Türkiye, medya-ideoloji ilişkilerinin süratli dönüşümü noktasında bir laboratuvar gibi. Siyasette 24 saatin uzun olduğu ezberinin bir yerinde, hem de çok da uzak olmayan bir cihetinde medya var. Hem dönüşen hem de dönüştüren tarafıyla medyanın ideolojik unsurlarıyla iktidara taalluk eden yönleri, üzerine kafa yormaya değer unsurlar barındırıyor. Kısa vadede neticeye gitmeyi murat eden, kestirmeden verdiği mesajına akis bekleyen bir araç olarak medyanın ideoloji ve iktidar ikiliğindeki hâl-i pür-melâli hayli enteresandır.
Farklı kaynaklardan neşet eden, belli zümrelerin benimsediği ve iktidar gayesi güden fikirler, ideoloji olarak tanımlanabilir. İdeolojiler, her zaman hemen yanı başında serpilen meşruiyet serlevhasının gölgesinde tartışılan bir unsur olageldi. Kimilerince kaynağı, bazılarınca ise tatbiki üzerinden münakaşa konusu yapıldı. Herkesin meşrebince, dünya görüşü zemininde değerlendirdiği, yaklaşım sergilediği mefhumlar olarak addedildi. Çok kıymetli fikirlerin ideolojikleştirilmesi ‘iktidar uğruna istismar’ biçimindeki yerleşik algıyla tenkide muhatap olsa da gerçek şu ki uygulanabilirlik sahası bulamayan fikirlerin tarih olduğunu, buharlaştığını biliyoruz. Modern karakterli bu tartışma bir yana, şimdi iktidar kavramına da yakından bakmak gerekiyor.
Kabaca; hükmetmek, idare gücü, yapabilme kuvvetidir iktidar. Ne var ki mesele bu kadarla sınırlı değil. İktidar düzleminden çağımızı okumaya kalktığımızda travmatik öykülerin bıraktığı bakış açıları devreye girer. Bilhassa II. Cihan Harbi’nin kıta Avrupa’sı başta olmak üzere tüm Batı’da yarattığı travma, bu bakış açılarının esasını teşkil eder. Hatırlayalım, bir heyula hakikate dönmüş, asırlarca ince ince hesaplanarak vücuda getirilmiş fikirler yerle yeksan olmuş, sükut-u hayal baş göstermiş ve Batılı kitleler naçar bırakılmıştı. Bırakın ‘yeryüzü cennetinin’ kurulmasını, şehirler cehenneme dönmüştü. Harbi müteakip senelerden başlayarak özellikle 60’lardan sonraki öğrenci hareketlerini de tetikleyen fikrî zemin, 70’lerde ve 80’lerde ivme kazanmış ve moderne dair tüm ‘gerçekler’ gibi iktidar da yalan olmuştu.
Çağdaş iktidarı ela alırken George Orwell’in 1984’ünden bahsetmek âdettendir. Orwell distopik eserinde, kudret sahibi kurgusal bir karakter olarak tasvir edilen Büyük Birader’in hükmetme biçiminin ve temayüllerinin Okyanusya ülkesindeki karşılığını işleyerek bizi iktidar kavramına dair düşünmeye davet eder. Romandaki esrarlı tiran Büyük Birader’in dev ekranlar vasıtasıyla hem propagandayı sürdürmesi hem de halkına ‘gözetleniyorum’ korkusunu salması hakikaten çarpıcı ögeler barındıran ibretlik bir anlatıdır.
Batı’nın Travmaları Kavramları İstila Etti
Hesaplaşmaya girilen modern Batı’nın inşa edildiği sütunların sarsıldığı, yerinden oynatıldığı benzer eleştirileri düşünce dünyasında da çokça görürüz. O yıllarda gözetleme toplumu, panapticon, çağdaş iktidar gibi başlıklar üzerinden ciddi ve sarsıcı tenkitler dikkate değer evsaftadır. Esasen eleştiriden fazlasını ifade eden bu tartışmalar, iş tutuş anlamında da bir ‘yapının sökümünü’ beraberinde getirmiş, doğrudan hakikat fikrinin yargılanmasına sebebiyet vermişti. İktidarın da varlığı ve araçlarıyla nasibini aldığı bu tenkit selinin önünde durulamamıştı. Gerek Orwell gibi yazarların gerek Foucault, Arendt, Heidegger gibi düşünürlerin başlıca işlediği hususlar bu merkezde dolaşmıştı.
İktidarın daimî surette kendini ürettiği, her yerde var olma durumunu kuşandığı etrafında dönen fikirler günümüzde terk edilmiş değil. Bilginin de medyanın da tabir yerindeyse tepe tepe kullanılarak toplumu boyunduruk altında tutan bir tanrısallaşmayı ifade eden nevzuhur iktidar kavramı bugün de cari. Tüm eylem biçimleri arasındaki irtibatı iktidar olarak tanımlayan düşüncelerden, iktidarın şiddetle zıtlık temelinde anlaşılabileceğine dair fikirler hâlâ akademide derinlemesine değerlendiriliyor. Diğer yandan söylenmesi gereken hususlardan biri de şudur: Aslında Batı’nın kendisini merkeze almasına dair kötü alışkanlığının bir tezahürü olan bu vaziyet, kavramların istila edilmesi de demek. Kendi hikâyesini dayatan, dünyayı kendinden ibaret kabul eden fikirlerin hasılasıdır bu.
Meseleye dönecek olursak, objektiflerin gösterdiği yöne bakmaktan boynu tutulmuş kitleler için objektifin varlığı kadar sahibi ve işlevi de ehemmiyeti haiz. Medyayı, iktidar ve ideoloji mefhumlarıyla ele alacaksak kamerayı bir kenara bırakamayız. Nitekim Michael Ryan ve Douglas Kellner’ın ifade ettiği gibi pekâlâ kamera ideolojik bir aygıttır. Kameranın tuttuğu elin, hareketi gösterme biçimi, aynı zamanda kameranın arkasında bırakılan kısmın görülmemesine dair bir tercihi ifade eder. Gösterilmeyen neyse, kameraya komut verenin muttali olduğu, benimsediği zihniyetin yani ideolojinin neticesidir.
“Kameralar İdeolojik Cihazlardır”
Kültürel ve siyasi iktidar tartışmalarının canlılığını koruduğu ülkemizde kameraların göstermedikleri, seslerini kaydetmediği ne varsa iradi bir seçimin yansımasıdır. Dünyada ve ülkemizde yaşanan iktisadi ve siyasi gelişmelerin temsilinin nasıl ele alındığı, nasıl yansıtıldığı nasıl bir etkileşim oluşturduğu gözle görülür durumdadır. Hollywood marifetiyle Amerikan toplumunu kurmaya girişildiği ve epik ve didaktik temsiller vasıtasıyla bir ‘Amerikalılık’ ihdas edildiği sır değil. Yahut son zamanlara kadar çekilen neredeyse hiçbir filmde ezan sesinin işitilmemesi tesadüf olmasa gerek.
Politik Kamera kitabının müellifleri, hayat tarzıyla alakalı temsillerin imaline dair karar verici konumda olmanın, toplumsal iktidarın korunması ve tahkimi anlamında hayati ehemmiyet yüklendiğini ifade eder. Bununla beraber kültürel temsillerin topluma dair dönüştürme ajandası taşıyanlar için es geçilemeyecek bir kaynak olduğu vurgulanır eserde. Temsiller mütemadiyen gösterilerek mesaj verilir, özne önce ünsiyet sonra da kabulle mesaja ikna edilir, ikna edilmiş öznelerin sosyal hayattaki varlığı da kültüre dahil olur. Aynı kültürün baskın gelmesi ise kültürel iktidar demektir. Kabaca böyle bir formülle temsilin kültüre tesirini özetleyebileceğimiz olgu etkisini hissettirmeye devam ediyor.
Kültürel iktidarın sürekli kendini üretmek mecburiyetinde olduğu bir durumda kameraya çok iş düşüyor. Zira kamera var olanın ideolojik temsilinin enstrümanı. Ve vazgeçilmez bir enstrüman. Temsili göstermek için de kitlelere ihtiyaç var. Hakikatin fevkinde temsiller eliyle yönlendirilmeye matuf insanlara ihtiyaç var. İnşa edilen kültürle iktidara ve iktidarın sürdürülmesine ihtiyaç var.
Şu değerlendirmeler ışığında, memleketimizde, halkların istismar edildiği, kendi kültürel kodlarının rağmına kurgulanan temsillerin medya üzerinden nasıl geçekleştiğinin esaslı bir tahlile muhtaç olduğu vakidir. Kültürel dönüşümlerin bugünden yarına tahakkuk etmeyeceği gerçeğini geri plana itmeden, medyanın toplumları yönlendirme gücü üzerinde tefekkür etmek durumundayız. Politik beklentilerin meydana getirdiği kaygılarla işe koşturulan medyanın kısa sayılabilecek sürelerde seçmen libası giyen, müşteri takkesi takan kitlelerde oluşturduğu etki, yalnız ülkemizde değil dünyada da sansasyonlarla dolu hikâyeler biriktirdi. Şimdi de vaziyet aynı. Seçmen gösterilen unsurların esiri, gösterilmeyenlerin düşmanı olarak konumlandırılıyor. Var olanla değil gösterilmek istenenle meşgul ediliyor.
Seçim gündemi olan bir ülke olarak, medyanın kısa vadede neticeye gitmeyi murat eden, kestirmeden verdiği mesajına akis bekleyen bir araç olduğundan bahisle açtığım konuyu neticelendirirken şunları aktarmakla yetineyim: Evet, temsil güçlü bir anlatımdır ancak gerçek ilişkisi münakaşa konusudur. İdeolojik bir aygıt olarak kamerayı kullanmaya malik sıfatıyla ihtiyacınız olan gerçek değilse, iktidar için temsile sarılmanız mukadderdir. Yalnız bu, bilginin üretim ve dolaşım hızını da hesaba katarsanız sizin de gerçekle ilişkinizi tayin eder. Artık medya kullanıcıları medyanın muradından daha hızlı. O bakımdan ajansların sözde bilgeliğine teslim edilmiş politikaların temsillerinin karşılık bulması mümkün görünmüyor. Çünkü kuvvetli da olsa hiçbir temsil, solduğunuz, dokunduğunuz, gördüğünüz, hissettiğiniz kadar gerçek değildir.