Suudi Arabistan’ın Filistin Politikası ve Aksa Tufanı’na Yaklaşımı

Suudi Arabistan’ın Filistin politikası, Kral Faysal dönemi (1964-75) haricinde genellikle Suudi monarşisinin güvenliği, Arap ülkeleri arasındaki rekabet ya da bölgedeki dengeler bağlamında şekillenmiştir. Buna ilişkin yakın dönemde Suudi Arabistan’ın da içinde bulunduğu bazı Arap ülkelerinin İsrail ile normalleşme anlaşmalarına ve Suudi Arabistan-İsrail ilişkilerine bakıldığında gündeme gelen maddelerin tarihten bugüne önemli benzerlikler içerdiği görülüyor. Bu anlamda tarihi bir örnek, bu benzerliği açık şekilde gözler önüne seriyor.

Emir Faysal bin Abdülaziz, 1939 yılında Londra’da bir Arap-Yahudi konferansına katıldı. Konferans sürecinde Faysal’ın yanında gözlemci olarak babası Kral Abdülaziz’in danışmanlarından John Philby de yer almış ve konferans sonrası Philby bir süre daha Londra’da kalmıştır. Bu esnada Philby’nin, İsrail’in kuruluşuna başkanlık eden Haim Weizman ile yaptığı gizli bir görüşmede, Yahudilerin Kral Abdülaziz’e 20 milyon pound vererek Filistin’in bölünmesini istemeleri, Filistinlilerin tazminat alması ve Suudi Arabistan gibi diğer Arap ülkelerine yerleştirilmeleri gibi maddeler gündeme getirildi. Bu anlamda özellikle ABD Başkanı Trump döneminde, Yüzyılın Anlaşması olarak ifade edilen ancak bölgedeki sorunları büyütmekten başka bir sonuç üretmeyen planda Filistinlilere tazminat ve Filistinlilerin mevcut bulundukları ülkelerde vatandaşlık alması gibi maddelerin, Philby ve Weizman gizli görüşmesinde gündeme getirilen maddelerle benzerlikleri kendini gösteriyor. Ayrıca bugünlerde İsrail ve ABD tarafından, Gazze Şeridi’nde yaşayan Filistinlilerin başka ülkelere yerleştirilmesi konusu sıklıkla gündeme getiriliyor.

Emir Faysal, 1964 yılında tahta oturduktan sonra kral olarak Filistin politikalarında daha önceki kralların pragmatik ve realist politikalarını sürdürdüğü gibi bu politikalara idealizmi de ekledi. Bu anlamda Kral Faysal’ın Filistin konusunda İslami referanslar çerçevesinde geliştirdiği idealist politikalar önemli ölçüde görünürlük kazandı. Bu politikalar hem bölgenin hem de Suudi Arabistan’ın güvenlik ve istikrarına hizmet etti. Bu dönemde Suudi Arabistan hem Arap ülkeleri hem de İslam ülkeleri arasında öne çıkan ülkelerden biri haline geldi. Ancak Kral Faysal’ın suikasta uğrayarak öldürülmesinin ardından Suudi Arabistan’ın Filistin politikasının büyük ölçüde Kral Faysal öncesi döneme döndüğü görüldü. Ayrıca Suudi Arabistan’ın mevcut Kral Selman öncesi dönemde, İsrail ile ilişkileri açıkça geliştirmek konusunda oldukça temkinli olduğu ve bu kapsamda yaşanan gelişmelerin daha çok perde arkasından örtülü bir biçimde yürütüldüğü görülüyor.

Suudi Arabistan’ın son yıllarda özellikle Kral Selman ve oğlu Muhammed bin Selman’ın veliaht prens olması sonrası gelişen süreçte, İsrail ile normalleşmeye ilişkin adımlar ve İsrail ile ilişkiler konusunda daha görünür ve açık bir siyasete yöneldiği gözleniyor. Bu anlamda her ne kadar fotoğraf karesine yansımasa da Trump’ın Riyad ziyaretinde Mısır Devlet Başkanı Sisi ve Kral Selman ile bir küreye ellerini koyduğu fotoğrafın görünmeyen aktörleri olarak BAE Emiri Muhammed bin Zayed ve İsrail Başbakanı Netanyahu’nun olduğu pek çok haber ve analize konu oldu. Ayrıca o dönemde İsrailli bir blog yazarı olan Ben Tzion’un gayrimüslimlerin girmesi yasak olan bölgelerden biri olan Mescidi Nebevi’den paylaştığı fotoğraflar tartışmalara neden oldu. Bu sürecin sonunda ABD’de başkan değişimi yaşanması ve Küre İttifakı olarak anılan iş birliğinde, Suudi Arabistan’ın beklentileri en az karşılanan aktörlerden biri olması, Suudi Arabistan açısından İsrail ile ilişkilerde yeni sorgulamaları beraberinde getirdi.

Suudilerin Filistinli Gruplara İlişkin Tutumu

Yine tarihte Ortadoğu’daki devrimci hareketlerin güçlendiği bir dönemde Filistinlilerin davalarını yeterince desteklemedikleri gerekçesiyle Arap yönetimlerini tehdit eden açıklamaları Suudi Arabistan’ın tehdit algısına neden olmuştu. 30 Mayıs 1969’da petrolün Akdeniz limanlarına taşınmasında önemli bir işlevi olan Tapline’ın bir bölümünün Filistin Kurtuluş Örgütü tarafından havaya uçurulduğu iddiası, Suudilerin tehdit algısını güçlendirmişti. Suudilerin, Filistinlilerin intikamından duydukları endişe Filistin Kurtuluş Örgütü’nün dünya çapındaki eylemlerinin kamuoyuna yansımasıyla da pekişti. Suudi Arabistan’ın bu tehdit algısı, ilerleyen yıllarda aktörler değişse de benzer şekilde Hamas’a yönelecektir.

Suudi Arabistan, 2000’li yılların başlarında İran ile yakınlaşma eğilimi gösteren Hamas’a karşı mesafeli bir politikaya yöneldi. Özellikle Arap Baharı olarak da isimlendirilen 2011 yılında başlayan Arap Ayaklanmaları sürecinde de Suudi Arabistan’ın bu ayaklanmaların öne çıkan aktörü olarak gördüğü Mısır’daki Müslüman Kardeşler Hareketi ve bu hareketle bağlantılı olduğunu düşündüğü Hamas’a karşı sergilediği tavır bugünlerde yaşanan gelişmeleri anlamak bakımından önemlidir. Suudi Arabistan, bölgedeki halk ayaklanmalarını Suudi monarşisinin güvenliğine tehdit olarak görüyor. Bu ayaklanmaların daha da büyümesi halinde bölgedeki monarşi yönetimlerinin yıkılarak rejim değişikliklerine neden olacağını düşünüyor. Bu bağlamda Suudi dış politikasının en temel dinamiği olan monarşinin sürekliliği, Suudilerin Filistin politikasında belirleyici hale geliyor.

Suudi Arabistan’ın Aksa Tufanı’na Yaklaşımı

Suudi Arabistan, Hamas’ın askeri kanadı İzzettin el-Kassam Tugaylarının 7 Ekim tarihinde İsrail’e karşı başlattığı Aksa Tufanı operasyonuna ilişkin açıklamaları da bölgedeki güncel gelişmelere bakış açılarını yansıtıyor. Suudi Arabistan’dan yapılan ilk açıklamada yaşanan hadiseler karşısında açık taraf olmaktan uzak duran bir yaklaşım gözlendi. Ardından bölge ülkelerinin tutumlarıyla eş güdüm halinde İsrail’e karşı tutum güçlendi. Daha sonra Suudi Arabistan kısa süre içinde İsrail ile normalleşme anlaşmalarının iptal edildiğini açıkladı. Burada Suudi Arabistan’ın Müslüman dünyasında oluşan anlayışa karşı durmayacak şekilde İsrail karşıtı bir tutum takındığı diğer taraftan tehdit olarak gördüğü Hamas’ı desteklemekten net şekilde kaçınan bir politika benimsediği görülüyor. Bu anlamda Suudi Arabistan’ın İsrail’e karşı tutumunda, Trump döneminde beklentilerinin ABD tarafından yeterince karşılanmamış olması da etkili oldu. ABD Dışişleri Bakanı Blinken’ın 7 Ekim sonrası gerçekleştirdiği Suudi Arabistan ziyaretinde, Veliaht Prens Muhammed bin Selman tarafından saatlerce bekletilmesi bu tutumun bir yansıması olarak gösterilebilir. Ancak diğer taraftan Suudi Arabistan’ın monarşinin sürekliliği temelinde Hamas’a karşı olumsuz tutumu perde arkasında güçlü şekilde kendini hissettiriyor.

Suudilerin Politikası Değişir Mi?

Suudi Arabistan’ın Aksa Tufanı sonrası Müslüman ülkelerin beklentilerinin karşısında durmamak için İsrail karşısında konumlandığı diğer taraftan Hamas’ı monarşinin sürekliliğine tehdit olarak görme refleksiyle bir politika geliştirdiği görülüyor. Suudilerin bu politikasının Müslümanların beklentileri yönünde değişmesi için İsrail’in bölgenin güvenlik ve istikrarını bozan en tehlikeli aktör haline geldiği ve bu kapsamda İsrail’in durdurulmadığı sürece bir gün Suudi monarşisini de tehdit etmesinin kaçınılmaz bir son olduğu diplomatik temaslarda gündeme getirilmelidir.

Suudi Arabistan’ın bugüne kadar geliştirdiği politikalara bakarak monarşinin sürekliliğini öncelediği akabinde de Arap halklarının ve bölgedeki toplumların beklentilerinin karşısında durmaktan kaçındığı görülüyor. Bu bakımdan Suudi Arabistan’ın İsrail’e karşı pozisyonunu somutlaştırması halinde Hamas tarafından herhangi bir tehdide maruz kalmayacağı ve İsrail’in ilerleyen süreçte Suudilerin güvenliğini tehdit eden başaktör haline geleceği gerçeği konusunda Suudi yetkililerin farkındalığı artırılmalıdır. Suudi yetkililer bu gerçekleri daha açık şekilde görürse pozisyonlarını yeniden değerlendireceklerdir. Çünkü Küre İttifakı konusunda mevcut Suudi yönetimini temsilen Muhammed bin Selman’ın BAE Emiri Muhammed bin Zayed tarafından İsrail ile ilişkilerin geliştirebileceğinin gösterilmesi halinde ABD’nin desteğinin elde edilebileceği konusunda ikna edildiği ifade edilmiştir. Ayrıca Suudiler, özellikle güvenlik konusundaki çıkarlarını gözeten önerileri göz ardı etmeyecek pragmatik yaklaşımı geleneksel bir politika olarak sürdürüyorlar. Dolayısıyla Suudilerin Gazze’de yaşanan gelişmelerin sonunda İsrail’in kaybeden taraf olacağına kanaat getirmesi ve bölge halklarının Filistin’e destek konusunda baskıları artıracağını düşünmesi, Suudi karar alma süreçlerini etkileme potansiyeli yüksek önemli faktörlerdir. Bu anlamda Suudilerin Aksa Tufanı konusundaki yaklaşımı her ne kadar Hamas yanlısı bir tutuma evrilemeyecekse de en azından İsrail’e baskıları birlikte ve etkili şekilde artırmak için yeni bir anlayışa yönelebilir.

 

[Dr. Mustafa ÖZTOP Orta Doğu siyaseti ve uluslararası ilişkiler uzmanıdır. TRT’de editör olarak görev yapmaktadır]

                                                         

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu