Son yıllarda Avrupa’da gözlemlenen politik ve sosyal dinamikler, kıta genelinde ciddi endişelere yol açmaya başlıyor. Özellikle artan ırkçılık ve yabancı düşmanlığı, Avrupa Parlamentosu (AP) seçimlerinde aşırı sağcı partilerin yükselişiyle birleşince, demokratik değerler ve toplumsal uyum açısından tehdit oluşturma süreci devreye giriyor. Bu bağlamda, seçmenlerin sandığa gitmemesi, aşırı sağcı partilerin daha da güçlenmesine zemin hazırlıyor. Bu durumu değerlendirirken, Avrupa’da artan ırkçılığın nedenleri, aşırı sağın yükselişi ve seçmen katılımının önemi üzerinde duracağız.
Artan Irkçılığın Nedenleri
Ekonomik Belirsizlikler ve Sosyoekonomik Faktörler
Avrupa’da son yıllarda artan ırkçılık ve yabancı düşmanlığı, toplumsal uyum ve demokratik değerler açısından ciddi bir tehdit oluşturuyor. Bu durumun nedenleri çok katmanlı olarak değerlendirmeyi gerekli kılıyor. Ekonomik belirsizlikler, işsizlik oranlarının artması ve sosyal refah devletinin zayıflaması, toplumda yabancı düşmanlığını körükleyen unsurlar arasında yer alıyor. Ekonomik kriz dönemlerinde, göçmenler ve etnik azınlıkların günah keçisi hâline getirilmesinin tarih boyunca sık sık karşılaşılan bir olgu olarak karşımıza çıktığı görülüyor. Avrupa’da 2008 küresel finans krizi sonrasında yaşanan ekonomik durgunluk, işsizlik oranlarının artmasına ve gelir eşitsizliğinin derinleşmesine yol açtı. Bu ekonomik zorluklar, toplumda yabancı düşmanlığını körükleyerek, göçmenleri ve etnik azınlıkları günah keçisi hâline getirdi. Ekonomik belirsizlikler, bireylerde güvensizlik ve kaygı duygularını artırma gibi bir özelliğe sahip. Bu duygular zamanla ötekileştirici ve dışlayıcı tutumlara dönüşebiliyor. Ekonomik zorluklar, bireylerin sosyal refah sistemine olan güvenini zedeleyerek, bu sistemin kaynaklarını tükettiği düşünülen göçmenlere karşı olumsuz duyguların yayılmasına neden oluyor.
Kültürel Kimlik ve Küreselleşme
Küreselleşmenin getirdiği kültürel değişimler, ulusal kimlik krizlerine yol açabiliyor. Küreselleşme süreci, ulusal sınırların belirsizleşmesine ve kültürel homojenliğin zayıflamasına neden oluyor. Bu durum, bazı kesimlerde ulusal kimliğin korunması adına daha muhafazakâr ve milliyetçi eğilimlerin güçlenmesine yol açıyor. Küreselleşmenin bireylerin kimlik algısını nasıl etkilediğine odaklanıldığında ise küreselleşme, farklı kültürel grupların bir arada yaşamasını gerektirirken, bu durum kültürel çatışmalara ve kimlik krizlerine zemin hazırlıyor. Bireyler, kendi kültürel kimliklerini tehdit altında hissettiklerinde, yabancılara ve farklı kültürel gruplara karşı olumsuz tutumlar geliştirebiliyor. Bu durumda, toplumda ırkçılığın ve yabancı düşmanlığının artmasına zemin oluşturuyor. Bu tür dönemlerde, aşırı sağcı partiler popülist söylemlerle toplumun korku ve öfkesini manipüle ederek oy tabanlarını genişletmeyi amaçlıyorlar. Kültürel kimlik krizleri de ırkçılığın artmasında önemli bir rol oynuyor. Küreselleşme, kültürel homojenliği tehdit ederken, birçok Avrupa ülkesinde ulusal kimlik kaygılarına yol açıyor. Göçmen karşıtı retorikler, ulusal kimliğin korunması adına yaygınlaşıyor ve bu durum, ırkçı eğilimlerin normalleşmesine neden oluyor.
Politik ve Medya Söylemleri
Politik liderlerin ve medya organlarının söylemleri, ırkçılığın yayılmasında kritik bir rol oynuyor. Aşırı sağcı partiler ve politikacılar, göçmen karşıtı ve milliyetçi söylemleri kullanarak toplumsal korku ve öfkeyi manipüle etmeye çalışıyor. Bu tür söylemler, toplumda var olan önyargıları pekiştirerek, ırkçılığın normalleşmesine yol açıyor. Kişilerin ait oldukları kültürel ve etnik kökenleri politikacıların elinden birer araç hâline geliyor. Ve bu araçla kitleleri manipüle etmekte amaç oluyor. Bir de bu duruma medyanın toplum üzerindeki etkisi de eklenince azınlıklara duyulan negatif düşünce daha da katlanıyor. Medya, ırkçı ve yabancı düşmanı söylemleri yayarak, bu tür görüşlerin toplumda yaygınlaşmasına katkıda bulunuyor. Medyada sıkça yer alan negatif göçmen haberleri, göçmenleri suç ve tehlike ile ilişkilendirerek, toplumda korku ve önyargıyı körükler hâle geliyor. Bu durum, ırkçı tutumların artmasına ve toplumun kutuplaşmasına neden oluyor.
Tarihsel ve Sosyal Miras
Tarihsel ve sosyal miras da ırkçılığın artmasında önemli bir faktör olarak karşımıza çıkıyor. Avrupa’da kolonyal geçmişin ve savaşların mirası, toplumlarda derin kök salmış önyargıların ve ayrımcılıkların var olmasına neden oldu. Bu tarihsel miras, günümüzde de ırkçılığın devam etmesine zemin hazırlıyor. Toplumsal yapının ve sosyal normların, bireylerin tutum ve davranışlarını nasıl şekillendirdiği incelendiğinde; tarihsel olarak yerleşik olan ırkçı ve ayrımcı normlar, toplumun çeşitli kesimlerinde hâlâ etkili olabiliyor. Bu normlar, sosyalizasyon süreçleri yoluyla nesilden nesile aktarılıyor ve bireylerin yabancılara karşı olumsuz tutumlar geliştirmesine neden olabiliyor.
Demografik Değişimler ve Göç
Demografik değişimler ve göç hareketleri, ırkçılığın artmasında belirleyici bir rol oynuyor. Avrupa’da artan göç, demografik yapıyı değiştirmiş ve bazı kesimlerde “yerli” nüfusun azalacağı korkusunu yaratmıştı. Bu korkular, göçmenlere karşı düşmanlık ve ötekileştirme eğilimlerini güçlendiriyor. Göçmenlerin entegrasyon süreci, sosyal uyum açısından zorluklar içerebiliyor. Göçmenlerin kültürel ve sosyal farklılıkları, yerel halk tarafından tehdit olarak algılanabileceği gibi toplumsal çatışmalara ve ırkçılığın artmasına da yol açabilir gözüküyor.
Aşırı Sağcı Partilerin Yükselişi ve Seçmen Katılımın Önemi
Avrupa’da aşırı sağcı partilerin yükselişi, siyasi sahnenin önemli bir gerçeği hâline geliyor. Fransa’da Marine Le Pen’in liderliğindeki Ulusal Cephe (şimdiki adıyla Ulusal Birlik), Almanya’da Alternatif für Deutschland (AfD) ve İtalya’da Matteo Salvini’nin Ligi gibi partiler, göçmen karşıtı ve milliyetçi söylemleriyle geniş bir destek tabanı oluşturuyor. Bu partilerin başarısında, geleneksel partilerin sorunlara çözüm üretememesi de büyük rol oynuyor. Aşırı sağcı partiler, mevcut siyasal düzenin başarısızlıklarını eleştirerek kendilerini alternatif olarak sunuyorlar. Bu partilerin söylemleri, genellikle basit ve popülist mesajlar içerdiği için geniş kitlelere ulaşmaları daha kolay olabiliyor. Bu yüzden Avrupa genelinde aşırı sağın belirli bir başarıya ulaşması ve karşılık bulması, Avrupa’da yaşayan ciddi bir göçmen kitleyi yakından ilgilendiriyor.
Seçmen katılımı, demokratik süreçlerin işleyişi açısından kritik bir öneme sahip bir olgu olarak yer alıyor. Ancak son yıllarda Avrupa genelinde, özellikle genç seçmenler arasında sandığa gitmeme eğilimi her geçen gün artıyor. Bu durum, demokrasinin temsiliyetini zayıflattığı gibi aşırı sağcı partilerin daha fazla güç kazanmasına neden oluyor. Aşırı sağcı partilerin seçmen tabanlarının genellikle yüksek katılım oranlarına sahip olduğu veriler üzerinden okunabiliyor. Dolayısıyla, genel seçmen kitlesinin sandığa gitmemesi, aşırı sağcı partilerin orantısız bir şekilde güç kazanmasına neden oluyor.
Sandığa gitmemenin, aşırı sağcı partilerin güç kazanmasına zemin hazırladığı açıkça görülüyor. Seçmen katılımının düşük olduğu durumlarda, aşırı sağcı partiler azınlıkta olmalarına rağmen temsil oranlarını artırabiliyorlar. Bu durum, politik istikrarsızlık yaratıyor ve toplumda kutuplaşmayı derinleştiriyor. Örneğin, 2019 AP seçimlerinde birçok ülkede seçmen katılımının düşük olması, aşırı sağcı partilerin sandalyelerini artırmasına olanak sağlamıştı. Sonuç olarak, Avrupa’da artan ırkçılığın gölgesinde yapılan AP seçimleri, toplumsal huzurun geleceği açısından kritik öneme sahip gözüküyor. Bu nedenle, seçmen katılımının artırılması ve demokratik bilincin güçlendirilmesi, aşırı sağın yükselişine karşı en etkili savunma mekanizması olabilir.
[Sibel Bülbül Pehliva Türkiye Araştırmaları Vakfı araştırmacısıdır]