Ulus Devletlerin Küresel Diktatörlük Teşebbüsüne Direnişi

Son yıllarda, bilhassa Batılı devletlerin takip ettiği siyaset göz önünde bulundurulduğunda birçok meselede ulus devletlerin çıkarına aykırı bir biçimde küresel düzeyde tek bir kaynaktan besleniyormuşçasına belirli politikaların izlendiği görülmektedir. Cinsiyetsizlik politikalarının tüm dünyaya dayatılması, Rusya-Ukrayna arasında yaşanan çatışmada savaşın ısrarla uzatılması, 7 Ekim’den bu yana Filistin’de yaşanan katliamlara Batılı ülkelerin, halklarının taleplerinin hilafına sessiz kalması ve küresel ısınma ile mücadele adı altında izlenen politikalar ulus devletlerin çıkarlarından ziyade küresel düzeyde başka güç odaklarına hizmet ediyor algısı oluşturmaktadır. Nitekim ABD’den Avrupa’ya birçok ülkede küresel ölçekte izlenen bu politikalara yerelde bir tepki oluşmuş ve ‘aşırı sağ, aşırı sol’ olarak etiketlenen partilerin ve liderlerin yükselmesiyle sonuçlanmıştır.

Otuz Yıl Savaşları sonrasında 1648 yılında imzalanan Westphalia anlaşması ile günümüz modern ulus devletlerinin kurulduğu varsayılır. Buna göre ulus devletler, sınırları içerisinde tüm egemenlik haklarına sahiptir. Yasa koyma, uygulama, iç ve dış siyaseti belirleme, savaşa girme ya da barış anlaşmalarının altına imza atma gibi modern devletlerin günümüzde sahip olduğu tüm egemenlik haklarının kökenleri Batıda Westphalia anlaşmasına ve sonrasında kurulan düzene dayandırılır. II. Dünya Savaşı sonrasında kurulan yeni dünya düzeninde, Birleşmiş Milletler ve sonraki yıllarda ortaya çıkan Avrupa Birliği vb. ulusötesi organizasyonlar ve kurumlarla Westphalia sisteminin zayıfladığı ve ulus devletlerin yerini artan küreselleşmenin de etkisiyle ulusötesi kurumlara, uluslararası sivil toplum örgütlerine ve ekonomik iş birliklerine bıraktığı iddia edilmeye başlandı. Her ne kadar ulusötesi kurum ve örgütlerin etkisinin giderek arttığı konsensüs halinde kabul edilegeldiyse de ulus devletlerin üstünde bir otorite olmaması, uluslararası sistemde anarşik yapının güçlü bir biçimde devam etmesi sebebiyle ulus devletler hâlâ ana aktör olarak değerlendirilmekte.

Ulus Devletlerin ve Dünya Siyasetinin Tarihsel Gelişimi

Siyaset bilimi çalışan bir akademisyenin ya da siyaset bilimiyle yeni tanışan bir öğrencinin Hobbes, Makyavel gibi ana figürlerden öğreneceği ilk kaide devletin ulusal çıkarlarının her şeyin üstünde olduğudur. Batı siyasi tarihini kısa bir cümleyle özetlemek gerekirse şüphesiz kurulması meşru cümlelerden bir tanesi de devletlerin gücü ölçeğinde çıkarlarını savunduğu ve bu süreçte tüm ahlaki kaidelerden bağımsız olduğudur. Batı siyasi tarihini bu minvalde öğrenen, bilhassa II. Dünya Savaşı’na kadar tarihsel olayları ve gelişmeleri takip eden bir araştırmacı çıkar eksenli siyasetin temel belirleyici faktör olduğunu rahatça görebilecektir. Her ne kadar II. Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan BM ve AB gibi uluslararası örgütlerin ulus devletlerin yerini alacağı iddiası yaygın bir şekilde dillendiriliyor olsa da özellikle güvenlik meselelerinde ulus devletlerin güçlü bir şekilde tüm uluslararası organizasyonlardan bağımsız bir biçimde siyaset izlemeye devam ettiği görülmektedir. Dahası, ulus devletleri insan haklarına saygı, barış vb. meselelerde hizaya getirmesi beklenen BM gibi uluslararası kurumlar, ABD’nin Afganistan ve Irak işgallerinde ABD’nin dayatmasıyla savaşa meşruluk kazandıran bir rol üstlenmeye zorlanmıştır. Son yıllarda yaşanan Ukrayna-Rusya savaşında ve İsrail’in Filistin’de gerçekleştirdiği katliamlarda da BM, Uluslararası Ceza Mahkemesi ve AB gibi uluslararası yapıların özerkliğinin iddia edilenin aksine çok zayıf kaldığı ve hegemon güçlerin ana siyasi kararları büyük ölçüde etkilediği anlaşılmıştır. Özetle, meşru uluslararası örgütler göz önünde bulundurulduğunda Westphalia sisteminin hala çok güçlü bir şekilde devam ettiği gözlemlenmektedir.

Ulus Devletlerin Çıkarları mı, Küresel Diktatörlüğün Politikaları mı?

Bu yazıda meşru siyaset zemininde var olan dengelere ek olarak incelemek ve dikkat çekmek istediğim asıl mesele, meşru olanın dışında küresel ölçekte farklı bir karar alma merciinin olup olmadığıdır. İçinde bulunduğumuz dönemde gelişen ilginç olayların meşru siyaset zemininde ve ulus devletlerin çıkarları çerçevesinde incelenmesi pek mümkün olmadığından, alternatif tartışmalara ve inceleme biçimlerine yönelmek makul gözükmektedir. Alternatif olan ve provokatif kabul edilmesini yadırgamayacağım iddia, Batıda temel politikaları ulusötesi bir organizasyonun belirlemeye çabaladığıdır. Otoritesini demokratik yollardan kazanmaması, halk tarafından seçilmemesi ve seçilmiş (seçilmesinde medya ve sermaye yoluyla önemli bir rol üstlendiği) hükümetlerin arkasına gizlenerek dünya siyasetini yönetmesi sebebiyle gayri meşru olan bu yapının varlığı ve etkisi daha ciddi bir düzeyde incelenmelidir.

Somut örnekler üzerinden incelediğimizde, biri kültürel biri de güvenlik ile ilgili iki ana meselede ulus devletlerin çıkarları ötesinde farklı bir ajanda olabileceği ihtimali güçlenmektedir. Kültürel alanda, bilhassa Batılı ulus devletlerin nezdinde çıkar siyaseti ile açıklaması oldukça güç birinci mesele kuşkusuz Batı kaynaklı tüm dünyaya dayatılmaya çalışan cinsiyetsizlik olgusudur. Kıta Avrupası’nda özellikle son yirmi sene incelendiğinde en büyük sorunlardan birinin giderek yaşlanan nüfus ve doğum oranlarındaki ciddi azalış olduğu görülecektir. Bu açıdan okunduğunda, bir milyona yakın iş gücü ihtiyacı ve dünyanın en yaşlı ülkelerinden biri olan Almanya’nın doğum oranlarına daha fazla düşüş olarak yansıyacak cinsiyetsizlik politikalarını savunması ulusal çıkarlar perspektifinden anlaşılması oldukça güç bir durumdur. Cinsiyetsizlik politikalarının tüm Avrupa genelinde Hristiyan halklara nasıl dayatıldığının son çarpıcı örneklerinden biri de kuşkusuz Paris’te gerçekleşen 2024 Olimpiyat Oyunları açılışıdır. Hem kültürel anlamda hem de materyal çıkarlar çerçevesinde Avrupa ve ABD’nin aleyhine olan cinsiyetsizlik politikaları sanki tek bir elden tetiklenircesine neredeyse her platformda teşvik edilmekte ve yerel yasama organlarında çeşitli maddelerle garanti altına alınmaktadır.

Diğer ilginç bir örnek ise Ukrayna-Rusya arasında yaşanan savaşta Batının izlediği tutumdur. Ukrayna’da yaşanan savaşı Kıta Avrupası perspektifinden Almanya, Fransa gibi ulus devletlerin açısından değerlendirdiğimizde savaşın uzamasının bu ülkelere faydadan çok zarar getirdiği rahatlıkla görülebilmektedir. Örneğin Almanya ihracata dayalı güçlü ekonomisini yıllardır Rusya’dan aldığı ucuz enerji ile idame ettirmekte ve halkının büyük çoğunluğu Rusya ile herhangi bir gerilime karşıyken her ne kadar başlarda dirense de uzun bir süredir Rus karşıtı bloğa dahil olmuş ve Ukrayna’yı askeri ve ekonomik anlamda desteklemeye başlamıştır. Benzer bir şekilde Fransa da ulusal çıkarlarına ve halkının taleplerine aykırı olarak çatışmaya müdahil olmakta ve hatta Ukrayna’ya asker göndermekten bahsetmektedir. ABD de savaş yanlısı tutumunu sürdürmekte ve kendi halkından binlerce kilometre uzaklıkta yaşanan bir çatışmayı sonlandırmak yerine milyarlarca dolarlık yardım paketleri ve askeri destekle savaşın devam etmesine olanak sağlamaktadır.

Nitekim, son Avrupa Parlamentosu ve akabinde gerçekleşen Fransa ulusal seçimlerinde aşırı sağ ve sol olarak sınıflandırılan muhalefet partilerinin neredeyse tamamının Ukrayna-Rusya savaşında hükümetlerinin takındıkları savaş yanlısı tutuma karşı çıktıkları görülmektedir. Benzer bir şekilde ABD’de başkan adayı Donald Trump da savaştan yana olmadığını ve başkan seçilmesi durumunda savaşı daha yemin etmeden bitireceğini iddia etmektedir. Bu parti ve liderlerin savaş karşıtı politikalarının halk tarafından bu denli desteklenmesi, Batı genelinde izlenen savaş yanlısı politikaların ulus devletler nezdinde, yerelde bir karşılığı olmadığının ciddi bir kanıtıdır.

Yerel Siyasetin Küresel Diktatörlükle Savaşı

Son yıllarda popülist ve aşırı sağ/sol partilerin yükselişiyle giderek ilgi çeken popülizm tartışmalarının odağında tam olarak yukarıda bahsettiğim ikilem yer almaktadır. Yerel halk tıpkı son aylarda Avrupa ve ABD’de olduğu gibi neden siyasi elitlerin halkın çıkarlarına uygun politikalar üretmek ve sorunlarını çözmek yerine halkın ve kendi devletinin çıkarlarının hilafına hareket ettiğini sorgulamaktadır. Statüko yanlısı elitlerin karşısında yer alan aşırı sağ ya da sol, her türden muhalefete teveccüh göstermekte ve bir arayış içinde olduklarının sinyalini en güçlü bir biçimde vermektedirler.

Burada dikkat edilmesi gereken ve özellikle Türkiye gibi Batının içinde bulunduğu türbülansın ortasında yer almaktan ziyade çeperinde olan ülkelerin Batının içinde yaşanan kavganın bir parçası olmaktan kaçınmalarıdır. Batıda küresel diktatörlük eğiliminde olan ve sermaye gruplarından, büyük şirketlerden ve bunların ilgili ülkelerdeki uzantılarından müteşekkil bir yapı başta cinsiyetsizlik olmak üzere çeşitli politikaları ve tercihleri tüm dünyaya Batılı ulus devletler üzerinden yayma girişimi içerisindedir. Yine bu yapı Ukrayna-Rusya savaşında ya da küresel iklim krizi ile mücadele ediyorum bahanesinin altına sığınarak Batılı devletlerde yerel halkların tercihlerinin ve çıkarlarının aksine çeşitli uygulamaları dayatmaktadır. Küresel diktatörlük girişimi kendi dünya görüşünün dışında kalan, ona boyun eğmeyen ve zorluk çıkaran her türlü siyasi figürü ve partiyi aşırılıkla ve demokratik olmamakla suçlamakta, etiketlemektedir. Nasıl ki Batı dünya düzeni kurdukları sisteme biat etmeyen Müslümanları radikallikle, teröristlikle suçlayıp suçlu suçsuz tüm Batı karşıtlarını tek kefeye koyduysa, benzer bir şekilde küresel diktatörlüğe karşı gelen tüm partiler ve siyasi liderler ‘aşırı, popülist, radikal, otoriter, anti-demokratik vb.’ sıfatlarıyla sınıflandırılmaktadır.

Sonuç

Sermayenin önemli bir bölümünü elinde bulunduran, medya dünyasına hükmeden ve Batılı birçok devletin hükümetleriyle yakın ve kirli ilişkiler içerisinde bulunan küresel diktatörlük girişiminin ‘ana akım, makbul’ olarak nitelendirdiği ve kimin içeride, kimin de bu sınıflandırmanın dışında bırakılacağına tek başına karar verdiği bu sistem kökten reddedilmelidir.

Türkiye küresel diktatörlük girişimine karşı duran ve ulus devletlerin çıkarları önceliğinde yerelle güçlü bağlar kurabilen alternatif parti ve liderleri küresel diktatörlüğün dikte ettiği bir biçimde topyekûn reddetmemeli. Batıda yaşanan kavgaları olay bazında tahlil ederek hangi ülkede, hangi karşıtlıkla nasıl bir ilişkiye gireceğini kendi milli ve yerli çıkarları ekseninde tek tek belirlemelidir. Batıda aşırı sağ olarak nitelendirilen parti ve liderlerin birçok meselede izlediği siyaset, mevcut sosyal demokrat ya da merkezi sağ/sol olarak sınıflandırılan partilere kıyasla Türkiye açısından daha tercih edilebilir bir noktadadır. Dolayısıyla, Türkiye Batıda gerçekleşen mücadeleyi ve seçimleri yakından takip etmeli ve küresel diktatörlük çabası karşısında yer alabilecek, küresel diktatörlüğün dünya genelinde dayatmaya çalıştığı cinsiyetsizlik ve savaş politikalarını engelleme potansiyeline sahip parti ve liderlere, eğer çok sert bir Türkiye ve Türk karşıtı politika izlemiyorlarsa, karşı pozisyon almamalı ve ortak çıkarlar çerçevesinde ehveni şer yaklaşımıyla gerektiğinde birlikte hareket edebilmelidir.

Son olarak Avrupa ve ABD’de son bir senede yaşanan seçimler, hem küresel diktatörlük girişiminin hem de ulus devletin çıkarlarını önceleyen parti ve siyasi figürlerin tutum ve pozisyonlarını giderek sertleştirdiklerine, Batının büyük bir türbülansın eşiğinde olduğuna işaret etmektedir. Kültürel, ekonomik ve askeri bir gerilimin, çatışmanın eşiğinde olan Batının dünya genelinde büyük olayları tetikleme potansiyeli son dönemlerde iyiden iyiye artmış durumdadır. İsrail-Filistin çatışması ve Ukrayna-Rusya savaşının yoğunlaşarak ve her an bölgeselleşme, uluslararasılaşma tehdidi barındırarak devam etmesi dünyanın içinde bulunduğu tehlikenin şiddetini artırmaktadır. Türkiye böylesi bir atmosferde başta askeri olmak üzere hem ekonomik anlamda hem de toplumsal yapı, kutuplaşma boyutunda sorunlarını minimuma indirmeli ve dünyayı büyük değişimlerin beklediği yeni döneme en güçlü şekilde hazırlıklı olmalıdır.

Dr. Ayhan Sarı, Türk-Alman Üniversitesi öğretim üyesi ve Türkiye Araştırmaları Vakfı araştırmacısıdır.

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu