7 Ekim’de Aksa Tufanı Harekâtı’nın yarattığı şok dalgası ve askeri/istihbari hezimet sonrası İsrail’in en büyük kâbusu İsrail’e karşı ikinci bir cephenin açılması ve savaşın bölgeselleşmesiydi. Özellikle kuzeyden Hizbullah ve İran’ın vekil aktörlerinin yapacağı bir saldırı, paralize olmuş İsrail güvenlik birimlerini oldukça zora sokabilirdi. Bu doğrultuda ABD Doğu Akdeniz’e gönderdiği uçak gemisi ve denizaltılar ile savaşın bölgeselleşmesini engelleyecek ve İsrail’in yara alan caydırıcılığını sağlayacak bir adım atmıştı.
Geçen 3 ayda İsrail için vaziyet 7 Ekim’in tam tersine dönmüş durumda. İlk aşamada en büyük kâbusu olarak görünen savaşın bölgeselleşmesi, şu an Netanyahu hükümeti ve Siyonist cephenin tercih edebileceği ve hatta gerçekleşmesi için zorladığı bir duruma dönüştü. Peki süreç nasıl bu noktaya geldi? ABD, İsrail ve İran üçgeninde tarafların savaşın bölgeselleşmesine yönelik yaklaşımları neler? Yemen’de Husilere yönelik hava saldırıları bir bölgesel savaşı tetikler mi? Bu sorulara, ülkelerin 7 Ekim sonrası izledikleri politikaları karşılaştırarak cevap vermek sağlıklı olacaktır.
İran’ın Temkinliliğinden Gelen Açmazları
Aksa Tufanı Harekâtı’nın en büyük sonuçlarından birisi, unutulan Filistin meselesini tekrar gündeme getirmek ve bunun devamında bölge ülkelerini normalleşme rüzgarlarından ayırıp geleneksel politikalarına geri döndürmekti. Ancak Körfez ülkeleri, Filistin meselesindeki geleneksel pozisyonlarına dönmedikleri gibi İsrail ile normalleşme süreçlerini bitirdiklerine dair bir işaret vermekten de kaçınıyorlar.
İran için ise 7 Ekim sonrası farklı seyrediyor. Tarihsel olarak Filistin desteği söylemine sahip olan ve son yıllarda Hamas’la ilişkisini geliştirmeye çalışan İran, 7 Ekim sonrası bir yandan bu pozisyonunu sürdürürken diğer yandan Aksa Tufanı Harekâtı’nın karar aşamasında olmadığını açıkça vurgulayarak bölgesel bir savaşın parçası olmaktan kaçınacağı mesajını vermeye çalışıyordu. Çünkü yine bölge statükosu ve aktörler arasında yazılı olmayan angajman gereğince Hizbullah ve Şii milisler ile İsrail arasındaki karşılıklı saldırılar kontrollü ve asimetrik bir mücadele olarak devam etmekteydi. İran için bu konforlu alanı sürdürmek ve direniş eksenine dahil olan grupları ve kendisini İsrail ve dolayısıyla ABD ile bir konvansiyonel savaştan korumak temel bir hedef olarak keskinleşmiş oldu.
İran, 7 Ekim sonrasında da uzun yıllardır bölgeye dair uyguladığı politikaya uygun bir yaklaşıma sahip. Yani kendisi için en rasyonel pozisyonu almış durumda. Ancak burada bir açmaz var. İran bir yandan uğruna asker topladığı Kudüs ve Filistin davası dururken diğer yandan İdlib’de Sünni katletmeyi veya rasyonel bir şekilde hareketsiz kalsa da çok büyük işler yapıyormuş gibi görünmeyi istiyor. Bu tutarsızlık da İran’ın hanesine ağır bir eksi olarak yazılıyor.
İran’ın bölgede halk hareketlerini arkasına almak veya Sünni dünyada kabul görmek gibi bir arayışı yok. Aksine, Sünni hareketlerle mücadele ederken, yerel bazı aktörleri işlevsel hale getirmek, ancak bunu yaparken de bu aktörleri direniş eksenine dahil etmemek istiyor. Dolayısıyla İran’ın Hamas ilişkisi de bir ittifak veya vekil-aktör ilişkisi değil, İran’ın kendi imajı ve direniş ekseni politikası için Hamas gibi geniş destek gören bir aktörü kullanma stratejisi şeklinde.
Ancak yine de 7 Ekim’de Aksa Tufanı ile ciddi zaaf gösteren İsrail’e karşı hiçbir adım atılmaması, İran’ın başını bugünkü belalara sokan birinci etken.
İran 7 Ekim’de İsrail’i o şekilde yakaladığında harekete geçmeyerek proaktif bir hamlede bulunmayacağını gösterdi. Bu da İsrail’in ABD desteğiyle caydırıcılığını sağladığı ve Gazze işgalinde sona yaklaştığı bu ortamda, fırsatı değerlendirmeyen İran’a karşı hamlesini mümkün kılan bir ortam doğurdu.
Kısacası İran her ne kadar 7 Ekim sonrası rasyonel bir politika uyguluyor olsa da İsrail saldırıları onu savaş sahasına çekmek konusunda zorluyor. Bu zorlama ise 7 Ekim’de atılmayan adımın sonucu. Yani İran, direniş ekseni dışında olan ancak yakın ilişkilere sahip olduğu bir aktör için İsrail’le bölgesel bir savaşa girmeyeceğini ve savaşı asimetrik düzeyde devam ettireceğini ilan etmiş oldu. Bu aşamadan itibaren İsrail ise kendince algıladığı varoluşsal tehdit azaldığı ve artık istediği kadar katliam da yapabildiği için savaşı bölgede İran ve vekil uzantılarına taşıma lüksüne erişti. Ancak bu noktada İran, vekil aktörleri ve hatta komutanları İsrail saldırılarıyla hedef alınıyorken bir yandan bunlara cevap üretmek, bunu yaparken bir yandan ise İsrail’in istediği bölgesel savaşa girişmekten de kaçınmak zorunda.
İsrail’in Pervasızlığı ve ABD’nin Baş Ağrısı
ABD için ise İsrail’in caydırıcılığını ve ulusal güvenliğini sağlamak 7 Ekim sonrası ilk hedefken süreç içerisinde savaşın bölgeselleşmesi yolundaki tüm potansiyel cephelere sert sinyaller gönderilmeye devam edildi. Bu doğrultuda Husilere karşı hızlıca bir koalisyon oluşturmak da dahil tüm adımları atmaktan da çekinmedi. Ancak İsrail’in Gazze’deki katliamları ve kuzey hattını insansızlaştırma süreci tamamlanmaya yaklaştığı andan itibaren süreç farklı bir noktaya evrilmeye başladı.
Bu aşamadan itibaren İsrail için bölgesel bir savaş 7 Ekim’in aksine korkulacak bir durumdan öte özellikle İsrail savaş kabinesi ve Siyonist cephe için bir fırsat penceresi olarak görülür oldu. Bu doğrultuda Suriye ve Lübnan’da yapılan hava saldırıları ve suikastlar İsrail’in cepheyi genişletme ve İran’ı doğrudan sahaya çekme arayışının bir sonucu olarak okunabilir. Ayrıca başta kendisini korumak ve savaşın bölgeselleşmesini engellemek için bölgeye gelen Amerikan askeri varlığını fırsat bilerek bir çatışmanın fitilini ateşlemek, aşırı sağcı ve Siyonist Netanyahu kabinesi için en ideal senaryo olarak görülmektedir.
Ancak burada İran’ınkine benzer bir politika zafiyeti de ABD’nin Husilere karşı yaklaşımında görülmekte. Husilerin yarattığı tehditlere karşı yatıştırma ve sınırlandırma politikalarının çatışmaları azalsa da şiddetini artırdığı ortaya çıktı. Yani Husileri caydırmak yerine ödüllendirerek ehlileştirme politikası Husilerin iştahını artırdığı gibi kapasite birikimi yapabileceği bir yaşama alanı da sağladı. Dolayısıyla Husiler ve İran, İsrail ve ABD’ye karşı yeni bir cephe elde etti. İsrail Lübnan’da savaşı sürdürmek isterken Kızıldeniz’de açılan cephe de bu denklemi zorlaştıran bir durum.
ABD’nin Kapatmaya Çalıştığı Gedikler
ABD ise bölgeye İsrail’i korumak ve caydırıcılığını tesis etmek için gelmişken şu aşamada desteği devam ederken İsrail’e daha fazla cesaret vermemek ve gedikleri kapatmak için uğraşıyor. İsrail’in aralık ayında güney Lübnan’daki Hizbullah varlığına yönelik açıklamaları, Suriye’deki hava saldırıları ve suikastları, İsrail’in savaşı bölgeselleştirme sinyallerinin ilki olarak yer almıştı. Buna karşılık ABD’nin Fransa ile ortak çalışarak Hizbullah ile İsrail sınırı yakınlarını boşaltması için müzakerelerde bulunduğu uluslararası basına yansımıştı. Bu girişimin sonuçsuz kalması da kapatılamayan bir gedik olarak İsrail’in saldırılarına alan açmıştı.
Bir diğer gedik ise Husilerin Kızıldeniz’de düzenlediği saldırılarla ortaya çıkmıştı. İlk aşamada sembolik olan saldırılar bir noktadan sonra Kızıldeniz’in uluslararası deniz ticaretinde kullanılamaz bir rota haline gelmesiyle ABD’nin müdahale etmesi gereken bir kriz hâlini almıştı. ABD’nin kurduğu başarısız koalisyon da aslında Husileri caydırmak ve cezalandırmak kadar İsrail’in tıpkı Lübnan ve Suriye’de olduğu gibi tek başına ve kontrolsüzce krize müdahil olmasını engellemeyi amaçlıyordu. Ancak koalisyonun yeterli olmaması sebebiyle artan risk, ABD ve İngiltere’nin 12 Ocak gecesinde Yemen’deki Husi hedeflerine yönelik hava saldırılarında bulunmasına yol açtı. Tıpkı Lübnan’da olduğu gibi burada da amaç bölgesel savaşa fırsat oluşturacak bir gediğin ABD tarafından kapatılması ve statükonun korunmasıydı.
Kısacası İsrail saldırılarıyla İran üzerindeki baskı ve maliyet gün geçtikçe artıyor. İsrail ise artırdığı bu baskının yanında ABD’den gelen yönlendirmeleri yönetmeye çalışıyor. ABD’nin tüm çabası ise İsrail’i desteklemeye devam ederken diğer yandan da bunun İsrail’e verdiği cüret ve cesareti kontrol ederek İsrail’i bir bölgesel savaş başlatmaktan alıkoymak. Uluslararası ilişkilerde herkesin her istediğini elde edemeyeceği bir gerçekken, sanki bu denklemde hiç kimse hiçbir şeyi istediği gibi elde edemeyecek gibi duruyor.
Yani ilginç bir şekilde, ABD ve İngiltere’nin Yemen’de Husilere yönelik hava saldırıları bölgesel bir savaşı tetiklemekten öte engellemeyi amaçlayan adımlar. İran ve Hizbullah’ın dikkatli bir angajman ile yaptığı saldırılar da benzer bir şekilde statüko içerisinde kalan ve kalmayı vaat eden hamlelerken, İsrail’in bölgede İran ve vekil aktörlerine yönelik saldırıları ve açıklamaları ise statükoyu doğrudan tehdit eden bir yaklaşımı işaret ediyor.
Sonuç olarak İsrail’in saldırganlığı ve verdiği mesajlar bölgesel bir savaştan bir kıvılcım kadar uzakta olduğumuz bir ortam doğurmuş durumda. İlginç olan ise bu aşamada İsrail saldırganlığının ABD ve İran’ın ortak derdi ve baş ağrısı olarak var olması. ABD’nin İran destekli Husilere yönelik hava saldırıları ise İran’la bir savaşı tetiklemekten öte İran’la ortak dert olan İsrail’in saldırganlığına karşı atılan adımların en serti olarak ortaya çıkmış durumda. İsrail’in bu pozisyonu sürdüğü müddetçe de yakın vadede krizin ana aktörlerinin karşı saflarda yer alırken bile benzer amaçlarla birbirlerine karşı hareket ettiklerini görmeye devam edeceğimiz söylenebilir.
[Ahmet Arda Şensoy, Türkiye Araştırmaları Vakfı araştırmacısıdır.]