Hep Aynı Otoriterleşme Hikâyesi

Türkiye, 31 Mart itibarıyla olağan dışı bir durum olmadığı takdirde yaklaşık dört sene boyunca seçimlerin olmayacağı bir döneme girdi. AK Parti’nin 2002’den sonra girdiği seçimlerde ilk kez ikinci parti olması ülke siyaseti açısından farklı boyutlarıyla ele alınmak zorunda. Bu dönem Türkiye siyaseti açısından oldukça önemli tartışmaların yaşanacağı bir döneme işaret ediyor. Bu kapsamda öne çıkan tartışmalardan bir tanesi sürekli olarak Türkiye karşıtlarının gündeme taşıdığı Türkiye’nin sözde otoriterleştiği ve muhalefet üzerinde büyük bir baskı olduğu değerlendirmesi olacaktır. Fareed Zakaria gibi isimlerin Türkiye’deki seçimlerin özgür ama adil olmadığı (free but unfair), medyanın hükümet tarafından kontrol edildiği hatta yönetimin totaliter renkler taşıdığı iddiaları bahsi geçen değerlendirmenin ana unsurları olarak ortaya çıkıyor. Fakat sadece son bir yılda gerçekleşen 14-28 Mayıs 2023 genel seçimleri ve 31 Mart yerel seçimleri bile Türkiye’de seçimlerin özgür ve adil bir şekilde yapıldığını, farklı siyasi aktörlerin ittifak yapabildiğini/yarışabildiğini, farklı medya mecralarını her türlü dezenformasyona başvurarak aktif şekilde kullanabildiğini ve sonuçta iktidarın seçim yoluyla el değiştirilebildiğini gösteriyor.

Nedir Bu Otoriterleşme Hikâyesi?

Otoriterleşme kavramı siyaset bilimi literatürü içerisinde zengin bir tartışmaya karşılık geliyor. Literatür en kaba tabirle otoriterliği güçlü bir merkezi otoriterinin bireysel özgürlükleri sınırladığı, medyayı baskıladığı ve anayasal hesap verilebilirliğin olmaması olarak tanımlıyor. Açıkçası kavramın tanım itibarıyla demokratik ve totaliter rejim tartışmalarının arasında gri bir alana sıkışmış olduğu söylenebilir. Bu sıkışmışlık otoriterlik kavramını zaman içerisinde eğip bükerek seçimli otoriterlik ve rekabetçi otoriterlik gibi muğlak ve manipülasyona açık alt başlıklar üretmiş ve böylelikle dünyadaki farklı yönetimler analiz edilmeye çalışılmıştır.

Batılı akademisyenlerin ve Türkiye’de iktidar karşıtı belirli kesimlerin sıklıkla başvurduğu ve dolaşıma soktuğu bu kavramsal çerçeve Türkiye siyasetine yönelik tartışmaların ana konularından biridir. Seçimlerin sözde özgür ve adil olmadığı, mahkemelerin, medyanın tamamen iktidar tarafından kontrol edildiği üzerine bir ezber sürekli ve bilinçli olarak üretiliyor. Özellikle kavramın önüne yukarıda bahsi geçen alt başlıklardaki niteleme sıfatlarının da eklenmesiyle Türkiye siyasetine bir elbise biçilmeye çalışılıyor. Fakat tüm bu sözde iddialar karşısında 2015 genel seçimleri ve 2019 yerel seçimlerinin yanında 2023 Cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci tura kalması ve son olarak 31 Mart yerel seçimleri sonuçları Türkiye’de her aktörün sandıklardan sonuç alabileceğini gösteriyor. Otoriter siyaset tornasından kasıtlı olarak türetilen bu tür iddiaların toplumun büyük bölümünün nezdinde bir karşılığı olmadığını da söylemek gerekir. Özetle otoriterlik kavramı Türkiye karşıtlarının ve belirli muhalif kesimlerin ortak olarak başvurduğu bir kavramsal çerçeveye dönüşmüş durumda. Lakin toplumsal ve siyasal gerçekler bu resmin dışında bir duruma işaret ediyor.

Türkiye’ye yönelik otoriterlik tartışmalarında sıklıkla öne çıkan diğer bir iddia seçimlerin demokratik sistemin işlemesi için tek başına yeterli olmadığı üzerinedir. Söz konusu Türkiye olduğunda seçimlerin özgür ve adil olması ve partiler arası rekabetin eşit olması gibi muğlak şartlar da aranır. Fakat son seçimlerin de bir kez daha gösterdiği gibi Türkiye karşıtları ve muhalefet açısından Türkiye’deki özgür ve adil seçimler ile kastedilen seçim sonuçlarının kendi iktidarlarına hizmet edip etmemesiyle doğrudan ilişkilidir. Türkiye’de seçim süreçleri kamuya ve uluslararası gözlemcilere açık ve şeffaf olarak yürütülüyor. Ayrıca partilere oy oranları doğrultusunda verilen hazine yardımları, başta sosyal medya olmak üzere alternatif iletişim mecraları, toplantı ve miting hakları partiler arası rekabet meselesinde uygun bir zeminin olduğuna delildir. Partiler arasında fark yaratan nokta organizasyon becerisi ve kaynakların doğru kullanımıdır.

Siyaset bilimi içerisinde her bir teorik bakış belirli bir hayat algısının ve değerlendirmenin sonucudur. Türkiye’de PKK terör örgütünün uzantısı bir partinin varlığını ülke güvenliğine tehdit olarak görmemek, demokratik siyaset sınırları içerisine sokmak hatta kent uzlaşısı gibi kavramlar etrafında kurulan ittifakları meşrulaştırmak da belirli bir hayat algısının yansımasıdır. Bunu makulleştirenlerin sosyal gerçeklikleri açıklamada başvurduğu kavramsal çerçeveler de benzer bir sübjektif değerlendirme içerisine hapsolmaktadır. Otoriterlik kavramını da bu çerçeve içerisinde düşünmek gerekir. Kendinden farklı iyi hayat algısını (conception of good life) makul görmeyen zihniyet otoriterlik gibi zengin fakat tanımı zor kavramları eğip bükerek ve hatta bir silaha dönüştürerek Türkiye demokrasisini karalamaktan geri durmuyor.

Türkiye’de iktidar karşıtı pek çok aktörün yaptığı tam olarak budur. Demokratik süreçlerin kendi çıkarlarına ve hayat algılarına hizmet etmediği her an otoriterlik gibi siyasal kavramlar manipüle edilerek kullanışlı bir araca dönüşüyor. Bunu yaparken yukarıda da belirtildiği gibi belirli ezberler herhangi bir dayanağı olmaksızın rahatlıkla dolaşıma sokuluyor. İlave olarak bu tür ezberlerin uluslararası akademide kabul görmek için de işe yaradığını söylemek gerekir. Örneğin, siyaset bilimi camiasında kabul gören Journal of Democracy gibi uluslararası dergilerde Türkiye’deki demokratik süreçler üzerine yapılan yayınların hepsinin aynı ezber üzerinden üretildiğini görmek mümkün. Tüm bunlara rağmen son 20 yılda Türkiye’de 367 Anayasa krizi, 2008 AK Parti kapatma davası, 2012 MİT krizi, 17-25 Aralık süreci ve 15 Temmuz darbe teşebbüsü gibi demokrasi dışı girişimler karşısında bir iktidarın ayakta kalabilmesi ancak güçlü bir milli iradenin demokratik süreçler yoluyla tecelli etmesiyle mümkün olabilirdi. Otoriterlik zırhına bürünen bir iktidarın bahsi geçen krizlerden herhangi birisi karşısında halkın bu kadar büyük bir desteğini alması mümkün değildir.

Türkiye Örneği Bize Ne Anlatıyor?

Türkiye’nin sözde otoriterleştiği ve muhalefetin üzerinde büyük bir baskı olduğu iddiası son yıllarda Türkiye karşıtlarının ürettiği bir kavramsal çerçeveye karşılık geliyor. Türkiye on yıllardır seçimlerin özgür ve adil bir şekilde yapıldığı, farklı siyasi aktörlerin yarışabildiği ve iktidarın seçimle el değiştirilebildiği bir ülkedir. Bu da Türkiye’nin en kapsayıcı ve sağlıklı anlamda yapılan demokrasi tanımının içerisine girdiğini teyit etmektedir. Ülkenin geçtiğimiz 10 senede yaşadığı iç ve dış tehditler göz önüne alındığında bütün zorluklara rağmen demokrasi çıtasının her geçen gün daha da yukarı çıktığını söylemek mümkündür. 31 Mart akşamı seçim sonuçlarının ilanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın seçim sonuçlarını her zaman olduğu üzere millet iradesinin tecellisi olarak görmesi çok şey anlatıyor. Sonuç olarak otoriterlik tartışmaları Türkiye’deki seçmenin büyük bölümünün menüsünde kendine yer bulmuyor. Aksine bir durumu savunmak milli olmayan bir pozisyonu meşrulaştırma çabasından başka bir şey değildir.

Dr. Fatih Muslu, Türkiye Araştırmaları Vakfı araştırmacısıdır.

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu