İsrail’in Gazze’ye düzenlediği yıkıcı saldırılar ve başta Gazze olmak üzere tüm Filistin coğrafyasında işlediği savaş suçları, etnik temizlik ve soykırım yedi ayı aşkın bir süredir devam ediyor. Son günlerde saldırıların İsrail’in güvenli bölge olarak tanımladığı Refah kentine yoğunlaşması ve çadırlarda kalan insanların üzerine yağan bombalar bölgeden çok dramatik görüntüler ortaya çıkardı. İsrail’in tüm Filistin coğrafyasında dozunu artırarak devam ettirdiği savaş suçları, soykırım ve etnik temizliğe yönelik uluslararası kamuoyunda artan baskının İsrail’i durdurmakta yetersiz kalması uluslararası hukukun son yıllarda en önemli konularından birisi olan “insani müdahale” ve “koruma sorumluluğu” prensiplerini akla getiriyor.
1990’lı yıllarda yaşanan ağır insan hakları ihlalleri, uluslararası sistemin odak noktasını devletler-arasındaki çatışmalardan devletler-içindeki ağır insan hakları ihlallerine yönelten bir süreci başlattı. Bu dönemde insani müdahale tartışmalarının yoğunlaşmasına yol açan temel sebep bir taraftan uluslararası hukukun temel prensiplerinden biri olan ve “klasik egemenlik” olarak tanımlanan devletlerin mutlak egemenliği, iç işlerine karışmama ve kuvvet kullanmama prensibi, diğer taraftan Soğuk Savaş sonrası yaygınlaşan ağır ve sistematik insan hakkı ihlalleriydi. Bugün İsrail’in hiçbir sınır tanımayan sivil katliamları ve işlediği savaş suçları karşısında uluslararası toplumun sorumluluğunun gündeme gelmemesi oldukça şaşırtıcı bir durum. Bu yazıda başta Gazze olmak üzere tüm bölge genelinde İsrail’in son sekiz aydır işlediği savaş suçları, soykırım ve etnik temizliğin tam da 1990’lı yıllarda geliştirilen insani müdahale normunun kapsamına girdiği ortaya konularak uluslararası toplumun bu konudaki sessizliğinin uluslararası hukuk normlarında yeni bir çifte standart teşkil ettiği vurgulanacaktır.
Bir Uluslararası Hukuk Normu Olarak “İnsani Müdahale”
Uluslararası hukukun temel bir ilkesi olarak kabul edilen devletlerin eşit egemenliği, devletlerin bir üst otoriteye bağlı olmaksızın iç ve dış ilişkilerinde bağımsız olması ve yetkilerinin münhasır ve tam olması anlamına geliyor. Devletlerin mutlak egemenliği ve iç işlerine karışmama prensibi modern uluslararası ilişkilerin temel prensiplerinden biri olarak kabul edilmektedir. 1648 yılında imzalanan Vestfalya Antlaşması ile literatüre giren devletlerin eşit egemenliği ve iç işlerine karışmama prensibi BM Şartı ile de korunmuştur (m. 2/1). “Klasik egemenlik” anlayışı olarak tanımlanan bu yaklaşım egemen devletlerin insani güvenliğin en iyi koruyucuları olduğu varsayımına dayanmaktaydı.
Ancak Soğuk Savaş’ın bittiği 1990’lı yıllarda Afrika, Balkanlar ve Kafkasya gibi bölgelerde yaşanan ağır insan hakları ihlalleri devletlerin mutlak egemenliği ve iç işlerine karışmama prensibini içeren “klasik egemenlik” ilkesinin katı bir biçimde uygulanmasına dönük birtakım tartışmaları ortaya çıkardı. Neticede dönemin BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın girişimleriyle “insani müdahale” müdahale yaklaşımının kabul görmesi insan haklarına verilen önemin devlet egemenliğine verilen önemin önüne geçtiğini de gösteren önemli bir gelişmeydi.
Bir ülkedeki soykırım, etnik temizlik ve savaş suçları gibi ağır insan hakları ihlallerini ortadan kaldırmak ve sivil halkı korumak amacıyla, diğer devlet ya da devletlerce ya da uluslararası örgütlerce kuvvet kullanılması ya da kuvvet kullanma tehdidi yapılması suretiyle yapılan müdahalelere “insani müdahale” denilmektedir.
Birleşmiş Milletler, BM Sözleşmesi’nin 39. maddesi kapsamında uluslararası barışı tehdit ettiği tespitine dayanarak 1970’li yılların başından itibaren dünyanın çeşitli yerlerinde insani müdahale kararları almıştır. 1971’de Doğu Pakistan, 1978/79’da Kamboçya yine aynı yıl Uganda ve daha sonraki 1979 yılında Orta Afrika’ya müdahaleler gibi eski uygulamalarının yanında 1990 yılındaki Kuzey Irak ve 1999 yılındaki Kosova müdahaleleri bu kapsamda gerçekleşmiştir. Bütün bu müdahalelerde bir ülkenin sınırları içinde sürse ve uluslararası bir boyut kazanmasa da savaş, sadece bu savaştaki insan haklar ihlalleri sebebiyle, BM Sözleşmesinin 39. maddesi bağlamında uluslararası barış ve güvenliği tehdit eden bir gelişme olarak değerlendirilmiştir.
İnsani Müdahale ve İsrail Sorunu
İsrail’in başta Gazze olmak üzere tüm Filistin coğrafyasında sekizinci ayını tamamlayan savaş suçları, etnik temizlik ve soykırımın uluslararası barış ve güvenlik açısından ciddi bir tehdit teşkil ettiğinden kimsenin şüphesi bulunmuyor. Son sekiz ayda İsrail bir taraftan Lübnan, Suriye ve Mısır gibi sınır komşularına yönelik diğer taraftan ise İran’a yönelik çok sayıda saldırıda bulundu. Aynı zamanda İsrail, tüm Filistin coğrafyasında masum sivilleri hedef alan ve ağır insan hakları ihlallerine yol açan vahşi bir savaş yürütüyor.
Örneğin, İsrail’in 1 Nisan’da İran’ın Şam’daki konsolosluk binasına düzenlediği saldırı uluslararası hukukun açıkça ihlaliydi. Bu saldırı sonrası İran’ın düzenlediği misilleme savaşın tüm bölgeye yayılmasına yönelik endişeleri artırdı. Benzer şekilde İsrail, Lübnan ve Suriye’deki İran hedeflerine yönelik çok sayıda saldırı gerçekleştirdi.
İsrail’in Lübnan ve Suriye sınırına yaptığı askeri yığınak ve egemen devletler olan Lübnan ve Suriye topraklarına yönelik saldırganlığı sadece uluslararası hukukun açık ihlali değil aynı zamanda uluslararası güvenlik açısından da çok ciddi riskler barındırmaktadır. Çünkü İsrail bu saldırılarla bir taraftan egemen devletlerin ulusal sınırlarını ihlal etmekte diğer taraftan sivil yerleşim alanlarına yönelik saldırılar düzenliyor. Bu saldırılar sonucu her iki ülkeden de çok sayıda masum sivil hayatını kaybetmektedir. Benzer şekilde İsrail’in Mısır sınırına doğru genişlettiği askeri operasyonları ve zaman zaman Mısır tarafındaki askeri tesislere yapılan saldırılar da uluslararası barış ve güvenlik açısından ciddi riskler teşkil ediyor. Çünkü İsrail’in provokatif eylemleri Mısır’ı savaşın içine çekebilir ve bölgesel bir savaşın fitilini ateşleyebilir.
Son olarak İsrail’in Gazze’ye düzenlediği ve sekizinci ayını tamamlamak üzere olan şiddetli saldırılar ve bu saldırılar sonrası ortaya çıkan ağır insani krizler uluslararası barış ve güvenlik açısından ciddi bir tehdit teşkil ediyor. Kilometrekare başına ortalama 5 bin 500 kişinin düştüğü, dünyada insan yoğunluğunun en fazla olduğu bölge olan Gazze şeridine İsrail, sekiz ay boyunca on binlerce ton bomba attı ve on binlerce insan bu bombalarla hayatını kaybetti ve yaralandı.
BM’nin geçmiş yıllarda uluslararası barış için ciddi tehdit teşkil ettiği için aldığı insani müdahale kararlarına yakından baktığımızda bu normun Gazze için işletilmemesi son derce anlamsız kalıyor. Savaş suçları, etnik temizlik ve soykırımın yanı sıra İsrail’in sınır komşusu devletlerin ve İran’ın egemenlik haklarını ihlal etmesi insani müdahale normunun işletilmesi için yeterli sebep iken bu konuda uluslararası toplum sessiz kalıyor. Yaşanan bu gelişmeler uzun yıllardır üretilen normatif değerlerin seçkinci bir biçimde uygulandığını gösteriyor. İsrail’in pervasızca işlediği savaş suçları, etnik temizlik ve soykırım karşısında insani müdahale normunun işletilmemesi uluslararası hukukta çifte standardı bariz bir biçimde ortaya koyan önemli bir göstergedir.
[Dr. Necmettin Acar Mardin Artuklu Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümü başkanıdır.]