Diaspora kelimesi ‘İthaka’ kelimesini beraberinde de Kavafis’in meşhur şiirini akla getiriyor. ‘Oraya varmak senin başlıca yazgın’ diyor şiirde şair, sahi orası neresi? Vatan, yurt, memleket… Makro kavramları okumak ve anlamak daha soyut ve mikro dinamikleri anlamaktan geçiyor bazen. Sınırları belli olan kanunlarla yönetilen bir yapıyı anlamak insanın kendi ‘ev’ temasına bakmaktan geçebilir mi? Peki ev neresidir? İnsan evinde ne yapacağını nasıl giyineceğini ne söyleyeceğini düşünmez, güvendedir. En çok da kabul göreceğinden duyduğu eminlikle evinde olur veya hisseder. Evin içinde koruyucu bazen de disiplinli bir baba cefakar ya da kuralcı bir anne vardır. İnsan da vatanında da hangi dili konuşacağını düşünmez, kılığı kıyafeti uyumlu mu diye sorgulamaz ve evet vatanın içinde de devlet ana-baba kavramları ile büyükler haneyi tutanlar daima vardır. Peki evi olmayanlar, veya evinin içinde artık kılık kıyafet, dil ve davranış sınırları olanlar, veya evini bırakıp gidenler ya da mecbur kalanlar… Onlar kimdirler? Ne yaparlar? Ne hissederler? Aynı apartmanda oturan tüm sakinler hanelerine ‘ev’ adını verirler mi?
Mekansal Hafıza ve Kökler
İnsan alışkanlıklarından, konfor alanından kolay vazgeçen bir canlı olmamakla birlikte bunlardan belli sebeplerle vazgeçenler ne yazık ki bunun izlerini ve anılarını benliklerinde taşırlar… Her ne kadar hafıza-ı insan nisyan ile malul olsa da hayatın içinde bizleri zorlayan deneyimleri detaylıca kaydeden zihnimiz bize onlarla yaşamayı öğrenmemiz hususunda baskın bir arşive dönüşür. Öyle ki bir kahvenin buruk tadı, fırından gelen kurabiyenin kokusu, bir ezgi veya artık kullanılmayan nadiren denk gelen bir isim bizleri arşivimizin en derin dosyalarından yakalayan ve ‘aidiyet’ bahsini açan hatırlatıcılara dönebilir.
Sovyet Döneminde Kırgız Halkına özgü kaybettirilen enstrümanları el yapımı olarak yeniden üreten müzisyen Nurlanbek Nışanov kolektif hafıza noktasında ezgilerin ne kadar güçlü bir hatırlatıcı olduğunun örneği.
İnsanın koku ve tat hafızası ile ilgili Fransızcada olan bir kalıp “Madeleine de Proust” ve bunun anlamından kısaca bahsetmek yerinde olacaktır. Bu kalıp kelime anlamı olarak ‘Proust’un Madleni’ anlam olarak ise insanı geçmiş bir anıya götüren koku ve tatları ifade etmek için kullanılan ve kaynağı isminden de anlaşılacağı üzere meşhur yazar Marcel Proust’tan gelmektedir. Yazarın bilinen eseri ‘Kayıp Zamanın İzinde’ de çaya batırılan bir madlen keki ile kaybolan zamanın, mekanın ve anıların hatırlanması anlatılır… Bu zaman, mekan ve anılar üçgeninde İstanbul’daki eski pastanelerde Rum ustaların yetiştirdiği pastacılara bakmak, hikayeleri ve beraberinde uyandırdığı duyguları anlamlandırmak için çok kıymetli. Hatırlatıcılar üzerinden varoluşunu sürdüren kitleler bir süre sonra bulundukları yerlerde o şekilde tanınıp içinde bulundukları kültüre kendi değerlerini kattıklarına şahitlik ediyoruz.
Yunanca dia (için, dolayı) ve sporos (tohum) kelimelerinden türeyen diaspora kelimesi, “sağa sola dağılmış/saçılmış tohumlar” anlamlarına gelmekte. Tohum kelimesi geleceği, yeni nesilleri çağrıştırırken sağa sola dağılmak o tohumların bir arada çatlayıp filizleneceği kökleneceği bir yerin olmadığına işaret eder mi?
Yoksa tohum her nerede olursa çatlar ve kök salar, diğer köklerle toprağın altında bağlanır ve evini bulur diyebilir miyiz?
Ötekinin Aynası Üzerinden Benlik İnşası
İnsan kendilik algısını öteki ile ilişkisiyle inşa eden bir varlık olmakla birlikte benlik inşasında aidiyete derinden ihtiyaç duyar. Tam bu noktada ‘Ev neresi?’ diye sormak insan için çok anlaşılır bir ihtiyacın tezahürü diyebiliriz. Kişinin bu soruyu kendisine sorması ile sorgulatılmasını ayrı çerçevede değerlendirmek gerekebilir. Etken ve edilgen olduğumuz durumlar gibi düşünce düzleminde bir şeyi düşünmek ile düşündürülmek çok farklı duygusal ve bilişsel süreçlere kapı aralar. İnsan ruhu dışarıdan gelen müdahaleler noktasında kemik ve kaslara meydan okuyacak güçte bir bası ile direnç gösterme kapasitesine sahip. Bundandır ki fiziksel dünyada karşılığı olmayan ya da mümkün olmayan birçok eylem zihnin ve benliğin gücüyle yapılabilir. İnsan çoğunluk olmanın sarhoşluğuna kapıldığında ve tüm güçlülük (omnipotens) illüzyonuna sahip olduğunda azınlık olana soru sorma yetkisini kendisinde görebilir, bu noktada benlik inşasını tekrar düşünebiliriz zira ötekiyle ilişkide şekillenen benlik burada ötekini sorgular hatta onu ortadan kaldırmaya yönelik bir yerde kendini konumlandırır. Benlik inşasında hepimiz ait olduğumuz veya hissettiğimiz çoğunluk üzerinden aynı zamanda da ‘öteki’ üzerinden kavramlar oluşturur, kendimizi konumlandırırız. Bu konumlandırma sürecinde azınlık veya çoğunluk olma beraberinde bir sürü kavramı, duyguyu, nesiller boyu aktarılan anıları getirir.
Etrafa Saçılan Tohumlar
Bir çiçeğin köklerini görebilmek için önce onu içinde bulunduğu topraktan sökmeniz gerekir. Çiçeğin renginden şüphelenip köklerine bakmak demek onu topraktan çıkarmak demek. Köklerin dışarıdan bakıldığında görünmüyor oluşu bu hikayede onun dokunulmazlığına da işaret edebilecekken buna karşı toprağın altını sorgulamak toprak sahibi olmaktan öte kendinde diğer köklere dokunma hakkı görmek gibi zihinsel bir çarpıtma ile açıklanabilir. Farklı bulduğu renginden dolayı köklerine zarar verdiği çiçek artık kendi rengini anlamasının da önüne geçecektir, zira renk algısı gözünüzün gördüğü kadardır. Farklı renkte bir çiçek olmanın gerilimi, koparılmamak için diğerlerine benzeme çabası ancak kökten gelen kontrol dışı şeylerin önüne geçemeyecek olma yazgısı, koparılma riski, kaygısı, korkusu… Diğerleri kadar suya ihtiyaç duymadan toprağın verdiğiyle yetinme çabası, sivrilmemek için az besinle, suyla diğerlerinin güneşine değmeden büyüme çabası bir yandan toprağın altından birbirine temas eden kökler… Yeni tohumlarını bırakma bir yandan da onların bu toprakta yetişmesine dair korkular…
Aidiyet
Kendini ötekinde bulan insanın ötekini yok etme arzusu varoluşun beraberinde getirdiği dilemmalardan biridir. Yok eden ve edilen olmanın nasıl bir karşılığı olduğu ise en başta sosyal psikoloji olmak üzere psikoloji biliminin ışık tutmaya çalıştığı bir konu. Son dönemde travmanın nesiller arası aktarıldığı bilgisiyle birlikte artan travma çalışmaları insanı bütüncül olarak ele almayı insanın öyküsünü daha kapsamlı değerlendirmeye teşvik ediyor. Biyopsikososyal çerçevenin sunduğu bakış açısıyla geçmişimizle, köklerimizle daha fazla bağ kurma, haberdar olma ihtiyacı hissediyoruz. Toprağımızı merak ediyoruz, bu merakı giderirken yanı başımızdaki çiçeklerden köklerimize temaslarla kendimizi toplumda bir yerde konumlandırıyoruz. Beraberinde kendi benlik inşamızla kendi içimizde bir yerde durmaya çalışıyoruz geçmişin ve kişilik özelliklerimizin bir arada olduğu bir çok dinamik eşliğinde. Azınlık olmanın getirdiği tedirginlikle, fazla sivrilmeme önlemleri ile, kendini olduğu haliyle ortaya koyamama ve aşırı uyumlanma özellikleriyle karşılaşıyoruz. Aşırı uyumlanma bir yerde kaygıyla, olumsuz bir uyaranla karşılaşma ihtimalimizi de azaltıyor ve işlevsel bir hal alıyor. Yani toprakta oluşabilecek tehditleri ortadan kaldırıyor. Düşündüğünü söyleyen bir tohum ile mültefit bir tohum aynı konforda toprakta kalabilir mi diye sormak gerek…
Bir şiir çağrışımıyla kapanışı yapacak olursam tüm tohumlara ve çiçeklere bakma cesareti gösteren Aşık Veysel’in dizelerinden bir alıntıyla;
“Kimi arı çiçek dermiş / Sen balsın da ben çeç miyim” mısralarındaki “çeç” kelimesi Ermenice “balsız petek” demek olduğunu öğrendiğimde Aşık Veysel’in ‘öteki’ni görmekte tüm somut görüşlerden mahir olduğunu düşündüm. Yukarıda bahsettiklerimizi bir cümle içinde toplamış gibi, sağa sola dağılan tüm tohumları yani diasporayı bir dizede-bahçede toplamak gibi…
[Psikolog Ayşe Selin Zorlu aynı zamanda İbn Haldun Üniversitesi bünyesinde Klinik Psikoloji alanında doktora eğitimine devam etmektedir.]