Ocak ayı itibarıyla Yemenli Husilerin Kızıldeniz’de ticari gemilere yönelik saldırılarına karşı 19 Şubat’tan itibaren Avrupa Birliği Konseyi bir deniz görev gücünün Ortak Güvenlik ve Savunma Politikası dahilinde Kızıldeniz, Babülmendep Boğazı ve Aden Körfezini de içine alan geniş bir alanda “Aspides” isimli bir askeri misyon yürüteceğini duyurdu. Bu noktada Avrupa Birliği’ni yakından takip edenler için akla gelen ilk soru muhakkak ki bu kadar kısa sürede bir OGSP operasyonunun nasıl organize edilebildiğidir. Bu yazıda da sürecin nasıl ilerlediğini ve AB üyesi ülkelerin Aspides ve türevi operasyonlarda hangi saiklerle pozisyon aldığını inceleyeceğim.
10 Ocak 2024’te BMGK çatısı altında 2722 sayılı karar ile Kızıldeniz ticaret rotasında olası bir aksaklığının önüne geçmek için başta ABD ve İngiltere önderliğinde başlatılan Refah Muhafızı Operasyonu olmak üzere Fransa ve İtalya gibi ülkelerin de bölgeye kuvvetler gönderdiği biliniyor. Hâlihazırda bölgede Korsan faaliyetlerine karşı düzenlenen bir AB deniz misyonu olsa da Avrupa ülkeleri ne ABD liderliğindeki koalisyona katıldılar ne de devam eden Atalanta Operasyonu’nun yetki alanını Husi saldırılarını bertaraf etmek için genişlettiler. Ancak görünen o ki AB ülkeleri hem NATO hem de ABD’den otonom bir şekilde bölgede varlık göstermeyi amaçlıyor.
AB İçinde Konsensüs Sorunu
Avrupa Birliği Ortak Güvenlik ve Savunma Politikası 2003 yılında yayınlanan “European Security Strategy” başlıklı belge ile kapsamı ve amacı netleşen bir mekanizmadır. Daha önce TAV’da OGSP’nin neden başarısız olduğunu ve çözüm için ortaya konulan her yeni adımın failing forward[1] olarak değerlendirilebilecek şekilde yeni sorunlara yol açtığını anlatmıştım. Özetle dış ve güvenlik politikalarını belirlemede üye ülkelerin sistemik düzeyde kendi kabiliyetleri ölçüsündeki ajandalarının uyuşmaması Asla Toje’nin 2008 yılında yaptığı tanımlamasıyla bir konsensüs sorununu (The Consensus-Expectations Gap) ve karar verme süreçlerinde ya kilitlenmeyi ya da gecikmeyi beraberinde getirmektedir. Dolayısıyla AB’nin müstakil bir aktör olarak değerlendirilmemesi gerekiyor. Bu noktada AB’nin bir krize angajmanının nasıl olacağını tahmin etmek için kurum içinde belirleyici olarak görülen Almanya ve Fransa’nın karşılaşılan krizlerde nasıl pozisyon aldığına odaklanmak faydalı olacaktır. Normalde OGSP askeri misyonlarının faaliyet alanlarına yönelik yapılan gözlemlerde riskten uzak ve uluslararası çıkar çatışmalarının bir öznesi olmamış kriz bölgelerine yoğunlaşıldığı anlaşılmaktadır. Görece küçük çaplı ve bahsedilen krizlere çözüm üretmekten uzak spesifik hedeflere yönelmek yine bu misyonların ortak özelliklerindendir. Dolayısıyla uzun süren karar verme süreçleri de düşünülürse Almanya ve Fransa gibi etkili ülkelerin arasında konsensüs aslında pek de çıkar çatışmasının olmadığı alanlarda mümkün olabiliyor.
Aspides Operasyonu ve Hızlı Karar Alma
Aspides Operasyonu’nun iki aydan kısa bir sürede aktive edilebilmesi yine bu konsensüs probleminin nasıl aşıldığını görmek açısından önemli bir örnek teşkil ediyor. İlk olarak 2008 yılında Somali açıklarındaki korsan faaliyetleri bölgede bir OGSP operasyonunun görülmesine sebep olmuştu. Bugünle benzer şekilde sahada ABD’nin liderliğinde devam eden CTF-150 ve CTF-151 operasyonları veya NATO’nun Ocean Shield Operasyonu 2008 ve 2009 yıllarında AB ülkelerinin kendi otonom misyonlarını yapmasına engel teşkil etmemişti. Hatta totalde Çin ve Rusya da dahil olmak üzere 2009 yılında Somali açıklarında otuz farklı ülkeden birbirinden bağımsız deniz görev güçleri BMGK 1816 karar dahilinde faaliyet gösteriyordu. Bugün ise durum farklı değil. Yine ABD öncülüğünde bir koalisyon sahadayken, tek tek birçok AB ülkesi de ticaret gemilerinin geçişini güvenli hâle getirmek için bölgede bulunuyor. Bu ortamda OGSP kapsamında bir misyonun da bölgeye gönderilmesi konusunda Almanya’nın başından itibaren destek verdiği biliniyor. Hatta bir savaş gemisi gönderme konusunun cuma günü Bundestag’ta oylanacağı duyuruldu. Ayrıca Fransa’nın da “otonom bir AB” hayalleri gereği hemen her askeri operasyona destek verdiği senaryo burada da kendini gösteriyor. Her iki ülkenin de bu geçiş rotası üstünde ciddi çıkarları var yani bir müdahaleden yana tavır almaları normal görülebilir ancak bunu AB çatısı altında yapmaları ve süreci çok hızlı yönetmeleri dikkate değer bir durum.
Aslında Almanya’nın otonom AB operasyonlarına oldukça şüpheyle yaklaştığı bilinir. Özellikle sistemik düzeyde ABD’nin süper güç olarak uluslararasılaşan kriz alanlarına nasıl yaklaştığı Almanya için belirleyici etkiye sahiptir. Uluslararasılaşmış kriz alanları büyük devletlerin çıkar çatışmalarının bir odağı oldukları için bu gibi alanlarda ABD’nin caydırıcılığının tartışılmaz olmadığı belirsizlik durumlarında Almanya siyasi çözüm taraftarı olur. Yahut ABD’nin gündemine dahi taşımadığı Kongo veya Çad gibi kriz alanlarında Fransa ile kurum içi bir krize meydan vermemek için operasyonlara yeşil ışık yakar. Yani Almanya gibi aktörler bu gibi kriz alanlarında maliyet yüklenmektense risk almadan elde edeceği kazançları hesap ederek müdahil olurlar. Almanya’nın hem 2008 yılında hem de şimdi NATO, yani Amerikan şemsiyesi yerine otonom hareket etmeyi tercih ediyor olması aslında tam da bu sebeplerden ötürü Kızıldeniz jeopolitiğinin getirdiği bir fırsat. Kızıldeniz hem Fransa’nın rol almak isteyeceği hem de ABD’nin NATO’dan bağımsız bir AB inisiyatifini sistemik düzeyde sorun olarak görmeyeceği bir kriz alanı. Dolayısıyla Almanya için hem AB içinde hem küresel ölçekte limitli de olsa yarı egemen bir devlet için cazip gelebilecek prestiji barındırıyor. Bu sebeple Aspides Kızıldeniz krizinin çözümüne dair siyasi ağırlığı olan bir hamle olmaktan ziyade, alışıldığı üzere AB ülkelerinin kendi siyasi ajandalarına hizmet eden bir operasyondan fazlası değil.
Kızıldeniz’de Amerikan Statükosu
Her bir farklı ülkenin benzer hedeflerle bölgede olduğu da düşünülürse aslında ticaret rotasını etkileyen bu bölgede nadir gelişen küresel bir işbirliği var gibi gözüküyor. Aslında bu bir işbirliğinden ziyade adı konulmamış bir statükonun devamına rıza göstermek zorunda olmak olarak değerlendirilmelidir. Bugün Marmara’da boğazlardan geçiş Montrö ile şartlara bağlanırken, bunun gibi kritik önemi haiz diğer doğal yahut yapay su yollarında olası bir uluslararası çıkar çatışması sistemik düzeyde krizleri beraberinde getirebilir. Örneğin, Birinci Dünya Savaşı’nda Süveyş’in hayati rolü hatırlanacaktır. Savaş durumlarında devletler bu gibi alanlarda hakimiyet kurarak düşmanların can damarlarını kesmeye yönelirler ancak barış zamanlarında bir aktör bu gibi alanlarda bir tahakküm kurmak isterse mutlak olarak karşılık göreceği için bu gerginliğinin savaşa varan sonuçlarını göze almış demektir.
Bu noktada ABD’nin neden bir AB misyonuna karşı çıkmadığı da bir soru olarak karşımıza çıkabilir. Soğuk Savaş sonrasında ABD’nin OGSP (ve öncüllerine) misyonlarına yönelik çekimser ve tehditkâr tavrı, kriz anlarında NATO’nun birincil seçenek olması gerektiği yönünde baskıları da hep beraberinde getirirdi. Örneğin, 1990’ların sonunda Balkanlar’da daha fazla sorumluluk almak isteyen Avrupalılar yaklaşık üç sene ABD’yi ikna etmek için uğraşmışlardı. Ancak bugün Kızıldeniz’de AB üzerinde bir ABD baskısı yok. Çünkü Kızıldeniz’de statükonun devamlılığına hizmet edecek herhangi bir adım aslında doğrudan ABD liderliğindeki sisteme de hizmet ediyor.
Daha da açacak olursam bugün bölgede İran dışında bir aktörün ABD’ye yönelik tehditkâr bir pozisyonu yok. İran’ın da sistemik düzeyde ABD’yi yerinden edebilecek kabiliyetlerden çok uzakta olduğu için otonomi arayışını devlet dışı vekil aktörler üzerinden yaptığını biliyoruz. Husi saldırıları da bir açıdan bu vekil ağının bir parçası olarak düşünülebilir. Dolayısıyla Bush dönemi sonrası peşine takıldığı izolasyoncu hedefler doğrultusunda ABD’nin bölgesel krizlerin maliyetlerini o bölgenin aktör ve müttefiklerine yüklediği düşünülünce, hâlihazırda statükoya hizmet edecek ve ABD’yi tamamlayıcı rolde olacak bir AB misyonu Çin yahut Rusya gibi aktörlerin de tehdidinin olamadığı Kızıldeniz rotasında sorun teşkil etmiyor. Diğer bir deyişle, AB’nin Kızıldeniz’de bir operasyon yapması, sistemik düzeyde ABD’ye bir meydan okuma olmadığı gibi ABD’nin varlığı sayesinde yapılabilen ve bir noktada ABD’nin genel sınırlarını çizdiği alan içerisinde bağımsız hareket etmesi anlamına geliyor. Bu da CSDP’nin tarihsel olarak ya sistemik olmayan ya da ABD’nin varlık göstererek çok katılımlı bir ortam oluşturmak istediği kriz bölgelerinde görev alma yaklaşımıyla örtüşmesi bakımından tutarlılık gösteriyor. Günün sonunda AB, hem ABD’ye karşı bir mekanizma kurmamış oluyor hem de ABD’nin mekanizmasına katılıp peşine takılmış görüntüsünden kurtulabiliyor. Kısacası, Aspides Operasyonu AB’nin kendi ayakları üzerinde durabildiği imajı açısından kendisi için büyük, ABD’ye meydan okuma veya alternatif oluşturmaktan uzak olması açısından ise ABD ve uluslararası sistem için küçük bir adım oluyor.
[Muhammed Çağrı Bilir, Türkiye Araştırmaları Vakfı araştırmacısıdır.]
[1] Merak edenler için Julian Bergmann ve Patrick Müller’in 2021 yılında yayınladıkları “Failing Forward in the EU’s Common Security and Defense Policy: The Integration of EU Crisis Management” başlıklı makalede mesele detaylı olarak anlaşılabilir.