Tam sekiz yıl önce, Türkiye’yi derinden sarsan bir askeri darbe girişimi yaşandı. Ülkenin demokrasisi en çetin imtihanlarından biri ile karşı karşıya iken 15 Temmuz 2016 gecesinde 250’den fazla masum vatandaş hayatını kaybetti ve 2.000’den fazla kişi yaralandı. Tanklar sokaklarda dolaşıyor, savaş uçakları şehirlerin üzerinde sonik patlama yapmak üzere alçak uçuş yapıyor ve askerler demokratik yollarla seçilmiş hükümeti savunmak üzere cesurca direnen sivillerin üzerine ateş açıyordu. Darbeciler Türkiye Büyük Millet Meclisini bombalayarak ve TRT binasına baskın yapıp Yurtta Sulh Konseyi imzalı darbe bildirisini okutarak ülke genelinde kaos ve korku yaratmışlardı. Fakat Türk halkı darbeye direnmek ve nihayetinde darbeyi engellemek için sokaklara dökülürken Avrupa, tepkilerinde rahatsız edici ve göze batan bir çifte standart sergiledi.
Her fırsatta Türkiye’ye insan haklarını hatırlatmaya kalkan ve demokrasinin öneminden bahseden AB ülkelerinden gelen ilk tepkiler oldukça ılımlı ve gecikmeli olmuştur. Demokratik yollarla seçilmiş bir hükümetin vahşice devrilmesini kınamakta tereddüt edilmesi yahut bu kınamanın gecikmesi, Avrupa dış politikasını derinden etkilemeye devam eden tutum ve önyargılara ilişkin önemli soruları gündeme getirmektedir. Demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü gibi bu ülkelerin savunduğu ilkeler Türkiye söz konusu olduğunda rahatlıkla göz ardı edilmiştir. Bu tepki ya da daha doğrusu tepkisizlik, Avrupa’nın “Doğu”ya ve dolayısıyla Türkiye gibi ağırlıklı olarak Müslüman olan ülkelere yönelik algılarını tarihsel olarak şekillendiren köklü oryantalizmden ayrı tutulmamalıdır.
Darbe gerçekleşirken, Avrupalı medya kuruluşları ve hükümet yetkilileri darbe girişimini kınama konusunda kayda değer bir yavaşlık sergilemiştir. Pek çok Avrupalı lider ve haber ajansı, demokratik ilkelerin acil ve bariz bir şekilde korunması gereğinden ziyade siyasi değişim potansiyeliyle meşgul görünmekte idi. Ancak darbenin başarısız olduğu netleştikten sonra daha kesin kınamalar yapılmaya başlanmıştır. Örneğin, dönemin Avrupa Birliği Dış İlişkiler Yüksek Temsilcisi Federica Mogherini, başlangıçta darbe girişimini kınamayıp “itidal ve demokratik kurumlara saygı gösterilmesi” çağrısında bulunmuştur. Benzer şekilde Almanya Dışişleri Bakanı Frank-Walter Steinmeier de endişelerini dile getirmiş ve “anayasal düzene geri dönülmesi” çağrısında bulunmuş. Kınaması ancak girişimin başarısız olduğu belli olduktan sonra gelmiştir. İngiltere Dışişleri Bakanı Boris Johnson ise darbe girişimi neredeyse sona erince (ve başarısız olduğunu fark edince) şu tweet’i atmıştır: “Türkiye’deki olaylardan büyük endişe duyuyoruz. Büyükelçiliğimiz durumu yakından takip ediyor. İngilizler tavsiye için FCO web sitesini takip etmelidir”.
Buna ilaveten, yanlış bilgi ve spekülatif anlatıların yayılması, sorunu daha da derinleştirdi. Gecenin karmaşası içinde, çeşitli Avrupalı medya kuruluşları doğrulanmamış haberleri hızlıca yayınlamaya kalkmıştır. Hatta bu haberlerden bazıları Türk hükümetini yasadışı ve demokrasiye aykırı bir darbenin kurbanı olmaktan ziyade böyle bir darbeyi hak eden bir saldırgan olarak resmetmiştir. Bu anlatılar, “Doğu” toplumlarını doğası gereği istikrarsız ve despot olarak tasvir eden oryantalist söylemlere zaten meyilli olan medya ortamında verimli bir zemin bulmuştur. Avrupa’ya göre, “Doğu” demokratik bir şekilde yönetmekten aciz ve şiddetle de olsa, zorla “doğru” yola çıkarılacaktır ve Avrupa’nın uygun gördüğü şekilde yönetilecektir. Anlaşılan o ki, Batı’nın mission civilisatrice (medenileştirme görevi) hâlen devam etmektedir, sadece farklı metotlar ve platformlar kullanılmaktadır.
Bu mission civilisatrice, Avrupalı güçler tarafından emperyal hırslarını meşrulaştırmak için kullanılan bir kavramdı. Avrupalı güçler, sömürgeleştirme çabalarını sözde “daha geri kalmış” kültürlere uygarlık, demokrasi ve insan hakları getirmeye yönelik asil bir çaba olarak tasvir ediyordu. Bu ideoloji, sömürgeciliğin yayılmasına neden olan ekonomik ve stratejik çıkarları maskelemeye hizmet etmiş ve bunu hayırsever bir eylem olarak sunmuştur. Bu zihniyet, Batılı ulusların kendilerini demokrasi ve insan haklarının nihai hakemi olarak gördükleri çağdaş tutumları etkilemeye devam etmektedir. Bu bakış açısı, çoğu zaman o ülkelerdeki insanların gerçek demokratik iradesini göz ardı ederek, dünyanın dört bir yanındaki hükümetlerin meşruiyetini yargılamalarına olanak tanımaktadır. Bu durum, değerlerin ve yönetişimin dayatılmasının ahlaki üstünlük varsayımıyla meşrulaştırıldığı tarihsel örüntüyü yansıtmaktadır.
Aynı medenileştirme misyonu tavrı Türkiye’deki darbe konusunda da görülmektedir: Başarısız darbe girişiminden sonra Batı neden darbeyi hemen kınamakta bu kadar isteksiz davranmıştır? Daha sonra verdikleri yanıtlarda, Türkiye’nin demokratikleşmesinin meşrulaştırılması için Batı’nın müdahalesinin/kabulünün gerekli olduğu ima edilmiştir. Bu, Türk halkının ve yabancı müdahalesi olmaksızın kendi siyasi geleceğine karar verme kapasitesinin açıkça küçümsenmesi anlamına gelmektedir. Avrupa’nın insan hakları ve demokrasi çağrısı, kendi çıkarlarına uygun olduğunda genellikle yüksek sesle ve açık bir şekilde yapılmaktadır. Ancak, Avrupa’nın onaylamadığı bir lider ya da hükümet ortaya çıkardığında demokratik sürece olan bu bağlılık çarpıcı bir şekilde ortadan yok olmaktadır. Böyle durumlarda insan hakları ve demokrasi ilkelerinden hızla ödün verilmekte, istenmeyen bir lideri iktidardan uzaklaştırmak için demokratik olmayan yolların desteklenmesi ya da en azından hoş görülmesi yönünde bir isteklilik ortaya çıkmaktadır. Türkiye örneğinde, Avrupalı liderlerin darbe girişimini açıkça kınamadaki isteksizliği, sorunlu buldukları bir hükümeti devirmek için gerekli her türlü aracın örtülü olarak onaylandığını ima etmekteydi. Yüzlerce sivilin hayatını kaybetmesi de dahil olmak üzere ikincil zararın siyasi hedeflere ulaşmak için kabul edilebilir bir bedel olduğu düşüncesi sadece ahlaki açıdan kınanacak bir durum değil, aynı zamanda insan hakları ve yaşamın kutsallığı gibi iddia edilen değerlerle de taban tabana zıttır.
Darbe girişiminin sekizinci yıldönümünü idrak ettiğimiz 15 Temmuz’da, bu tür olaylara verilecek uluslararası tepkilere rehberlik etmesi gereken ilkeler üzerinde düşünmek bir zorunluluktur. Türk halkı 15 Temmuz gecesi demokrasiye gerçek bağlılığın ne olduğunu tüm dünyaya göstermiştir. Ulusun demokratik geleceği uğruna hayatlarını ortaya koyma cesareti, Avrupa ülkelerinin tereddütlü ve çoğu zaman kendine hizmet eden tepkileriyle büyük bir çelişki oluşturmaktadır. Avrupa ülkelerinin Türkiye örneğini tanıyıp ondan ders çıkarmalarının ve demokrasiye olan bağlılıklarının Türk halkınınki kadar kararlı ve samimi olmalarının zamanı gelmiştir. Demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü, hangi bölgede veya hangi dinden olursa olsun tutarlı bir şekilde savunulması gereken evrensel değerlerdir. Türkiye halkı, demokrasilerini savunurken gösterdikleri cesaretten dolayı takdiri ve saygıyı hak etmektedir. Avrupa, dış politikasını şekillendirmeye devam eden oryantalist önyargılarla yüzleşmeli ve bunları ele almalıdır. Ancak bu şekilde, demokrasi ilkelerinin önyargı ya da ikiyüzlülük olmaksızın savunulduğu daha adil ve eşitlikçi bir dünya oluşturulabilir.
[Amina Smits Türkiye Araştırmaları Vakfı Araştırmacısıdır]