8 Nisan 2024’te Maruni Lübnan Güçleri Partisi’nin Cübeyl bölge sorumlusu Pascal Süleyman’ın öldürülmesi, Lübnan’da uzun bir süredir tartışılan Suriyeli mültecilerin durumunu yeniden ve daha şiddetli bir şekilde gündeme getirdi. Pascal Süleyman’ın ölüm sebepleri arasında araç hırsızlarının aracı ele geçirdikten sonra Süleyman’ı öldürmek zorunda kaldıkları veya Partinin üst düzey isminin aynı zamanda Biblos Bank’taki pozisyonu nedeniyle uzun süredir mağdur olan banka mudileri tarafından kaçırılıp, daha sonra Süleyman’ı öldürdüklerine dair ihtimaller yer aldı. Bununla birlikte sebeplerden öte Pascal Süleyman’ın ölüm şekli Lübnan’daki Suriyelileri hızlı bir şekilde krizin içine sürükledi. Bu bağlamda da Pascal Süleyman’ın Suriyeliler tarafından kaçırılıp bir gün sonra da Suriye’de öldürülüp Lübnan’a geri gönderilmesi, Lübnan Güçleri taraftarlarının sokaklara dökülmesine yol açtı. O kadar ki, öfkenin şiddeti Lübnan’da mutad bir protesto şekli olan yolların kapanmasını ve trafiğin durdurulmasını aşarak Suriyeli karşıtı kampanyaların artmasına vardı. Süleyman’ın cenazesi kaldırılmadan duvarlara Suriyelilerin bölgeyi bir önce terk etmeleri, aksi takdirde silahların konuşacağını içeren afişler Eşrefiye, Cüdeyde gibi Hristiyanların yoğun bulunduğu bölgelerdeki duvarlara asıldı. Belediyelerin resmi bir açıklamayla Suriyelilerin evlerinden çıkmamalarına yönelik aldığı karar infialin önüne geçmek için olsa da, resmi kurumların asayişi sağlama konusundaki otorite zayıflığı da açığa çıkmış oldu. Siyasi otoritenin boşluğunda kendi yöntemlerini kullanan öfkeli toplum İsrail saldırılarının meşgul ettiği Lübnan ana gündemini mülteci krizine evrilterek, içine Hizbullah ve Avrupa komisyonun da dahil olduğu ancak okların Suriyeli mültecilere yöneldiği bir siyasi bunalımı tekrar gün yüzüne çıkardı.
Mültecilere Karşı Yükselen Sesler ve Gerilen Siyaset
Birleşmiş Milletler’in kayıtlarına göre 800.000’e yaklaşan, Lübnan hükümetinin tahminlerine göre ise sayıları 1,5 milyonu aşan Suriyeli mülteciler, 2015 yılından bu yana Lübnan siyasetinin ara gündemlerinden birini oluşturuyor. Kendi populasyonu ve yüzölçümü göz önünde bulundurulduğunda dünyanın en fazla mülteci nüfusuna ev sahipliği yapan Lübnan, ekonomik krizlerin ve siyasi boşlukların arasında özellikle 7 Ekim’den sonra İsrail bombardımanına da maruz kalmaya başladı. Biriken problemlerinin üzerine Pascal Süleyman suikasti, ciddi bir biçimde Suriyeli mültecileri ülkelerine “güvenli yollarla” geri gönderme planlarının yapılmasına yol açtı.
En yakın kriz olarak Pascal Süleyman’ın öldürülmesi olayı öne çıkarılsa da Suriyelilere yönelik gerginliğin özellikle 2019 yılındaki Lübnan protestolarıyla birlikte şiddetini artırdığı biliniyor. O kadar ki, Süleyman’ın kaçırılmasından bir süre önce Lübnan Sosyal İşler Bakanı Hector Hajar, Lübnan’daki Suriyelilere yönelik bir istatistik çıkarılarak “mülteci” kriterlerini sağlamayanların ülkeden deport edilmelerini öneren bir tasarıyı başbakan Necib Mikati’ye sunmuştu. Süleyman’ın ölümüyle birlikte de Hektor Hajar’a siyasi destek Özgür Yurtseverler Hareketi lideri ve örtük cumhurbaşkanı adayı Cibran Bassil’den geldi. Mültecilerin illegal yollarla Lübnan’daki varlıklarının önüne geçilmesini talep eden Bassil, daha önceleri ekonomik sebeplere bağladığı mülteci sorununu siyasi sebeplere dayandırmaya başladı. İki buçuk yıldır cumhurbaşkanlığı koltuğu boş olan Lübnan’da adaylığını açık bir şekilde ilan edemese de krizleri fırsata çevirmeyi başaran Cibran Bassil’in mülteci sorunu üzerinden Lübnan’ın himayesinin sağlanması gerekliliğini vurgulaması, bu ilkeyle hareket edecek bir cumhurbaşkanı adayı talebini dile getirmesi, konunun diplomatik yollarla da çözümü için öneriler sunması, zayıf da olsa kendi adaylığını hala sıcak tutmaya çalıştığını gösteriyor.
Mülteci sorunun tırmanması ile birlikte gözler Dürzi lider Velid Canbolat ve Hasan Nasrallah’a da çevrildi. İki liderin arasında en çarpıcı açıklama ise Hizbullah lideri Hasan Nasrallah’tan geldi. İsrail operasyonları şiddetini artırmaya devam ederken Şii liderin Suriyeli mülteciler için deniz yolunun açılmasına yönelik teklifi, yalnızca Lübnan içinde değil uluslararası arenada da önemli bir yankı buldu. Lübnan hükümeti tarafından Akdeniz’den Suriyeli mültecileri taşıyan gemilere onay vermesini içeren öneri bir anlamda Nasrallah’ın farklı hedeflerini de gösteriyor. Bu noktada teklifin mültecilerin geleceğinden öte, Suriye lideri Beşar Esed’in ve Hizbullah’ın Suriye’deki pozisyonu üzerinden oluşturulduğu anlaşılırken, teklif Sezar Yasası’nın kaldırılmasına yönelik de bir takım taktikleri barındırıyor. Akdeniz’e açılacak mülteci botlarının dünya kamuoyunda oluşturacağı yankıyla ABD’nin Suriye’ye yönelik uyguladığı Sezar Yasası’nda geri adım atabileceği ihtimali Nasrallah’ın gündeminde daha önemli bir yer tutuyor. Nitekim ABD tarafından Suriye’ye uygulanan yaptırımların Hizbullah üzerindeki etkisinin belirginliği bilindiği için, yaptırımlardan bir hafifleme olsa dahi Hizbullah’a psikolojik üstünlük sağlayacak olması, mevcut şartlarda Nasrallah’ın göz ardı edemeyeceği bir gelişme olarak saklı duruyor.
Nasrallah’ın teklifini değerlendiren Dürzi lider Velid Canbolat, meselenin Lübnanın iç politikasının sınırları içinde kalamayacağı ve tek taraflı alacağı kararı uygulayamayacağı gerçeğinden hareketle konuyu Beşar Esed ekseninde ele alarak anlaşmanın gerekliliğini öne çıkarmayı tercih ediyor. Daha önce Suriyeliler için Filistinli mülteciler gibi bir kamp kurulmasına yönelik teklifinin Lübnan hükümeti tarafından reddedilmesi, Canbolat’ın geri adım atmasına neden olmuştu. Pascal Süleyman’ın ölümüyle birlikte Canbolat bir hamle yaparak, Esed’le anlaşmadan mülteciler için bir çözüm üretilemeyeceğini ifade etti ve bir anlamda Esed’in meşruiyetini kabul etmiş oldu. Velid Canbolat’ın Arap baharından sonra Esed’e karşı takındığı düşmanca tavırla birlikte Lübnan’ın tek başına mülteci meselesini çözemeyeceği ve Esed’le masaya oturmadan mültecilere yönelik bir geri göndermenin imkansızlığına dair düşünceleri, güvenlik krizinin çözülmesi için bir öneri gibi görünse de halihazırda bir karşılık bulamayacağını gösteriyor.
Bu noktada vurgulanması gereken bir diğer mesele Beşar Esed’in mültecilerin dönüşü meselesini noktasında hangi özel hesapları bağlamında politik kategoriye koyacağı. Zira Esed mülteciler konusunda anlaşma şartlarını her geçen yıl biraz daha zorlamaya devam ediyor. Geçtiğimiz yıldan itibaren bölgesel meşruiyetini yeniden elde etmiş olmasının da etkisiyle Beşar Esed da ekonomik yaptırımların kaldırılması konusundaki ısrarcılığını artırıyor. Nitekim Esed, Suriyelilerin ülkelerine dönmelerindeki en büyük engelin güvenlikten öte ülkenin ekonomik koşulları olduğunu ileri sürmüş, Amerika’ya karşı yaptırım kartını oynamayı tercih etmişti. Birleşmiş Milletler’in güvenli dönüşle ilgili somut hiçbir adım atmaması ise Esed’in meseleyi biraz daha çıkmaza sürüklemesini hızlandırıyor.
Çözüme Dair Senaryolar ve Karşı Tepkiler
Pascal Süleyman suikastinden sonra dikkati çeken en önemli gelişme gerek Lübnan içinde gerekse Avrupa tarafında hızlı önlemler alınmaya başlaması oldu. İlk ve en hızlı tepkiyi veren Avrupa Birliği komisyonu, Avrupa’ya mülteci akınının önüne geçmek için Lübnan’a 1 milyar Euro’luk mali destek taahhüdünde bulundu. Avrupa Birliği’nden gelen destek Lübnan iç siyasetinde ise ciddi bir tepkiyle karşı karşıya kaldı. Suriyeli mültecilerin varlıklarına yönelik en sert tepkileri dile getirmekten çekinmeyen siyasi aktörlerin başında gelen Maruni patrikliği Süleyman’ın ölümüyle birlikte, mültecilerin Lübnan’ı kaosa sürükleyen bir tehlike olarak gördüklerini belirterek, Mikati’den gerekli sorumluluğun yerine getirilmesini talep etmişti. Patrik Bişarra el- Rai’nin Suriyelilere “ülkenize dönün ve uluslararası toplumdan gelen cazip teklifleri ülkenize değiştirmeyin ” şeklindeki çağrısı ise Maruni patrikliğinin mültecilere karşı sert bakışını değiştirmediği gerçeğini açığa çıkarırken, Avrupa Birliği’nin desteğini de Lübnan’ın çıkarlarına ters olması düşüncesinden hareketle reddettiğini göstermiş oldu. Cibran Bassil, Samir Caca, Süleyman Franciye gibi Maruni siyasilerin de gelecek olan desteği makul bulmayıp Kiliseyle ortak tavır almaları, Hristiyan toplumunun Suriyeli mültecilere karşı gerginliğinin tırmanmasındaki önemli faktörlerden biri olarak açığa çıkmaya başladı.
Uluslararası arena dışında Suriyeli mülteciler için Lübnan tarafında da sert tedbirleri içeren kararlar gündemde yer aldı. Siyasilerin mülteciler konusunda ortak bir görüşte bulunmaları karar listesinin de hızlıca hazırlanmasını kolaylaştırdı. Buna göre de 8 mayısta Lübnan genel güvenlik müdürlüğü uzun bir liste yayınlayarak Suriyeli mültecilere devlet baskısını hissettirmeye başladı. Kayıtlı olmayan mültecilerin geri gönderme merkezleri üzerinden Lübnan’dan deport edilmesi, kayıtlı olanların ise belirli iş sektörleri dışında çalışmaması ve çalıştırılmaması, ayrıca oturum izinlerinin yenilenmemesi gibi çok sayıda şartın yer aldığı ilanın uygulanmaya da başlamasıyla birlikte suriyelilere yönelik sistematik politikalar görünür olmaya başladı. Uygulamalar her ne kadar aşamalı bir şekilde ilerlese de, siyasi uzlaşının sağlanmış olması ilerleyen dönemlerde Lübnan’daki suriyelilerin daha zor şartlarda yaşamaya başlayacaklarını gösteriyor.
Mevcut durumda Lübnan İsrail’le topyekün bir savaşa girse dahi Suriyelilerin ülkelerine dönmek istemeyecekleri bir gerçek. Her ne kadar hükümet gönüllü olarak göndermeyi planladıklarını söylese de, şu ana kadar Suriye’ye dönenlerden haber alınmaması dahi kayıtlı / kayıtsız hiçbir mültecinin gönüllü olarak dönmeyeceğini gösteriyor. Diğer taraftan Avrupa’dan gelecek olan 1 milyar euroluk yardımın Suriyeli mülteciler açısından hissedilir bir etkisi olmayacağını görmek mümkün. Yardımların hangi yollarla ve hangi kuruluşlarla dağıtılacağı belirsizliğini korurken, Lübnanlı siyasiler açısından yardımın sadra şifa olmayacağına dair sesler de yükselmeye devam ediyor. Bununla birlikte Lübnan’ın mülteciler konusunda artan krizi çözememesi, Esed’in tavrı ve Gazze savaşının sona ermemesi de Suriyeli mültecilerin psikolojik ve sosyal koşullarını zorlamaya devam ediyor. Lübnan’da büyümeye başlayan mülteci krizi ise ilerleyen dönemlerde bölge ülkelerini de bir çıkmaza sürükleyecek gibi görünüyor.
[Dr. Tuba Yıldız İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde öğretim üyesidir.]