Anlatılar, bugün itibariyle, örgütsel iletişim bağlamında gereklilikleri ve etkinlikleri kabul edilen olgular olarak görülür. Örgütsel yapılar, geniş-dar veya makro-mikro ölçek spektrumunda ele alındığında, devletlerden çok uluslu şirketlere, siyasi partilerden sivil toplum kuruluşlarına kadar geniş bir yelpazede anlatıların stratejik iletişim bağlamındaki işlevlerinden söz etmek mümkün. Elbette bu işlevler, terör örgütleri tarafından da örgütsel iletişim ve propaganda stratejileri bağlamında yararlanılacak kaynaklar niteliğine sahip. Zira anlatılar, terör örgütlerinin örgütsel imaj inşası, örgütsel tezlerin kitlelere ulaştırılması ve varoluşsal zemin yaratımı gibi bir dizi kritik düzlemde çok önemli roller oynuyor.
Bu durum, post-truth dönem olarak adlandırılan mevcut iletişim ortamında etkisini daha açık biçimde gösteriyor. Bilgi ve mesaj bombardımanının, dezenformasyon, malenformasyon ve mezenformasyonun günlük rutinler arasında yerleştiği bir iletişim evreninde hakikat-kanaat/inanç denkleminin sarsıldığı durumu ifade eden post-truth kavramsallaştırmasına göre günümüzde kanaatler hakikatlerin ve hakikat arayışının yerini almaya başlamış durumda. Bugün için post-truth koşullar en somut biçimde terör örgütlerinin anlatı stratejilerinde kendisini gösteriyor. Bu bağlamda, PKK/YPG terör örgütünün, anlatı stratejisi ve meşruiyet tesisine yönelik hamlelerini bu çerçevede ele almak mümkün.
Post-Truth “Yol”
YPG’nin, anlatı stratejisi ve meşruiyet kazanmaya yönelik faaliyetlerine yönelik olarak araçsallaştırdığı 3 temel argüman/bileşenin başında “3. Yol” argümanı geliyor. Yol metaforu esasen, özellikle siyasal anlatılar bağlamında pek çok farklı aktör tarafından kullanılabilen bir metafor niteliğine sahip. Yol, metafor düzeyinde, hedef, yöntem, ilke” anlamında “diğerlerinden” farklılaşmayı ve ayrışmayı; varılacak olan nokta ve izlenecek istikamet düzleminde “ideal” olanı ve ideale ulaşmayı imgeler. Bu durum terör örgütlerinin anlatılarında sıklıkla gözlemlenir.
Her bir terör örgütü, kendi anlatısı çerçevesinde, temsil ettiğini iddia ettiği topluluğun (etnik, dini, sınıfsal vb.) yalnızca kendi öncülüğünde “ iyi, güzel, doğru, hakikat ve ideale” ulaştırılabileceğini iddia eder. Bu çerçevede, terör örgütünün “ideale ulaşma” hedefi bağlamında örgütün strateji ve yöntemleri “ideal yol” olarak kodlanırken, diğer sorun ve çözüm tanımlamaları ve teşhisler; diğer yöntem ve stratejiler ise “yanlış, yanıltıcı, işlevsiz” gibi sıfatlarla nitelendirilir. YPG’nin örgütsel anlatısının temel bileşenlerinden bir tanesi olan “3. Yol” argümanı da bu çerçevede anlam bulmaktadır.
3. Yol kavramı, PKK’nın 2005 yılından itibaren yeni örgütsel anlatı olarak benimsediği KCK paradigması çerçevesinde öne sürülen bir argüman haline getirildi. Terör örgütünün, bu yeni anlatısına göre, mevcut uluslararası ortam ve dünya görüşleri “demokratik modernite” ve “kapitalist modernite” olmak üzere iki karşıt kutba ayrılmaktadır. Bu kutuplardan ilki olan kapitalist modernite, ABD ve Avrupa ülkeleri nezdinde temsil edilen, ulus-devlet, serbest piyasa ve neo-liberalizmi esas alan bir yaklaşım olarak tanımlanıyor. Bu bağlamda PKK’nın anlatısında bu yaklaşımın referans kaynakları olarak kabul edilen ulus, milliyetçilik, devlet merkezli anlayış ve liberal ekonomi olgularının bileşimi “mutlak kötü” olarak konumlandırılıyor. Bununla birlikte, sosyalist ideoloji ve Marxist-Leninist anlayış da “devletçi ideoloji, skolastik ve arkaik, militarist ve totaliter” sıfatları ile nitelenerek kapitalist modernite ile “varış noktası” bağlamında ortaklık taşıyan ve bu yönüyle “mutlak kötü” çerçevesinde ait bir anlayış olarak tasvir edilmekte. Buna göre, her iki yönelimin de insanlığa, sınıf ayrımı, tahakkümcü iktidar ilişkisi, egemen-ezilen dikotomilerinden oluşan bir sistem sunmaktan öteye geçemedikleri savunuluyor.
Buna karşın, demokratik modernitenin ise tüm bu olguları aşan (sınıf, ulus, devlet vb.) “sınıfsız, hiyerarşisiz, cinsiyet eşitlikçi ve ekolojik bir doğal toplum” sistemini öngördüğü, KCK ve bağlı yapıların ise bu sistemi inşa edecek aktörler oldukları ileri sürülmekte. Bu noktada demokratik modernite aynı zamanda, kapitalist modernite içinde iki yönelimden de farklılaşan bir “3. Yol” olarak da ifade ediliyor. Bu bağlamda YPG, KCK sisteminin bir parçası olarak 3. Yol’u kendi örgütsel varlığında temsil ettiğini, Suriye’nin kuzeyini ise bu anlamda bir “pilot bölge” veya “laboratuvar alanı” olarak gördüğü ve kullandığı değerlendirilmekte. Fakat YPG’nin, Suriye’nin kuzeyinde aktif faaliyet göstermeye başladığı 2012 yılından itibaren uyguladığı ittifak stratejisi ele alındığında 3. Yol argümanının post-truth bir retorik olduğu gerçeği açık biçimde görülüyor.
YPG, 2012 yılından itibaren farklı küresel ve bölgesel aktörlerle işbirliğine yöneldi. ABD ve bazı Avrupa ülkeleri, Rusya ve Suriye rejimi, İran ve İran destekli paramiliter gruplar oluşan bu ittifak yelpazesi, 3. Yol argümanının yerini fiili olarak “3 Yol” stratejisine bıraktığını gösterdi. Buna göre YPG, kapitalist modernite evrenine dahil ettiği, otoriter-totaliter, milliyetçi ve devletçi olarak nitelediği aktörlerin tümü ile ittifak ilişkisi geliştirdi ve üç ittifak bloku ile senkronize biçimde temas kurdu.
Bu çerçevede ABD ile geliştirilen işbirliği istisnai bir nitelik taşıdı. YPG’nin esas aldığı anlatıya göre “mutlak kötülüğün” ifadesi olan kapitalist modernitenin tecessüm etmiş biçimi olan ABD’den alınan yoğun askeri, finansal ve lojistik destek YPG’nin fiili ve objektif olarak “kapitalist modernitenin paramiliter gücü” haline geldiğine işaret ediyor. Benzer biçimde, bazı Avrupa ülkeleri ve özel şirketlerle gerçekleştirilen işbirlikleri de bu imajı destekler nitelikte. Ortaya çıkan bu oksimoron, YPG’nin 3. Yol argümanını post-truth bir çerçeveye konumlandırıyor.
Diğer yandan, otoriter-totaliter, “baskıcı ve devletçi” sıfatları ile “mutlak kötü” çerçevesine dahil olan Rusya ve Suriye rejimiyle işbirliği; destek-himaye ilişkisi de 3. Yol yerine 3 yol stratejisinin 2. Sütununu oluşturuyor. Bununla birlikte, Suriye rejimi ile geçmişten beri ilişki içinde olan bir takım sol terör örgütleri (TKP/ML, MLKP, DKP vb.) ve Avrupa’nın farklı ülkelerinden gelen anarşist gruplarla işbirliği de dikkat çekici bir diğer durum. YPG, sosyalizmi “çağdışı, devletçi, militarist, totaliter” şeklinde nitelendiren bir anlatıyı esas alırken, bir yandan da sosyalist örgütlerle işbirliği geliştiriyor. Son olarak, 3 yol stratejisinin 3. Bileşeni ise İran ve İran destekli gruplarla ittifak noktasında kendisini gösteriyor. YPG’nin anlatısına göre “gerici-teokratik, otoriter-baskıcı” bir karakteri yansıtan İran ve bağlı gruplar aynı zamanda, YPJ aracılığıyla kendisini “kadın özgürlük hareketi” olarak sunan, anlatısında “jineoloji” şeklinde bir kavramsallaştırma barındıran YPG ile uzlaşmaz çelişkilere sahip. Bir yandan, PKK’nın İran kolu PJAK’ın kadın yapılanması HPJ, “YPJ deneyimini İran’a taşıma” adına “Jin, Jiyan, Azadi” sloganıyla kampanya yürütürken, diğer yanda ise YPG İran ve bağlı gruplar ile ilişkisini sürdürüyor.
Post-Truth “Devrim” ve “Sözleşme”
YPG’nin örgütsel anlatısına post-truth nitelik veren diğer temel bileşenler ise “devrim” ve “toplumsal sözleşme” argümanlarıdır. 3. Yol argümanına paralel bir biçimde YPG, 2012 yılından itibaren alan kontrolü sağladığı bölgelerde oluşturmaya çalıştığı sistemi “3. Devrim” olarak tanımlıyor. Esasen, M. Bookchin tarafından ortaya konan bu kavramsallaştırmaya göre, uzak geçmişten bugüne kadar gerçekleşen tüm siyasal ve sosyal devrimler iktidar ilişkilerini; egemen-ezilen dikotomisini yok etmemiş ve yeniden üretmiştir. Bu anlamda, devrim öncesi sistemler ile devrim sonrası sistemler birbirlerinin anti-tezi veya alternatifi olmamış, aksine birbirlerine yöntemsel ve stratejik düzeyde referans kaynağı olmuşlardır. Buna karşın, 3. Devrim yaklaşımı ise bu duruma paradigmal bir meydan okuma ortaya koyarak, sınıfsız, hiyerarşisiz, iktidar ilişkisinin olmadığı doğal bir toplum modeline ulaşmanın “gerçek devrim olduğunu” savunur.
YPG, kendi anlatısında, 2012 yılından itibaren, Suriye’nin kuzeyinde “3. Devrim” kavramsallaştırmasına uygun bir devrim gerçekleştirdiğini ve bunun ardından ise bu anlayışa uygun bir “sistem” inşa ettiğini iddia ediyor. Terör örgütü bu süreci, jenerik ismi ile “Rojava Devrimi” olarak tanımlarken, inşa ettiğini iddia ettiği sistemin temeli olarak ise “3. Devrimin anayasası” biçiminde nitelendirdiği sözde “toplumsal sözleşme” belgesini gösteriyor. Fakat gerek 3. Devrim argümanının gerekse sözde toplumsal sözleşme belgesinin post-truth karakteri tüm hatları ve unsurları düzleminde açıkça saptanabiliyor.
İlk olarak, 3. Devrim argümanı değerlendirildiğinde ciddi bir anlamsal zemin ve sınır yoksunluğu kendisini gösteriyor. Semiyolojik açıdan ele alındığında devrim kavramı ve olgusu, deviren-devrilen-devrim (değişim/alternatif yapı) bileşenlerinden oluşur ve bu unsurları ihtiva eder. Buna göre, mevcut bir hakim yapı ve sistemin, karşıt bir aktör tarafından güç ve şiddet kullanımı ile otoritesine son verilmesi ve bunun yerine alternatif bir sistemin inşa edilmesi devrimlerin genel geçer bir tasviri olarak kabul edilebilir. Bu bağlamda, YPG’nin “devrim” söylemi bu açıdan ele alındığında, söz konusu 3 bileşenin de bu semiyolojik gerekliliklerden yoksun olduğu görülmekte.
2012 yılında, Suriye rejiminin, Suriye’nin kuzeyindeki bazı alanlarda fiili varlığını sonlandırması ve bu bölgelerde otorite boşluğu oluşturması sonucunda bu bölgelere alan kontrolü sağlayan YPG bu süreci “devrim” olarak sunuyor. Oysa, semiyolojik bağlamda değerlendirildiğinde, Suriye’nin kuzeyinde güç ve şiddet kullanılarak mevcut bir otorite ve sistemin yıkılmasının söz konusu olmadığı açıkça görülüyor. Bununla birlikte, 2012 yılından bu yana Suriye rejimi ve YPG arasındaki işbirliğini; Suriye rejimi nezdinde YPG’nin, Suriye’deki akut çatışma süreci sona erinceye kadar bir “emanetçi” olarak kabul edildiğini, YPG’nin Suriye ordusuna katılması ve sağladığı alan kontrolü ile idari açıdan Suriye’nin resmi bir parçası haline gelmesine yönelik girişimleri ve gündemleri gözden kaçırmamak gerekiyor. Bu hususlar, Suriye’nin kuzeyinde bir “deviren-devrilen” ilişkisinden söz edilemeyeceğini ve bir devrim argümanının temelsizliğine işaret ediyor.
“Deviren-devrilen” ilişkisinin ardından, devrim ve 3. Devrim argümanları spesifik olarak ele alındığında, post-truth kavramının izdüşümü ve mutlak karşılığı olarak nitelendirilebilecek olan gerçeklikler açıkça görülebiliyor. 3 devrim argümanı ve sözde toplumsal sözleşmenin ön plana çıkardığı ana unsurlar, sınıfsız-hiyerarşisiz-özgürlükçü, militarizm-totalitarizmden-tekelcilikten uzak, etnik, milli ve cinsi tüm ayrımların yasaklandığı bir sistem inşasıdır. Pratikte ise “devrimin” markalanmasından, sözde toplumsal sözleşmenin niteliğine kadar geniş bir çerçevede yoğun bir paradoks kendisini gösteriyor.
YPG, her şeyden önce sözde devrimi “Rojava Devrimi” olarak adlandırıyor. Kürtçe “batı” anlamına gelen “Rojava” sözcüğünün sözde devrimi markalaması, Arap, Türkmen ve diğer unsurların bir arada yaşaması, “tüm ayrım ve farklılıkları aşma, tekçilik ve tekelciliği reddetme” iddiasıyla mutlak bir karşıtlık arz ediyor. Zira rojava yani batı sözcüğü, “4 parçalı Kürdistan” tasavvurunun bir parçasını temsil ediyor. Diğer yandan, toplumsal sözleşme olgusu yine semiyolojik düzeyde ele alındığında, bir topluluktaki farklı kesimlerin, yönelimlerin, inanç ve kimliklerin asgari müştereklerde bulunmasını ve bir arada yaşama iradesini temsil ve ifade eder. Buna karşın, YPG’nin sözde toplumsal sözleşmesi incelendiğinde, bu belgenin tüm farklı kesimleri ve yönelimleri kapsayan bir ortak irade ürünü değil, KCK sözleşmesinin, yani örgütsel anlatının tahakkümcü bir anlayışla dayatıldığı bir metin olduğu görülebilir.
Bu tahakkümcü ve hegemonik anlayış, YPG’nin miras ve aldığı ve bağlı olduğu “örgütsel DNA”yı yansıtıyor. Zira PKK örgütsel geleneği, militarist-tahakkümcü, Stalinist bir nitelik taşırken, bu özelliklerin tümü YPG’ye de aktarıldı. Bu örgütsel DNA kendisini, YPG’nin kontrolü altında bulunan bölgelerde, etnik temizlik, yerinden etme, çocuk savaşçı, adam kaçırma, zorla savaştırma, baskı ve sindirme gibi defalarca Uluslararası Af Örgütü raporları ile de tescillenmiş olan uygulamalarda gösterdi. Söz konusu uygulamaların “yasaklı” ve “suç” olarak ilan edildiği sözde toplumsal sözleşmede aynı zamanda “düşünce ve ifade özgürlüğü”, “siyasal özgürlükler” ve “eğitimde tekelleşmenin ve tektipleşmenin yasaklanması” gibi vurgular da yer alıyor. Bu vurgular pratikte, KDP öncülüğündeki ENKS yapısına ve KDP-Suriye partisine yönelik baskı ve saldırılarda, bölgedeki okullarda Abdullah Öcalan’ın görüşleri, Kürt tarihi ve KCK paradigmasından oluşan bir müfredatın okutulması ile karşılık bulmakta.
YPG’nin post-truth örgütsel anlatısı, tüm bu dinamikler ve genel çerçeve bağlamında bir çıkmaz anlamına geliyor. Terör örgütü, sözde seçim planı da dahil olmak üzere meşruiyet tesis etme arayışına girmişken en önemli araç olarak örgütsel anlatısını görüyor. Terör örgütleri açısından örgütsel anlatının gücü uluslararası kamuoyunun ve karar alıcıların etkilenmesinde kritik bir yere sahip. Gramsci’nin “şiddet+rıza=hegemonya” formülasyonundaki rızanın üretimi ve tesisi anlatı yoluyla gerçekleştirilebilirken, “süngü ile her şeyi yapabilirsiniz; ama onun üzerine oturamazsınız” sözü de salt baskı ve şiddetin meşruiyet elde etmedeki yetersizliğine atıf yapıyor. YPG, post-truth dönem koşullarına uygun şekilde tasarladığı ve pazarladığı örgütsel anlatısı ile özellikle, “Suriye’de DEAŞ ile mücadele” retoriği doğrultusunda uluslararası kamuoyunu etkileme fırsatını yakalamışken bugün gelinen noktada söylem-pratik, anlatı-hakikat denklemi terör örgütü açısından bir çıkmaza girmiş durumda. Yerel, bölgesel ve küresel aktörler, uluslararası kuruluşlar her geçen gün, YPG’nin anlatı çıkmazını farklı boyutları ile tescillemekte. Bu noktada, terörle mücadele, terör örgütlerinin anlatılarının bir mücadele parametresi olarak ele alınması, post-truth dönem koşullarında her zamankinden daha fazla bir önem taşıyor.