2023 yılı Aralık sonunda Riyad’da ortaya çıkan futbol krizi ve ocak ayının ilk günü İstanbul’da düzenlenen Gazze’ye destek yürüyüşü sırasında elinde Kelime-i Tevhid yazılı flama taşıyan bir göstericiye yapılan yumruklu saldırı sonrası Türkiye’de Arap karşıtı şiddetli bir kampanya ortaya çıktı. Bazı aşırı uçların, başta sosyal medya mecraları olmak üzere farklı platformlarda bu kampanyaya liderlik etmeleri bir yana, Arap karşıtı algıların toplumun önemli bir kesiminde karşılık buluyor olması üzerinde düşünülmesi gereken bir husustur.
Son dönemde yaşanan bu sembolik iki olay üzerinden köpürtülen Arap karşıtı duygular ancak politik psikoloji bilgi alanının bize sunduğu analiz çerçevesine başvurularak anlaşılabilir. Bu yazının temel iddiası Türkiye’de son günlerde köpürtülen ve İslam karşıtlığına kadar varan Arap karşıtı duyguların I. Dünya Savaşı sürecinde yaşanan travmalar ve Cumhuriyet’i kuran kadronun bu travmaları ülkenin geleceğini kurgulamak için etkili bir biçimde kullanılması yoluyla sosyal olarak inşa edilmiş olduğudur.
Şerif Hüseyin İsyanının Yol Açtığı Hayal Kırıklığı
Araplar, Osmanlı sınırlarına dâhil oldukları dönemden Osmanlı ile yollarının ayrıldığı döneme kadar kendilerini sadece bir tebaa olarak değil imparatorluğu oluşturan koalisyonun bir ortağı olarak görmüşlerdir. Bu yaklaşımın bir sonucu olarak küresel ölçekte yaygınlaşan ulusçuluk akımları Osmanlı’nın Müslüman Arap unsurları arasında pek rağbet görmemiş, Balkanlardaki farklı etnik ve dinsel unsurların birer birer Osmanlı’dan ayrıldığı 19. yüzyılda bile Osmanlı’nın Arap vilayetleri sakin kalmıştır. Bu dönemde Osmanlı’nın Hristiyan tebaasının aksine Müslüman Araplar arasında Osmanlı’dan ayrılarak bağımsız bir devlet kurma fikri pek rağbet görmemiştir.
Osmanlı siyasi elitleri de Arapları tebaa olarak görmemişlerdir. İslam’ın, dini bir inanç olmanın ötesinde İmparatorluğun örgütleyici ideolojisi olarak saltanata meşruiyet kazandıran bir unsur olarak işlev görmesinin bu yaklaşımda önemli bir rolü olmuştur. İmparatorluğun dinsel meşruiyetinin korunmasında Arapların meskûn olduğu Mekke, Medine ve Kudüs gibi kutsal şehirler üzerindeki Osmanlı hâkimiyetinin büyük rol oynadığı bilinen bir gerçektir.
Büyük güç ve sömürgecilik rekabetinin kızıştığı I. Dünya Savaşı arifesinde başta Suriye ve Hicaz bölgesi olmak üzere Arap vilayetlerinde Osmanlı yönetimine karşı ortaya çıkan yabancılaşma duygusu emperyal aktörlerin yerel unsurlardan kendilerine müzahir aktörler devşirmeleri için uygun siyasal atmosferi hazırlamıştır. İngiltere’nin kitlesel bir Arap isyanı örgütlemek için Necid bölgesinde İbn Suud, Hicaz bölgesinde Şerif Hüseyin ile sürdürdüğü temaslar nihayet 1916 yılında Şerif ve ona yakın bazı Arap kabilelerin Osmanlı’ya isyanıyla sonuçlanmıştır.
Olayların niteliğine ve gelişimine bakıldığında Şerif Hüseyin isyanının toplu bir Arap isyanına dönüşmediği ve Osmanlı’nın Arap vilayetlerinin kaybından sınırlı bir etkisinin ortadadır. Hatta Arap toplumunda, bu kritik dönemde devlete ihanet etmenin İslam kardeşliğiyle bağdaşmayacağı ve Osmanlı’yla savaş halinde olan İngiliz ve Fransızların Arap topraklarında yayılmacı emeller besledikleri fikri isyanın genel bir Arap isyanına dönüşmesini engellemiş, Şerif ve ona bağlı unsurların bu isyanının marjinal bir eylem olarak kalmasına yol açmıştır. Buna rağmen isyan, ölüm kalım savaşı veren Osmanlı siyasi elitlerinde ve yeni Cumhuriyet’i kuran kadroda derin bir travmaya yol açmıştır. Özellikle Çanakkale’de Osmanlı ordusunun İngilizlerle giriştiği boğaz boğaza savaş sürecinde Hicaz’da Şerif ve ona yakın bazı kabilelerin İngilizlerle iş birliği halinde devlete isyan etmeleri kolay kabullenilemeyecek bir durum ortaya çıkarmıştır.
İsyanın Ülkenin Geleceğinin Kurgulanmasında Araçsallaştırılması
Şerif Hüseyin isyanı, Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte yeni iktidar elitleri tarafından bütün Arapları temsil eden milliyetçi bir isyan olarak lanse edilmiştir. İsyanın, Cumhuriyet’i kuran kadrolar eliyle sonraki yıllarda “Arap İhaneti” söylemi üzerinden bütün Araplara mal edilmesi, Araplara karşı kalıp yargıların gelişmesinde ve Araplara yönelik olumsuz algıların benimsenmesinde büyük bir paya sahip olmuştur. İsyanın Türkiye’de yol açtığı travma tüm Arapların “düşman İngilizlerle ittifak yaparak Türk ordusunu arkadan vuran hainler” olarak damgalanmasını kolaylaştırmıştır.
Cumhuriyeti kuran kadro Şerif Hüseyin isyanına tüm Arapların iştirak etmediklerini bildikleri halde isyanı Türk ulus kimliğini oluşturmak ve yeni rejimin Batı yanlısı seküler kimliğini benimsetmek için kullanmışlardır. Arapların I. Dünya Savaşı’nda Türkleri arkadan vuran “hainler” olarak damgalanıp ötekileştirilmesi Türklerin tarih algısının şekillendirilmesinde, Cumhuriyetin radikal Batı yanlısı reformlarının kökleştirilmesinde ve modern Türkiye’de yapılan İslam karşıtı reformların geniş kesimlere benimsetilmesinde araçsal bir işlev görmüştür.
Cumhuriyeti kuran kadrolar Türklüğün Osmanlı yönetimi altında tarihten silindiğini, Türklüğün yeniden var olabilmesi için yabancı kültürlerden uzaklaşması gerektiğini ve bu uzaklaşmanın da ancak Osmanlı yönetimi altındaki tüm Müslüman milletleri ötekileştirmekle mümkün olabileceğini savunmuşlardır. Araplar, I. Dünya Savaşı’nda Türkleri arkadan vuran “hainler” olarak damgalanıp ötekileştirilerek bir anlamda Cumhuriyet’i kuran kadro tarafından yeni rejimin radikal-Batıcı ideolojinin çimentosu haline getirilmiştir.
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren politik liderlik eliyle Türkiye’de Araplara yönelik oluşturulmaya çalışılan olumsuz imaj ve kalıp yargıların oluşum sürecinde eğitim müfredatı ve sinema sektörü önemli bir rol oynamıştır. Örneğin, eğitim müfredatı oluşturulurken Türklerin tarihi Osmanlı köklerinden uzaklaştırılmaya çalışılmıştır. Müfredatta ise Araplar hakkında, hain, çok pis, erkek egemen, kadınlara değer vermeyen, kız çocukları diri diri toprağa gömen, yağmacı, kan davası güden, medeniyetten uzak ve vahşi bir yaşam süren gibi olumsuz ifadelere sıkça yer verilmiştir. Kurutuluş Savaşı döneminin anlatıldığı müfredatta ise İngilizlerle iş birliği yapan Arapların “Türkleri arkadan vurması” söylemi yaygın bir biçimde kullanmıştır. Benzer bir durumu Türk sinemasında da görmek mümkündür. Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte devletin resmî ideolojisini geniş kesimlere benimsetme misyonu güden Türk sineması, eski düzeni kötülemeyi temel misyon edinmiştir. Türk sinemasında Araplar genellikle kalleş, arkadan vuran, üçkâğıtçı, tembel, şehvet düşkünü, çok eşli ve ahlaksız gibi olumsuz sıfatlarla yansıtılmıştır. Türkiye’deki olumsuz Arap algısının canlı tutulmasında ders kitaplarının ve kültürel temsillerin de önemli bir rolü olmuştur.
Son dönemde Riyad’daki bir futbol müsabakasında yaşanan anlaşmazlık, İstanbul’da düzenlenen Gazze eylemi sırasında Kelime-i Tevhid yazılı flama taşıyan bir kişiye yönelik saldırı ve bu saldırıya maruz kalan kişiye “Arap sevici” sıfatının yapıştırılarak saldırının savunulması Türkiye’deki Arap imajının yeniden tartışılmasına yol açmıştır. Bugün ülkemizde önemli bir kesim tarafından Araplara karşı benimsenen olumsuz kalıp yargılar, önemli ölçüde I. Dünya Savaşı sürecinde gerçekleşen Şerif Hüseyin isyanının yol açtığı travma ve Cumhuriyeti kuran kadroların yeni rejimin seküler Batı yanlısı ideolojisini benimsetmek için bu travmayı araçsallaştırmasıyla sosyal olarak inşa edilmiştir.
(Dr. Necmettin Acar Mardin Artuklu Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümü başkanıdır)