahiplerinin kaderini değiştirdi. Örneğin, Fransa’da Richelieu ve Colbert’in yasaları sayesinde sermayedarlar ve tüccarlar daha az vergi ödemeye başladılar. 1815 sonrası dünyasında sömürgecilik bu sermaye sahiplerini ulus-devlete bağımlı hale getiriyordu. 1918’de Wilson İlkeleri, imparatorlukların piyasa tekellerini kırmayı hedef aldı ve ulus-devletlerin sayısı 1900’de 70’ken bugün 193’e yükseldi. 1970’lerde Keynesçi politikaların terk edilmesi sonrası sermayedarlara gün doğmuş oldu. Artık sermaye hareketleri üzerindeki denetim ve kurallar gevşetiliyordu. Soğuk Savaş’ın sona ermesi bir diğer kırılma noktası oldu. Grotius ve Kant temelli uluslararası hukuk sayesinde sermaye istediği yere istediği şartlar altında hareket edebilme fırsatını buldu. Gelirlerini katbekat artırdı. Bugünse ulus-devletlere kafa tutar hale geldi. Gelirleri artık ulus-devletlerin gelirlerinin üzerinde. Çoğu devlet Londra ve Paris kulübü gibi oluşumlara borçlu.

Gilles Deleuze ve Jean Baudrillard’ın tarif ettiği tüketim toplumu yeni bir düzleme çıkarılmak isteniyor. Cinsiyetsizleştirme politikalarıyla ulus-devletin temeli olan aile hedef alınıyor. Zihinleri yıkama mecraları olan sosyal medya toplumları yönlendirirken Netflix, Disney+ ve HBO Max gibi platformlar üzerinden cinsiyetsizleştirme politikaları da teşvik edilmeye devam ediliyor. Horkheimer’ın ifade ettiği kültür endüstrisiyle insanlar arasındaki bağlar kırılmak ve tamamen tüketim odaklı bir insanlık oluşturulmaya çalışılıyor. Ulus-devlet ise bu riskin farkında. Geçtiğimiz yıllarda verdikleri reaksiyon görece sınırlıyken artık daha sert çatışmalar bilhassa Batı dünyasında gözlemlenmekte. ABD ve Avrupa’daki seçimlerde sağ adayların yükselmesinin ardında da temelde bu kavganın yattığı görülüyor. Önümüzdeki günlerde halkların seçimleri sadece siyasetin yönünü değil insanlığın kaderini de belirleyecek. Ya sermayedarların yeni insanı yeni dünyaya hakim olacak ya da ulus devletler küresel diktatörlüğün çabalarını sonuçsuz bırakabilmeyi başaracak.

Dipnotlar:

[1] Dan Jones, The Templars: The Rise and Spectacular Fall of God’s Holy Warriors, Viking PR: USA, 2017.

[2] Sean Martin, The Knights Templar, Pocket Essentials: Harpenden, 2004.

[3] Jacques Heers, La Naissance du Capitalisme au Moyen Âge: Changeurs, Usuriers et Grands Financiers, Perrin: 2012.

[4] Jean Henri Merle d’Aubigné, Histoire De La Réformation Du Seizième Siècle, Volume 1, Ulan Press: 2012.

[5] Pierre Bezbakh, Crises et Changements de Société: Les Grandes Ruptures Dans l’Histoire de l’Empire Romain à nos Jours, Harmattan: 2011.

[6] Niall Ferguson, The House of Rothschild, Penguin: 1998.

[7] Richard Sidney Sayers, The Bank of England, 1891-1944, Volume 1, Cambridge University Press: Cambridge, 1976.

Salih Kaya Galatasaray Üniversitesi doktora adayıdır.

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu