Uzun süredir modası geçmiş bir savaş olarak çatışmaların seyrekleştiği ve ancak aktörler arasında müzakere sürecinde bir koz olarak değerlendirilen Suriye iç savaşında saha, geçtiğimiz aylarda ısınmaya başladı. Özellikle İsrail’in 8 aydır Gazze’deki soykırım girişiminin bölgesel yansıması olarak ısınan İsrail-İran rekabetinin bir mücadele sahası olarak Suriye, tekrar gündeme gelmişti. Üzerine seçim yılında olan ABD’nin Suriye’den çekilme söylentileri de uluslararası basında konuşulan bir konu olmaya başlamıştı. Son olarak, geçtiğimiz ay terör örgütü PKK/YPG’nin işgal altında tuttuğu bölgelerde sözde bir seçim girişimi, Türkiye’nin baskısı ve kararlı duruşuyla engellenmişti. Tüm bu gelişmeler Suriye’de sahanın tekrar ısınması ve tarafların pozisyonlarını değiştirerek statükoyu kırma çabalarını tetiklemiş gibi görünüyor.
Bunun bir yansıması olarak Beşar Esed’in geçtiğimiz günlerde Türkiye ile ilişkileri geliştirmeyi amaçlayan tüm girişimlere açık olduğunu belirten açıklamasını takiben 28 Haziran’da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın açıklamasıyla Ankara-Şam normalleşmesi süreci tekrar gündeme geldi. Peki bu normalleşme müzakerelerinde geçtiğimiz yıllarda yaşanan gelişmelerden farklı neler var? Ve bu gelişmelerin yanında Suriye’de yaşanan ve yaşanması muhtemel gelişmeler bu süreci nasıl etkileyecek? Bu soruları cevaplamak hem Ankara Şam müzakerelerinin geleceğini değerlendirmek hem de Suriye’de yaklaşan yol ayrımı ve kırılmaları anlamlandırmak açısından faydalı olacaktır.
Ankara-Şam İlişkilerinin Dinamiği
Arap Ayaklanmalarının bir yansıması olarak 2011’de Suriye’de başlayan protestolara Baas rejiminin şiddetle karşılık vermesi, Suriye iç savaşının başlamasına sebep olmuştu. Sivil protestolara bombalama, işkence ve toplu cezalandırma şeklinde karşılık veren rejimin bu tavırlarından ötürü Türkiye de Şam ile ilişkilerini kesmişti. Geçen süre sonunda Rusya ve İran’ın Esed rejimine verdiği destek, DEAŞ’ın Suriyeli muhaliflerin gücünü tüketmesi ve ABD’nin YPG terörüne desteğiyle, Esed rejiminin hayatta kaldığı bir düzlem ortaya çıkmıştı. ABD’nin çözümsüzlüğü dayattığı Suriye’de; Türkiye ise 2016 sonrasında gerçekleştirdiği askeri harekatlarla Suriye’de PKK/YPG ve DEAŞ terör örgütleri ile mücadeleyi önceleyen bir pozisyona geçiş yapmıştı. Ardından sahadaki sıkışmayı aşmak için Türkiye, Rusya ve İran arasında kurulan Astana Müzakereleri masasıyla diplomatik bir zemin inşa edilmiş ve bu mekanizma savaşın farklı taraflarındaki aktörlerin sahadaki pratik meselelere yönelik bir çözüm arayışı olmuştu. Geldiğimiz şu aşamada Astana masası doğal ömrünü tamamlayarak Soçi Müzakereleri ve son olarak Esed rejiminin de dahil olduğu dörtlü müzakereler şeklini almıştı. Ancak bu dörtlü müzakereler de Esed rejiminin Türkiye’den aşırı talepleri nedeniyle başarısız sonuçlanmıştı.
Son beş yıldır farklı dönemlerde gündeme getirilen Ankara-Şam ilişkilerine Türkiye oldukça net bir tutum sergilemişti. Rusya Esed rejimiyle görüşmeyi zorlayarak Suriye’de kazanımlarını Türkiye’yle de uyumlu bir hale getirerek garanti altına almaya çalışıyor, Türkiye ise Astana sürecinin dışında bir mekanizma kabul etmeyerek net duruşunu sürdürüyordu. Hatta öyle ki, Türkiye’nin Esed rejimiyle ilişkisinin dinamiği, rejim milislerinin İdlib’deki Türk Silahlı Kuvvetleri üslerine düzenlediği saldırılara karşılık olarak birkaç rejim askerini cezalandırma atışlarıyla etkisiz hale getirmeye dayanmaktaydı.
Ekim 2022’de dönemin MİT başkanı Hakan Fidan, Şam’a giderek Ali Memlük ile müzakerelerde bulunmuştu. 2023 yılında Rusya’nın baskısıyla Ankara-Şam arasında istihbarat düzeyinde yapıldığı iddia edilen görüşmelerin Moskova ve Suriye’de yapıldığına dair bilgiler uluslararası basına yansımış olsa da bu görüşmelerden de bir sonuç alınamamıştı. Geçtiğimiz Mayıs ayında ise Irak Başbakanının peş peşe yaptığı açıklamalar, Ankara Şam Müzakerelerinde Irak’ın bir rol oynamaya çalıştığını göstermekteydi. Buna göre Bağdat yönetimi Şam’a, Türkiye Irak Kalkınma Yolu Projesi gibi ekonomik iş birliği temeliyle başlayan ve sınır hattında PKK terör örgütüyle ortak mücadelede uzlaşan modeli önermekteydi. Ancak Bağdat arabuluculuğundan da ciddi bir sonuç çıkmadığı görülmekteydi.
Müzakerelerin sonuçsuz kalmasının en temel sebebi, Esed rejiminin Türkiye’den aşırı ön taleplerde bulunarak masaya oturması ve PKK/YPG terör örgütüyle mücadele gönüllülüğündeki belirsizlikti. Esed rejiminin, Türkiye’nin Suriye’de “teröristleri” desteklemeyi bırakması ve Türk Silahlı Kuvvetleri’ni Suriye’den çekmesi yönündeki ön talepleri sebebiyle ciddi bir ilerleme olmadan müzakere masası tıkanmıştı. Ancak geçtiğimiz günlerde Beşar Esed’in uluslararası basına düşen açıklamalarında bu talepleri dile getirmeden yalnızca Türkiye’yle bir müzakereye açık olduğunu belirtmesi, masada bazı şeylerin değiştiğinin bir işaretiydi. Bunun üzerine 28 Haziran’da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da Suriye ile ilişkilerin kurulmaması için hiçbir sebep olmadığını dile getirmesi bu değişime Türkiye’nin cevabı olarak anlam kazandı. Dolayısıyla şu an Suriye’de Ankara-Şam hattındaki müzakerelerin tekrar canlandığını ve yakın gelecekte de devam edeceğini söylemek mümkün görünmektedir. Bu da Ankara-Şam ilişkilerinin dinamiğini 13 yıllık iç savaşın sonunda değiştireceği bir yeni düzlem doğurma ihtimalini gösteriyor.
Yol Ayrımı ve Kırılmalar: Müzakere Tamam, Normalleşme Mümkün Mü?
Bu normalleşme müzakerelerinden tarafların beklentisi bazı noktalarda örtüşürken bazı noktalarda çelişiyor. Dolayısıyla müzakerelerin başarıyla sonuçlanması ve normalleşmenin gerçekleşmesi de bu çelişen taleplere bulunacak çözümler ve tarafların vereceği garantiler ekseninde şekillenecek.
Öncelikle Türkiye’nin böyle bir normalleşmeden beklentisini, PKK/YPG terör örgütüne karşı ortak iş birliği temeli şekillenmektedir. Bu sayede terör örgütünün Fırat’ın doğusunda işgal altında bulundurduğu bölgeler hem kuzeyden hem güneyden baskı altına alınarak, Suriye’nin toprak bütünlüğünü koruyacak bir düzlem kurulmak isteniyor. Diğer beklentiler arasında ise sığınmacıların geri dönüşü için uygun ortamın sağlanması, siyasi geçiş sürecinin başlatılması ve yeni bir anayasa için çalışmaların yapılması da bulunuyor.
Şam yönetiminin beklentisi, muhalif unsurlara desteğin kesilmesi, TSK’nın Suriye’den çekilmesi sözünün alınmasıyla ülkenin genelinde egemen olan rejim konumunun sağlamlaştırılması ve rejime yönelik en büyük tehdit olan muhalif unsurların elimine edilmesi şeklinde öne çıkıyor. Diğer beklentiler arasında ise bölgesel tecritten kurtulmak ve Türkiye ile ekonomik ilişkilerin geliştirilmesiyle rejimin içinde bulunduğu ekonomik krizden kurtulmak bulunuyor.
Rusya ise Ankara ve Şam’ı yakınlaştırarak Suriye’deki kazanımlarını garanti altına almayı, Fırat’ın doğusunda ABD ve PKK/YPG’yi baskı altına alma maliyetini Türkiye’yle paylaşmayı, ABD’nin Suriye’den çıkış sürecini hızlandırmayı, petrol kaynaklarını rejime kazandırmayı amaçlıyor.
Ancak tüm bu amaçlar bir noktada birleştirilebilir gibi dursa da ciddi sorun ihtimalleri de barındırıyor. Öncelikle Türkiye’nin PKK/YPG terör örgütünün Suriye’de varlık gösterdiği, hiçbir şartta Suriye’den askerlerini çekmeye razı olmayacağı açık bir gerçek olarak duruyor. Esed rejiminin ise, asker çekme talebi kabul görmeden veya en azından bir takvimde anlaşılmadan Ankara ile müzakereleri ilerletmesi pek mümkün görünmüyor.
İkinci sorun noktası olarak Esed rejiminin PKK/YPG terör örgütüyle mücadele etme isteği ve kapasitesi meselesi öne çıkıyor. Esed rejiminin PKK ile tarihsel olarak yakın ilişkileri, Türkiye ile ilişkilerinden çok daha derindir. Buna ek olarak 2011 sonrası süreçte de rejim Suriye’nin kuzeydoğusunda PKK ile iş birliğini her daim sürdürdü. Özellikle günümüzde PKK terör örgütünün ABD desteğiyle çıkardığı petrollerin müşterilerinden birinin de Esed rejimi olması veya Halep’te, Haseke’de veya Kamışlı’da PKK/YPG ile rejimin birlikte varlığını sürdürecek kadar yakın ilişkilerinin devamı da bu köklü ilişkinin güncel yansımaları olarak öne çıkıyor. Dolayısıyla Esed rejiminin PKK/YPG ile mücadele isteğini kanıtlamak zorunda olduğu bir gerçektir. Ayrıca bu mücadeleyi sergilemesi de çok somut, ancak zorlu adımlarla mümkün olabilecektir. Bu da rejimin askeri olarak Rusya ve İran’dan destek almadığı şartlarda Suriye’de yerel aktörler arasında en zayıf aktör olduğu düşünüldüğünde oldukça zorlu bir durum ortaya çıkarmaktadır. Rusya’dan alınacak muhtemel destek hava unsurları özelinde olacak olsa da Rusya ile ABD arasında bir sıcak temas riski sebebiyle Rusya bu desteği temkinli sağlayacaktır.
Türkiye için Esed rejimiyle, tüm ayrışma noktalarına rağmen PKK terör örgütüyle mücadele üzerinde uzlaşmış olmak, bir ilişki kurmak için yeterli görülüyorken Esed rejimi için maksimalist talepler bu ilişkiyi imkânsız kılıyor. Yani Türkiye için Esed rejimi ile tıpkı Rusya ile Ukrayna’da farklı taraflarda olduklarında bile birlikte çalışabilmeyi mümkün kılan bir ilişki modeli geliştirmek mümkün görünüyor. Şam için ise böyle bir ilişkinin geliştirilebileceği diplomatik esneklik ve müstakil aktörlük konususundaki kapasitesi tartışmalı olduğu için normalleşme görüşmeleri maksimalist taleplere sıkıştırılmış gibi görünüyor.
Öte yandan tüm bu normalleşme müzakerelerinde, Esed rejimi gereken niyeti ve kapasiteyi gösterdiğinde bile karşısındaki en büyük tehdidi İran oluşturuyor. İran için Suriye’de alan kaybetmesi anlamına gelecek olan Ankara-Şam normalleşmesi, mutlak surette engellenmesi gereken bir durum olarak öne çıkıyor. Zaten Rusya bu normalleşmeyi bir yandan da İran’ın etkisini sınırlandırmak ve İran’ın İsrail’le mücadelesinde bir savaş sahası haline gelen Suriye’de kaybettiği mevziler sonucu doğan boşluğu doldurma anlamına geleceği için istemektedir. İran’ın da tıpkı Rusya gibi Baas rejimi üzerindeki gücü, rejim unsurları içerisindeki nüfuzu ve sahada Şii milislerin varlığı düşünüldüğünde İran’ın hem Rusya hem Esed rejimine karşı bu normalleşmeyi bozmak için elinde yeterince kozu bulunuyor. Bu da tüm şartlar sağlandığında bile müzakerelerin sonuca ulaşmasını engelleyebilme potansiyeli taşıyor.
Normalleşme Tek Seçenek Mi?
Her ne kadar Türkiye’nin talepleri ve beklentileri net olsa da bunların Esed rejimi ve Rusya tarafından karşılanmasında yaşanabilecek muhtemel zorluklar, Türkiye’nin farklı seçenekleri de göz ardı etmemesini gerekli kılıyor.
İlk olarak, İran’ın normalleşme masasını yıkma kapasitesi hafife alınmamalıdır. Tıpkı Bağdat’la üzerinde anlaşılan Kalkınma Yolu Projesi önündeki PKK terör örgütünden bile büyük tehdidin Haşdi Şabi ve dolayısıyla İran olması gibi, Şam’la müzakerelerde de hem sahada hem masada İran’ın bunu baltalama gücünün olduğu unutulmamalıdır.
İkinci olarak Esed rejiminin ve hatta Rusya’nın PKK/YPG terörüne bakışı konusunda oldukça tedbirli olunmalıdır. Her ne kadar Ruslar tarafından reddedilse de PKK/PYD’nin Moskova’da bir ofisinin bulunduğu iddiaları ve Rusya’nın uzun süredir Esed rejimi ile PKK arasında bir anlaşma için müzakerelere öncülük ettiği unutulmamalıdır. Öyle ki, Esed rejiminin Adana Mutabakatı temelli bir uzlaşma ve normalleşme anlaşmasına rağmen gelecekte de PKK/YPG ile özerklik karşılığında rejimin otoritesini kabul şeklinde bir anlaşma yapma riski her zaman bulunuyor. Bu da tüm politikanın Esed ile normalleşme temelinde kurulmasının ciddi bir risk içerdiğini gösteriyor.
Son olarak, muhtemel bir Trump başkanlığında ABD’nin Suriye’den çekilirken Türkiye yerine Rusya ile bir anlaşma yaparak PKK/YPG’ye bir özerklik kazandırma arayışında olabileceği unutulmamalıdır. 2019 yılında Barış Pınarı Harekatı’na karşı sözleri ve eylemlerinin yanında, harekât sonrası verilen sözlerin de tutulmadığı ve ABD askerlerinin çekildikleri bölgeleri Ruslara teslim ettiği düşünüldüğünde bu riskin de oldukça canlı olduğu ortadadır. Ayrıca unutulmamalı ki ABD ile Rusya arasında PKK/YPG’ye dair tek görüş ayrılığı, terör örgütünün kimin kontrolünde olacağı konusundadır.
Tüm bunların sonucunda Türkiye için Esed rejimiyle müzakere, Suriye politikasında bir kırılmayı temsil etmemektedir. 2016 yılından beri Türkiye’nin politikasının temeli olan PKK/YPG terörüyle mücadele kapsamında Suriye’nin toprak bütünlüğü ve Suriyeli sığınmacıların geri dönüşü için uygun şartların oluşturulması yönünde hamleler yapılmaktadır. Yine de Esed rejimiyle normalleşmenin bu kriterlere ne gibi katkılar sağlayacağı dikkatle incelenmesi gereken bir durum olarak ortaya çıkmaktadır. Günün sonunda Esed rejimiyle müzakerelerin geçtiğimiz yıllarda olduğu gibi başarısızlıkla sonuçlandığı ve Türkiye’nin PKK/YPG terör örgütüne karşı hem ABD hem de Rusya’ya rağmen askeri harekata giriştiği bir düzleme dönmenin oldukça olası olduğu da bir gerçektir. Dolayısıyla bu gerçeğe uygun olarak sahada terör örgütünü baskı altında tutmanın ve diplomasi masasını da sahada bir harekât için kullanmanın gerektiği bir düzlemin Türkiye için en maliyetli, ancak en olası senaryo olduğu gözden kaçırılmamalıdır.
Sonuç olarak Suriye’deki her aktör için bir yol ayrımı ve kırılma yaklaşıyor. ABD’deki başkanlık seçimiyle muhtemel bir Trump iktidarı, Ukrayna savaşında eli görece rahatlayan Rusların Suriye sahasıyla ilgilenme lüksüne erişmesi, PKK/YPG’nin sözde seçim oyunu ve İran’ın İsrail’le rekabette Suriye’de yıpranması gibi sebeplerle Suriye sahası büyük değişimlere gebedir. Dolayısıyla her aktör uzun yıllardır katlanmak zorunda kaldığı maliyetleri Suriye’de kazanıma dönüştürme ihtimalleri peşinde koşuyor. Ankara-Şam müzakereleri de bu yaklaşımın bir sonucu olarak değerlendirilebilir. Yine de bu müzakereler ve muhtemel normalleşmenin uluslararası arenada kazandıracakları bir yana, Suriye’de nasıl bir değişime yol açacağı ve ne gibi kazanımlara kapı açacağı ise çok bilinmeyenli bu denklemin sonucunda belli olacak.
[Ahmet Arda Şensoy Türkiye Araştırmaları Vakfı araştırmacısıdır]