İsrail Filistin Meselesinin Kızıldeniz Cephesi: Husilerin Etkisi ve Körfez’in Açmazları

7 Ekim’de düzenlenen Aksa Tufanı Operasyonu, askeri ve istihbari olarak İsrail’e vurduğu ağır darbenin ötesinde bölgesel anlamda da büyük öneme sahipti. Operasyonun Filistin meselesi özelindeki anlamının yanı sıra bölgesel ve küresel etkiler yaratma hedeflerinden de sıkça bahsedildi. Örneğin; Aksa Tufanı’nın amaçlarından birisi İsrail ile Körfez arasındaki normalleşme masasını yıkmak ve ülkeleri geleneksel pozisyonlarına geri çekmekti. İlk günlerde bu başarılacak gibi görünse de Körfez’den gelmeyen sert adımlar ve özellikle BAE’den gelen ılımlı İsrail sinyalleri ile bu hedefin gerçekleştirilemediği söylenebilir.

Ancak bu operasyonun en büyük hedefinin, 7 Ekim’de yaratılması planlanan askeri başarı ortamı ve İsrail’i paralize etme girişimi sonrası İsrail’in zafiyetinin bölge ülkeleri veya aktörleri tarafından görülmesiyle krizin bölgesel bir savaşa dönüşmesi olduğu söylenebilir.

Körfez’in Filistin’e yıllardır azalan ilgisi, son dönemdeki normalleşme girişimi ve Hamas’tan tehdit algılaması sebebiyle Filistin lehine olurken Hamas’ın da lehine olabilecek bir belirsizliğe girişmeyeceği ve savaşa dahil olmayacağı açıktı. Körfez harici Arap devletlerinden Mısır’da da Sisi’nin iç politikadaki pozisyonu ve Hamas’ın ideolojik olarak İhvan kökenleri düşünüldüğünde böyle bir girişimde bulunması zor görünüyordu. Ürdün ve Irak’ın durumunu da düşününce geriye iç savaş ortamındaki Suriye ve Yemen ile Lübnan kalıyordu. Esed rejiminin bir İran/Rusya vekil aktörüne dönüştüğü bu ortamda müstakil bir girişimde bulunacak ne iradesi ne de kapasitesi bulunuyordu.

Lübnan ve dolayısıyla Hizbullah, Hamas’ın bu savaşı bölgeselleştirme stratejisinde hayati bir role sahipti. Buradaki temel amaç, Hizbullah’ın kuzeyden cephe açmasıyla, zaten 7 Ekim’de ciddi bir zafiyet yaşamış İsrail’in 2 cephede birden savaşmasının imkânsızlığı karşısında zor duruma düşmektense tavizler vermesi, Gazze’deki ablukanın kırılması ve statükonun değiştirilmesi olacaktı. Ancak Hizbullah’ın ne yerelde Lübnan’da bir savaşı kaldıracak ortamı vardı ne de böyle bir savaşa doğrudan müdahil olma gibi bir niyeti vardı. Üzerine İran’ın, direniş ekseninin önemli bir bileşeni ve bölgedeki en değerli vekil aktörü/müttefiki olan Hizbullah’ı böyle bir belirsizliğe sokması da beklenemezdi. Öte yandan İran için Hamas’ın her ne kadar son yıllarda askeri bir yakınlık olsa da direniş eksenine bağlı olmayan, yani İran’ın kontrolünde veya nüfuz alanında bulunmayan Hamas için böyle bir savaşa kendisini ve yerel ortaklarını riske atması da makul durmuyordu. Dolayısıyla Hamas’ın bu savaşı Hizbullah üzerinden bölgeselleştirme planı, buna isteksiz başka aktörlere dayanan bir hedef olması sebebiyle başarısız oldu denilebilir.

Direniş Ekseninin Bir Parçası Olarak Husilerin Saldırıları

Tüm bunların ortasında Yemen’de İran destekli Husilerin önce İsrail’e savaş ilan ettiğini, daha sonra ise Kızıldeniz ve Babülmendep civarında İsrail bandıralı gemileri hedef alacağını açıklaması, ilk aşamada sembolik ve sansasyon yaratma temelli kontrollü bir hamleydi. Bu açıdan da İran’ın 7 Ekim sonrası ince bir çizgide devam eden kontrollü gerginlik stratejisinin bir devamıydı.

Öyle ki Lübnan sınırında Hizbullah ile İsrail arasında yaşanan karşılıklı hava saldırıları ve topçu atışları statükoyu kıran bir nitelikten öte tarafların karşılıklı el yükselttiği ve aslında savaşta yeni bir cephe açmaktan kaçınırken savunmalarından da ödün vermedikleri bir doğaya sahipti. Suriye’de Golan çevresinde yapılan sembolik topçu atışları da benzer bir niteliğe sahipti. Buna karşılık olarak İsrail’in Şam ve Halep havalimanlarını vurması da Lübnan’dakine benzer bir dinamiğin yansımasıydı.

Ancak Yemen’de süreç içerisinde Husilerin saldırısı farklı bir noktaya evrilerek İran’ın bu stratejisinin dışına çıkmaya başladı. İlk aşamada herhangi bir stratejik etki üretmeyen savaş ilanı ve ufak saldırılar daha sonra deniz ticaretini tehdit eden ve dolayısıyla uluslararası ticaret için bir ekonomik maliyet yaratan bir hâl aldı.

En büyük deniz taşımacılığı firmalarının Kızıldeniz yerine Ümit Burnu üzerinden çok daha uzun bir rotayı tercih etmeleri de bu maliyeti artıran bir durumda. Dünya deniz ticaretinin yüzde 30’unun geçtiği bir rotanın bir güvenlik riskine sahip olması navlun fiyatlarını artırdığı gibi şirketleri de ciddi anlamda zora soktu.

İşte bu noktada Husiler, 7 Ekim’de Hamas’ın beklediği şekilde, savaşın bölgeselleştiği ve İsrail’e farklı açılardan maliyet üretilen stratejik bir etki yaratmaya başladı. Ancak bu etki oldukça geç bir zamanda geldi. Dolayısıyla bu aşamadan itibaren ABD’nin sürece hızlıca müdahil olması, 7 Ekim sonrası Biden’ın İsrail katliamlarına rağmen uyguladığı politikanın kaçınılmaz sonucu olarak ABD’yi krize bağlayan bir adım olarak öne çıktı.

Körfez’in 7 Ekim Sonrası Azalan Özgül Ağırlığı

Körfez ülkelerinin ABD koalisyonuna dahil olmaması oldukça dikkat çekici. Zaten Suud’un Husilere karşı sert bir adımdan çekindiği, BAE’nin ise daha şahin politikaları savunduğu iddia ediliyordu. Husilerin geçmişte de yarattığı ve yaratabileceği maliyetler düşünüldüğünde bu durum pek de sürpriz görünmüyor. Ayrıca zaten İsrail katliamlarına bu denli sessiz kaldıkları bu ortamda bir de ABD önderliğinde İsrail lehine bir koalisyona girmek Körfezi oldukça zor duruma düşürebilirdi. Ancak Suud’un, Husilerin verebileceği zarar ve artırabileceği maliyetleri göz önünde bulundurarak net bir adım atmaktan kaçınması aslında Husiler ve özellikle İran’a karşı önemli bir zayıflık göstergesi olarak okunabilir. Her ne kadar normalleşme müzakereleri olsa da bölgesel rekabetin devam ettiği bu şartlarda Körfez’in aktörlüğü ve özgül ağırlığı iyice azalmış gibi görünüyor.

ABD ile doğrudan bir çatışma veya Körfez tankerlerine verilecek bir zarar Suud ile yapılan barış müzakerelerine zarar verme ihtimalinden dolayı çok mümkün görünmüyor. Bu yüzden Husiler, ABD’nin koalisyonu ile değil İran’la arka kapı diplomasisi ile ve Suud’un Husilerle kuracağı diyalog kanalları ile durdurulacak veya sınırlandırılacaktır. Bu da Husilerin en azından ilk aşamadaki sembolik eylemler düzeyine geri dönmesi ve yarattığı stratejik etkinin azalacağı bir noktaya gerilemesi şeklinde gerçekleşebilir. Yani Husiler, bu saldırılarla bir yandan hem Yemen’de hem bölgede gücünü artırırken, diğer yandan seçici ve kontrollü hedef seçimiyle maliyetin üzerine yüklenmesinden de kaçınabiliyor. Bu yüzden Körfez ile Husiler arasında ilginç bir centilmenlik anlaşması var gibi görünüyor. Husiler petrol tankerlerini hedef almıyor, Körfez ise Husilere karşı net bir adım atmaktan geri duruyor.

ABD’nin İsrail Açmazı

Ancak ABD’nin başarısız koalisyonu da karşı cepheyi cesaretlendiren bir adım olabilir. Bir de üstüne, ABD’den dozu artan İsrail eleştirileri düşünüldüğünde ABD’nin bir açmaz içinde olduğu söylenebilir. Yani ilk 2 ay boyunca İsrail’e verilen kayıtsız şartsız destek İsrail’in ilk günlerde ölümcül olabilecek bölgesel bir savaşı şu an isterse çıkarabilecek bir lükse erişmesine sebep oldu. ABD’nin desteği bu cüreti sağladı. Şu an bu cüreti sınırlaması gereken Biden yönetimi de Husilere yönelik sert bir müdahalede bulunursa İsrail’in maliyetlerini yüklenerek yine bir lüks ortamı yaratmış olacak. Dolayısıyla zor bir denklem var gibi görünüyor.

Biden’ın Husileri terör örgütü listesinden çıkarması da bu aşamada ABD’yi zora sokan bir durum oldu. Tüm sürecin ABD’nin Husilere ve İran’a karşı ciddi anlamda çöken yatıştırma ve sınırlama stratejisinin bir sonucu olduğu görülmeli. İran etkisi sınırlandırılamadığı gibi Husilere verilen tavizler de Husileri ve İran’ı yatıştırmak yerine iştahlandırmış ve bu saldırıları yapma cüretini vermiştir. Kısacası ABD ne Ortadoğu’nun ve dünyanın jandarmalığını tam anlamıyla yapabiliyor ne de tam anlamıyla neo-izolasyonist bir politikaya geçebiliyor. Dolayısıyla ABD, İsrail’in katliam politikalarına destek vermesiyle ve süreç içerisinde yaptıklarıyla Ortadoğu’da da yalnızlaşmış durumda.

Diğer taraftan İran’ın ne de Hizbullah üzerinden, 40 yıldır sembolik olarak köpürtülerek uğruna ordu bile toplanan Filistin için bir savaşa girmeyeceği belli oldu. Dolayısıyla Husilerin son dönemde yarattığı etki de İran için bu imajını toparlamak adına bir fırsattı. Bu yüzden de İran, şu an Husiler üzerinden elde ettiği bu kozdan kolay vazgeçmek istemeyecek olsa da belirli bir dengeyi gözetecektir.

Sonuç olarak Husilerin saldırıları yerel düzeyde Yemen’de daha güçlü bir pozisyona sahip olmalarına sebep oldu. Bölgesel düzeyde ise sembolik adımların ötesine geçerek İran’a direniş eksenine dahil bir aktör olarak ABD ve İsrail’e karşı küresel etkiler de üretebilecek yeni bir cephe kazandırdı. Küresel düzeyde ise ABD’nin jandarma rolüyle bölgeyi terk edip Çin’le rekabete dönme hayallerini suya düşürecek bir dert üretti. Ancak Biden yönetiminin Kızıldeniz koalisyonunda çok uluslu bir yapı kurmadaki başarısızlığı da krize dahil aktörlere farklı pozisyonlara sahip olma fırsatı açabilecektir.

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu