Almanya kısa zamanda geçirdiği keskin dönüşümler sebebiyle birçok dinamik göz önünde bulundurularak değerlendirilmesi gereken bir ülke. Ülkeyi ve dış politikasını kendine has siyasal ve toplumsal yapısı nedeniyle sadece güncel durumu göz önüne alarak değerlendirmek pek mümkün gözükmüyor. Bu doğrultuda ilk aşamada, ülkenin bugünkü dış politikasının ana dinamiklerini belirleyen önemli tarihsel olgu ve olayları değerlendireceğim. Daha sonra Almanya’nın Soğuk Savaş dönemindeki yeniden inşa sürecinde ekonomi vasıtasıyla nasıl yeniden ayağa kalkabildiğine değineceğim. Son olarak ise ayağa kalkan Almanya’nın dış politikasının ekonomi temelli olarak nasıl oluşturulduğunu ele alacağım. Özetle son 150 yılda birkaç kez jeopolitik fırtına yaratan ve yarattığı fırtınanın da kurbanı olan Almanya’nın tekrar aynı senaryoyu yaşamamak için jeo-ekonomik bir güç haline gelişinin hikayesi tartışılmaya değer.
Geçmişin Hakimiyeti
Tarihi kendisinden daha iyi bilinen ülkeler diyarının en ünlü üyesi şüphesiz Almanya’dır. Bugün “sade” şekilde Almanya denip geçen bu siyasal entite, siyasal bütünlüğünü sağladığı 1871 yılından bugüne hem Avrupa siyasetini hem de uluslararası siyaseti her dönemde kendisiyle meşgul etmeyi başarmıştır. Büyük bir devlet için çok kısa bir süre denebilecek 150 yılda Alman İmparatorluğu (Deutsches Kaiserreich), Weimar Cumhuriyeti, Nazi Almanyası, Batı Almanya, Bonn Cumhuriyeti, Federal Almanya, Doğu Almanya, Demokratik Almanya, Berlin Cumhuriyeti gibi isimlerle anılan ülke ancak son 25 yılda sade bir şekilde “Almanya” olarak anılıyor.
Kısa sürede bu kadar fazla isimle anılmak bir ülke için elbette istikrarın ve huzurun işareti değil. Alman topraklarını bir deniz olarak düşünelim. Bu deniz Bismarck’ın Kan ve Demir politikasıyla dalgalanmaya başladı, II. Wilhelm’in Weltpolitik’iyle köpürdü, Weimar’ın büyük devlet adamı Stresemann’la duruldu ve son olarak “Lebensraum” hayaliyle taşarak tsunami dalgalarına benzer bir etki yarattı ve tüm Avrupa’ya unutulmaz bir yıkım getirdi. Bu sebeple bu gergin ve huzursuz deniz 1945 yılı itibarıyla ABD, SSCB ve Britanya gibi güçlü aktörler tarafından parçalara bölündü, bentler ve setlerle kısıtlandı ve bunun da yetmediği durumlarda toprak doldurularak küçültüldü. Bu denizin bu kadar sorun çıkarmasının müsebbibi olarak görülen fay kırıklarıyla dolu Prusya Militarizmi levhası üzerindeki “bataklık” ise tamamen kurutuldu.
Almanlar tarafından “sıfır yılı” (Stunde Null) olarak adlandırılan 1945 yılından itibaren eski Almanya’nın tüm askeri maceralarını mümkün kılan toplumsal ve siyasal yapı değiştirildi. Yeni bir Almanya hedefleniyordu. “Dört D” projesi olarak bilinen bu süreçte, Alman toplumu Nazilerden arındırıldı (Denazifierung), demokratikleştirildi(Demoktratisierung), merkezi hükümetin yetkileri dağıtıldı (Dezentralisierung) ve ülke sivilleştirildi (Demilitarisierung). Bunların üzerine mühür olarak ise Alman Anayasası Grundgesetz vuruldu. Yıllara yayılan süreçlerin sonrasında Alman siyasal eliti ve toplumu “kronolojik bir tarih anlayışı değil kriminal bir geçmiş anlatısını” kabullendi ya da kabullenmek zorunda kaldı.
Geçmişin Örtüsü: Ekonomi
Alman siyasal eliti, II. Dünya Savaşı’ndan sonra bir çıkış yolu aradı ve medeni bir Avrupalı toplum olarak yeniden kabullenilmelerinin ancak Batı bloğuna kayıtsız ve şartsız entegrasyondan geçtiğini anladı. Adenauer liderliğinde kusursuz bir şekilde uygulanan ve Westbindung olarak anılan bu politika, aynı zamanda kendilerine ABD nükleer caydırıcılığı altında bir güvenlik şemsiyesi de sağladı. Bu şekilde dış politikada temel amaçları olan siyasal rehabilitasyon ve güvenliğe erişen Almanya, savaş sonrası moloz yığınına dönüşmüş kriminal etiketli bir ülkeden Batı İttifakı içerisinde eşit haklara sahip, saygı gören ve hatta cephe ülkesi olarak ihtiyaç duyulan bir ülkeye dönüştü. Transatlantik ekseninde Avrupalılaşan bir Almanya’nın hem Almanlar hem de ittifak için en iyisi olacağına karar verildi.
Ancak çıkan sonuçtan hareketle tüm bu süreçlerin başarıya ulaşmasındaki temel sebebi Batılı müttefiklerin “Yeni Almanya” projesini kusursuz şekilde uygulamaları ya da Alman siyasal elitinin dahice oryantasyonu olarak görmek büyük bir hata olur. Nitekim yukarıda anlatılan siyasal “yeniden eğitim” süreçleri bu kadar kısa sürede ve bu kadar sorunsuz şekilde sonuç alınması mümkün olmayan büyük dönüşümleri içeriyor. Peki Almanlara Kan ve Demir’i, okyanuslara hâkim bir Dünya İmparatorluğu hayalini ve sonu Holocaust’la biten Nasyonal Sosyalizm fanatizmini bu kadar kısa sürede unutturan ne oldu? Almanlar bir anda tamamen Avrupalı demokratik bir ulus ve Anglosakson dünyanın en sadık müttefiki olmaya mı karar verdi?
Almanya tarihi üzerine eserleri ile bilinen İngiliz tarihçi Mary Fulbrook’un vurguladığı gibi Almanya’daki bu büyük dönüşümün ve pürüzsüz geçişin cevabı ekonomik başarı ve ulaşılan refahta yatıyor. Alman halkı tek jenerasyonda hem I. Dünya Savaşı hem de II. Dünya Savaşı sonrasında gelen şiddetli ekonomik kriz ve yokluk dönemlerini tatmıştı. Halk, ne yeniden korkunç 1946-47 kışına benzer bir dönem ne de 1920’lerdeki gibi bir hiperenflasyon dönemi yaşamak istiyordu. Bu sebeple Soğuk Savaş döneminde gelen ekonomik başarıyla hem “eski düşmanları” tarafından dayatılan yeni siyasal düzeni hem de uluslararası ilişkilerdeki yeni pozisyonu kabul etti. Nitekim 1950’lerde Adenauer yönetimiyle gelen istikrarlı büyüme, 1960’larda Ludwig Erhard döneminde bir ekonomi mucizeye (Wirtschaftswunder) dönüştü. Bu durum Almanya’yı Avrupa’nın en istikrarlı demokrasisine dönüştürdü ve Avrupa Birliği de yeni Almanya çevresinde şekillendi.
Jeopolitik Yerini Jeo-ekonomiye Bırakıyor
1960’ların sonları gibi erken bir dönemde ABD ve SSCB’den sonra dünyanın en büyük üçüncü ekonomisi haline gelen Batı Almanya, ABD’nin koruma şemsiyesi altında ekonomik mucizeyi yaşıyordu. Bu durum siyasal rehabilitasyonunu gerçekleştiren ve ABD-SSCB arasındaki Yumuşama Dönemi (Détente) dolayısıyla da güvenliğini sağlayan ülkede birtakım dış politika değişikliklerine sebep oldu. Mağlup ve mahcup Almanya’nın duruşu 1970’lerde değişmeye başladı. Soğuk Savaş’ın yumuşamasından alınan cesaretle başlatılan yeni dış politika hamlesi Ostpolitik,Almanya’yı bir anda Demir Perde’nin ötesiyle sıcak ilişkilere itti ve Doğu Avrupa Alman ürünlerini bekleyen büyük bir pazara dönüştü. İştahı kendisinden büyük Thyssen, Mannesmann ve Krupp gibi Alman şirketleri bizzat Alman devletinin garantörlüğünde SSCB ile büyük anlaşmalara imza attılar ve Alman banka konsorsiyumları da bu anlaşmalara krediler sağladılar.
Almanya’nın bugün sıkıntısını çektiği doğalgaz boru hattı anlaşmalarının başlangıcı da bu yıllarda oldu. Orta Doğu’daki krizlerden kaynaklanan 1970’lerin petrol şokları heybetli Alman endüstrisine enerji arzını tehlikeye atıyordu. Ostpolitik buna da çare oldu ve zengin Rus hidrokarbon kaynaklarının enerji arzını çeşitlendirme amacıyla ithal edilmesine karar verildi. İmzalanan bir dizi anlaşmayla mevcut boru hatları Almanya içlerine kadar uzatıldı. 1979’dan itibaren İkinci Soğuk Savaş fazına geçilmesine ve ABD’nin uyarılarına rağmen Almanya bu tür anlaşmalar imzalamaya devam etti ve bir ticaret devleti (Handelsstaat) gibi hareket etmeye başlayarak dış politikada ekonomik çıkarlarını öncelik haline getirdi. Geçmişin bağlarının gevşediği ilk dönemeçte Almanya kendi ajandasına sarılmıştı. Ancak bu kez itkisi Prusya militarizmi değil Ren kapitalizminin üretim saplantısıydı. Bu üretim saplantısının doğal çıktısı ise ihracata dayalı bir ekonominin ortaya çıkması oldu. Dünya Bankası verilerine göre bugün ABD, Çin ve Japonya’dan sonra dünyanın en büyük dördüncü ekonomisi olan Almanya’nın GSYİH’sinin yüzde 50’sini ihracat gelirleri oluşturuyor. Bu oran Çin’de ve Japonya’da yüzde 20 dolaylarındayken, ABD’de ise yüzde 11 dolaylarındadır.
Sonuç olarak, 1871-1945 arası dönemde rakiplerle çevrili halde Avrupa’nın tam ortasında (Mittellage) yarı-hegemon konumda bulunan Almanya, sürekli daha fazlasını elde etmek için sisteme istikrarsızlık ihraç eden ülke olmuştu. Bu jeopolitik kaynaklı açmaz, militarist yöntemlerle çözülmeye çabalanıyordu. 1945 sonrası dönemde ise geçirilen siyasal ve toplumsal dönüşümle araçlar değiştirilmek zorunda kalındı. Bugün Almanya’nın en büyük dış politika aracı “ürünleri” haline geldi. Ancak tıpkı geçmişte olduğu gibi Almanya bugün yine Avrupa içerisindeki ekonomik ve siyasal ağırlığıyla fazla büyük. Bu durum Almanya’yı yine yarı-hegemon pozisyonuna koyuyor ancak bu sefer jeo-ekonomik rolü gereği bölgenin ve sistemin istikrarını istiyor.
[Fatih Demir, Türk-Alman Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümünde Araştırma Görevlisi olarak görev yapmakta ve Milli Savunma Üniversitesi’nde doktora çalışmalarına devam etmektedir.]