Krizler, savaşlar ve gerilimler. Son yüzyılda yaşananları bu üç kelime üzerinden dahi değerlendirmek mümkün. Egemen güçlerin, takatten düşmüşlüğümüzü fırsat bilerek önce işgal ettiği sonra ise bırakıp giderken topraklarımıza ektiği nifak tohumları filiz verdi, kendi gövdesi üzerinde duruyor artık. Uluslararası nizam pekâlâgaliplerin nizamı olarak tesis edildi ve öylece sürüp gidiyor. Yönetimler, temsilcisi olduklarını iddia ettikleri halklarına rağmen politikalar güdüyor. Yakın siyasi tarihimiz, halklarla yönetimlerin zıt istikametlerde karakterler taşıdığı bir zaman dilimi olarak kayıt altına alınıyor.
Halklarla idareler ayrı menzilleri esas alsalar da modern sonrası eğilimlerin sirayet ettiği yeni dünya, önceki asırlardan farklı toplumsal ve siyasi sonuçlara gebe. Bunu önceki yüzyıllardan bugüne tevarüs eden gelişmelerden rahatlıkla anlayabiliyoruz. Örneğin, ilk kez 19. asırda şahitlik edilen boykot, ardından gelen asırda sivil itaatsizlikle başka bir hüviyet kazandı. Kendileri için takdir edileni kader saymayanların karşı çıkışları, sınırları zarif bir biçimde zorlamalarıydı sivil itaatsizlik. Başarılı olup olunmaması bir yana gelecek nesiller için büyük bir yol açılmıştı.
Hukukun çeperlerinin yanı başında, bazen içinde kalarak, bazen dışına taşarak ama muhakkak herkesin gözü önünde, şiddete müsaade etmeden ve elbette muhtemel müeyyideleri göze alarak yapılan protestolar, gücün yalnız kaba kuvvetten ibaret olmadığını gösterdi. Pekâlâ, silahsız bir eylem de yıkıcı olabilirdi. Hatta durmak bile. Susmak, oturmak gibi sıradan fiiller kitleselleşip belli bir amaca yönelik ifa edilince toplumlar sivilliklerini de tahkim ediyordu.
Sivil toplum kökü hayli eskiye dayanan bir terkip olsa da bugünkü anlamıyla son asırda teşekkül etti. Ortak bir amaç, ortak yöntem, duygudaşlık bir araya getirdi insanları. Hükümet dışı bir aktör olarak karar alma mekanizmalarını harekete geçirmek gibi işlevle hareket eden sivil toplum kuruluşları, yalnız siyasi/hukuki taleplerin merkezleri değildi. Zamanla ekonomi ve diplomasi alanlarında da ciddi talepler yükseltildi. Talep çeşitliliğinin artması sivil toplum kuruluşlarının tematik çalışmasını beraberinde getirdi. Diğer yandan ise benzer sorunları berhava etmek üzere faaliyet gösteren sair ülkelerdeki kuruluşlarla birlikte hareket edip, eylemin çapını büyütmek yoluna gittiler. Bu yol siyasilerin yahut medyanın dilinde müphemleşen ‘uluslararası kamuoyu’nu somutlaştırıyordu.
Küresel çapta yürütülen sivil faaliyetlerin önemli bir taşıyıcı gücü olarak medya ise hep oradaydı. Haber kaynağı olan bu yerler elbette boş bırakılamaz, toplumsallaşmış bu eylemler bir malzeme olarak zayi edilemezdi. Doğrusuyla yanlışıyla kamuoyuyla paylaşıldı olan biten. Hükümetlerin cevapları, geri adım atmaları, pazarlıklar, sivil toplumun tavır değişiklikleri fikri takip açısından bereketli unsurlardı. Yalnız haber de değil, yaşanan hadiseler sinemadan televizyona kadar ciddi miktarda işlenecek veri birikmesini sağlamıştı. Tepe tepe kullanıldı bu veriler. Hepsi nakış nakış işlendi medya marifetiyle. Ne filmi kaldı, ne belgeseli. Ne tefrikalar bırakıldı geride ne de yeni kahramanları icat etmek.
Medyanın toplumsal mesuliyeti, vakayı insanlara nakletmekti elbette. Hadiseleri olduğu gibi aktarmak bir mükellefiyetti basın için. Şimdilerde artık inandırıcılığını neredeyse tamamen kaybetse de tarafsızlık mottosuyla iş tutmak bir zaruret mesabesindeydi. Bu durum en azından yayın politikalarında aşırı gitmeyi engelleyici bir fonksiyon icra ediyordu. Ne var ki dünyanın geçirdiği süreçler ile medyanın dönüşümü kantarın topuzunu kaçırmaya başladı. Dünya savaşlarının ardından gittikçe kutuplaşan, kutuplaştıkça katılaşan bloklar arasındaki gerilimden kaynaklanan soğuk rüzgarlar yalnız diplomasi koridorlarını değil basını da etkilemişti. Aidiyet, mensubiyet ve irili ufaklı çıkarlar medyayı kamplaştırmıştı. Her blokun hinterlandında bulunan medya organları söylemleri kendi dünya görüşleri doğrultusunda kuruyorlardı.
Diplomatik, ideolojik ve iktisadi ayrışmalardan medya da nasibini almıştı almasına ama mekanik dünyanın dijitale hızla dönüşümü gidişatın seyrini köklü bir biçimde değiştirdi. Ana akım medya tesirini henüz tam manasıyla yitirmese de tekilleşen medya ile sosyal medyanın zemini, medyanın insicamı hususunda yeniden düşünmeye, hakkında ciddi araştırmalar yapmaya sevk etti. Bilhassa Batı’dan neşet eden manipülatif medya alışkanlıkları ile sosyal medyanın nezaketle ‘kısıtlama’ diye ifade edilen sansür stratejisi kitleleri direkt etkiliyor.
Medyanın aynı zamanda reklam mecrası olması, sermaye ve politik güç merkezleriyle dirsek temasında olması yayın politikalarının belirlenmesinde mühim bir yer işgal ediyor. Adı sanı belli majör basın kuruluşları bu tip gerekçeleri sıkıştıkça meslek ahlakını hiçe saymak için kullanıyor. Ama gelinen noktada mızrak çuvala sığmıyor. Yalan yanlış haberler, yapılan tek taraflı yayınlar, merkezi bırakmak istemeyen medyanın kötü alışkanlıkları olarak not ediliyor, eskisi gibi güven ilişkisi üzerinden yaklaşımlar sergilenemiyor. Sosyal medyanın bir kısmı ise yanlışın yayılmasına bile isteye aracı olurken hakkın hakikatin sesinin işitilmemesi için canhıraş bir çaba sarf ediyor. En ‘çoğulcu çağdaş mecralar’ gerçeği ideolojilerine kurban veriyor ve yeryüzünün her köşesinde kitleler bunu görüyor.
Son dönemlerde kitle-medya ilişkisini en iyi yansıtan unsurlardan biri Batı’da yapılan protesto gösterileri esnasında göstericilere mikrofon uzatan habercilere yapılan muameleler. Mikrofonun üzerindeki logoya bakarak yayın politikasını bilen kişiler sorulan çanak soruları reddediyor, habercinin oyununa gelmiyor ve bizatihi o ekranda, o mecrayı protesto ediyor. Sözü geçen basının bunu yayımlamasına lüzum kalmadan zaten herkesin cebinde bulunan kameralar olanı biteni kaydedip habercilik yaptığı iddiasıyla ajandasını izhar eden kişilerin düştüğü durumu kamuoyuna servis ediyor. Vicdanların öfkesinden basın da payına düşeni alıyor. Sosyal medyada da kısıtlama yapılan mecralar diğer sosyal platformlar vasıtasıyla protesto ediliyor.
Protesto, derinlerde hâlâ bir ümidin kaldığının işareti olabilir. Protesto eylemleri, “Bu hali reddediyorum, seni ikaz ediyorum, kendini düzeltmelisin” kabilinden bir eylem olarak anlaşılabilir. Protestocu ile protesto edilen arasında ilişkinin seyri, tarafların yaklaşımlarına göre belirlenebilir. Buna mukabil başta ifade edilenleri de akılda tutarak örselenmiş olan bu ilişkide bir adım sonrasının yaşanması da mukadder. Haber almayı reddetmek, her fırsatta güvenilmez mecralar olduklarına dair sesleri yükseltmek de yakında yoğun olarak şahitlik edeceğimiz boykotlar olabilir. Postmodern bir aforoz gibi kitlelerin büyük büyük yığınlar halinde reyting düşürdüğü, sosyal mecraları terk ettiği, istatistikleri aşağı çektiği, etki alanı alabildiğine daraltacağı, alternatif mecraların açılıp etkin kullanıldığı bir protestonun küresel ölçekte yapılması hiç de şaşırtıcı olmayacaktır.
Anlaşılan o ki, iletişim çağında, uluslararası kamuoyunun, sivil toplum kuruluşlarının bir arada hareket edebildiği bir vasatta, vicdansızlıklara karşı çıkan kitleler aynı motivasyonla medya boykotunu güçlü bir şekilde yapacaktır. Gerçeğin saklanmasının, çarpıtılmasının vicdanlara sığmadığını dile getiren mevcut medya düzenine tahammülü kalmamış kitlelerin meydanlara inmesine dair motivasyon ile örtüşen yeni eylemlerin sayısının artacağı öngörülebilir bir noktaya ulaşmış vaziyette.
Medya gelinen nokta itibarıyla tüketimi teşvik edici bir erk. Sistemle ilişkisinin temelini oluşturan sacayaklarından biri bu. Dolayısıyla tüketim toplumu yaratarak kendi dinamizmini temin eden mevcut düzende ise bilhassa tüketmemeye dair eylemler ekonomik olarak ağır hasarlara yol açabiliyor. Bu hem medya hem iktisadi açıdan hasar demek. İsrail’in son soykırım teşebbüsüne mukabele etmek adına hedefe konan kahve zincirlerinden hızlı yemek işletmelerine kadar pek çok firmanın ciddi zarar ettiği biliniyor. Kitleler zulme ortak olana cezayı kesebiliyor. Bu özgüvenle taleplerini dillendiren kitleler cari medya düzenini de sarsıyor.
Sonuç olarak uluslararası düzenin tahkimi noktasında kullanışlı bir aparat olarak görülen konvansiyonel medya ve sosyal medya mevcut düzene bir tehdit unsuru haline gelebilecek vaziyete doğru ilerliyor. Toplumları ve uluslararası düzeni sürdürmenin yegâne unsuru olan medya kuruluşlarının bizatihi kendisinin bir protesto unsuru haline gelmesi, belki de kitlelerin ‘güçlü’ gördükleri aktörlere yöneltemedikleri öfkelerini medya kuruluşlarına yöneltiyor.