Bu hafta Avrupa Birliği üye ülkeleri yeni bir göç ve sığınmacı anlaşması üzerinde mutabık kalarak Dublin Yönetmeliği olarak bilinen bir sığınma başvurusundan hangi üye ülkenin sorumlu olduğunu belirleyen sistemi revize ettiler. Tabi ki alınan kararın her bir üye ülkenin kendi vatandaşları tarafından da onaylanması gerekliliği sebebiyle 2026’dan itibaren faaliyete geçmesi bekleniyor. Bu yeni düzenleme insan hakları ve sözde “Batı değerleri” açısından bir fiyaskodan ibaret. Normalde AB sınırları dahilinde bir ülkeye sığınmacı talebiyle başvurmuş ve yasa dışı yollarla oraya ulaşmış birinin en azından başvurusu sonuçlanana kadar ilk adım attığı ülke tarafından her ihtiyacının insani şartlarda sağlanması beklenir. Ancak son yıllarda göç dalgalarının önünün alınamaması bu şartları oluşturmada en büyük maliyeti yüklenen İspanya, İtalya ve Yunanistan gibi doğrudan göç rotasında olan Akdeniz ülkeleri için bir sorun teşkil ediyordu. Bu sebeple alışıldığı üzere ikiyüzlü bir yaklaşımla göçmen taşıyan botların batırılması gibi birçok vaka bu ülkelerde artık haber değeri bile taşımayan bir gerçeklik halini aldı.
Bu yeni karar sonucunda artık sığınmacıları kabul etmek istemeyen ülkeler, sığınmacıların ilk ayak bastığı ve başvuru inceleme sürecini geçirdiği ülkelere kişi başına 20 bin Euro ödeme yapmak zorunda kalacak. Diğer bir deyişle parasını veren artık sığınmacı almayacak. Öte yandan kararın belki de en önemli tarafı bu ülkelerin gelen sığınmacıların bir güvenlik sorunu yaratabileceği endişesiyle mücbir sebep gerekçe göstererek veya kriz durumu ilan ederek hâlihazırda uygulanan kuralların da bir kısmını askıya alabilecek olması. Burada gerekli şartlar tamamen esnek bırakılarak ülkelere ciddi hareket alanı sağlamıştır. Tabi bütün bunlar bugün ortaya çıkmadı. Örneğin, tekil olarak Fransa sığınmacıların vatandaşlık alma şartlarını zorlaştırmanın ve sığınmacıların çocuklarının orada doğmasına rağmen Fransız kabul edilmemesinin önünü açacak uygulamaları yakın zamanda hayata geçirdi. Yine eski bir AB ülkesi olan İngiltere de yakın zamanda sığınmacıları Ruanda’ya gönderme planını ortaya koymuş ancak bu plan yüksek mahkemece reddedilerek hayata geçmemişti. Yani Avrupa’da göçmen karşıtlığı artık siyasal alana hükmeden bir gerçeklik halini aldı. Diğer bir deyişle normatif aktör iddiasındaki AB özellikle 2003 yılından bu yana ortaya koyduğu uluslararası alanda proaktif bir aktör olma ve dolayısıyla krizlerin önüne geçerek kendisini de güvenli ve müreffeh kılma hedefinden çok uzakta yeni bir siyasal düzlemin mahkûmu olmuş durumda.
AB’nin Normatif Aktör İmajı?
Avrupa Birliği 2003 yılında yayımlanan Güvenlik Stratejisi’nde (ESS) yakın coğrafyalardaki krizlere yönelik aksiyon alınmasını mümkün kılacak bir dizi hedefi ortaya koyan Ortak Güvenlik ve Savunma Politikası mekanizmasını tanıtmıştı. Belgeye göre AB artık küresel bir aktör olarak kendisini etkileyen krizleri yerinde çözecek askeri ve sivil araçlara sahip olması gerekliliği vurgulanıyordu. Öne çıkan tehditler ise “failed states” kaynaklı terörizm, yasa dışı göç, uyuşturucu ve silah kaçakçılığı gibi meselelerdi. Belgenin temel söylemi ise AB’nin kendi içinde sözde Batı değerleri çatısı altında sağladığı refahın bozulmaması için aynı değerlerin kriz bölgelerinde de çeşitli düzeylerde angaje olarak yeşermesini sağlamak olduğu anlaşılıyordu. Tam da bu sebeple askeri müdahale yoluyla krizlerin kontrol altına alınması hedeflenirken, sivil mekanizmalarla da kriz sonrası yeniden inşa sürecinin “en demokratik ve insani” şekilde yürümesini sağlamak amaçlanıyordu. Kâğıt üstünde nasıl yapılacağı hususunda pek bir şey söylemeyen bu belge yine de makul bir vizyon ortaya koyuyordu. Aynı dönem kökleri 90’lara uzanan ve 2004 genişlemesiyle artık elzem hale gelen Komşuluk Politikası da yine stabil olmayan çevre ülkelerin kabaca daha demokratik ve insan haklarına saygılı ülkeler haline gelmesi durumunda AB’den daha çok ekonomik destek alacağını taahhüt eden bir yaklaşımdı. Kısaca AB ilk kez krizleri yerinde çözerek kendi “refah” yahut “barış” bölgesini muhafaza etme düşüncesindeydi.
Bugün ESS’nin yirminci yılında ise karşımızda tamamen başarısız bir dış politika aktörlüğü örneği var. Operasyonel olarak incelendiğinde AB’nin riskli gördüğü alanlara hiçbir şekilde askeri olarak angaje olmadığı, yapılan askeri operasyonların ise krizlerin yapısal sorunlarına asla çözüm üretme amacı taşımadığı ortaya çıkıyor. Yine sivil misyonlara bakıldığında ise sadece bir şey yapıyor gibi görünmeye yarayan düşük bütçeli otuz civarı proje karşımıza çıkıyor. Hâl böyleyken sahada ESS’nin koyduğu krizleri yerinde çözme amacı sonuca ulaşmamış gözüküyor. İşin Batı normları tarafında ise tablo daha da kötü. Her ne olursa olsun AB ülkelerinin hem kendi iç politikalarında hem uluslararası alanda en önemli rıza üretim mekanizması insan hakları çerçevesinde yürüttükleri algı çalışmaları. Zaten askeri olarak söz sahibi olabilecek kapasiteden uzak olmaları kendilerini tamamen NATO çatısı altında Amerikan caydırıcılığına bağımlı hale getirirken başka bir şansları da yok. Sahip oldukları refah ve hukuk düzeni onları olduklarından büyük gözükmelerini sağlayacak bir üstünlük mekanizmasının vitrini konumunda. Ancak Filistin, Afganistan, Irak, Sudan, Kongo, Suriye, Somali, Libya ve daha fazlası AB’nin normatif aktör olduğu iddiasını her geçen gün biraz daha çürüten kriz alanları olarak bu yirmi yıllık süreçte karşımıza çıkıyor.
Normatif Aktörlük Gerçekçi Bir Hedef Miydi?
Kurumsal olarak hem AB hem de üye ülkeler için bu başarısızlığın temel sebebi Amerikan desteğiyle parlatabildikleri imajlarını sahada kazanım sağlayacak bir araç haline dönüştürecek kabiliyetlerden uzak olmaları. Türkiye Cumhuriyeti üzerinden bir karşılaştırma yapacak olursak, Suriye’de insani olarak Rejime karşı pozisyon almak konusunda AB ülkeleri ve Türkiye 2011 yılında aynı tondan söylem üretiyorlardı. AB için “Assad must go” söylemi bir propaganda halini bile almıştı. Ancak sahada rejimi onca katliamdan alıkoyacak caydıracak, bir güvenli bölge oluşturacak veya en azından güvenli bir koridor oluşturacak hiçbir adım atamadılar. 2015 yılına gelindiğinde ise Rejime yönelik retorik yerini DAEŞ karşıtı söyleme bırakıp ABD liderliğinde bir koalisyonla yapılan hava operasyonları ve Rakka’da olduğu gibi sebep olunan sivil ölümlerinin sayılamadığı bir AB politikası karşımıza çıkıyor. Türkiye ise kabiliyetleri ölçeğinde benzer durumlarda Libya’da meşru hükümete verdiği destek ile stabil alanlar oluşmasına katkı sağlarken Suriye’de ise askeri gücü sayesinde doğrudan bir güvenli bölge oluşturarak binlerce insanı savaştan uzak yaşamalarına imkân sağlıyor. Yahut Ukrayna’da savaşa arabuluculuk yaparak muhtemel bir tahıl krizinin fakir ülkelerde yaratacağı sorunların önüne geçebiliyor. Yani normatif aktörlük iddiasında bulunan AB’den yine Batı tanımlamalarıyla daha normatif bir aktör olduğunu gösterebiliyor. Dolayısıyla ne 2003 yılında ortaya koyulan hedefler gerçekçiydi ne iddia ettikleri normatif aktörlük. AB hem kurumsal olarak hem üye ülkeleriyle uluslararası siyasette söz hakkı yani aktörlüğü her an daha da ikincil hale gelen bir cam fanustan ibaret olduğunu gösteriyor. Bugün ortaya çıkan bu yeni göçmen karşıtı siyasal düzlemi de artık Avrupalılarda yarattığı çaresizliğin bir yansıması olarak bu fanustaki çatlaklardan bir tanesi olarak nitelendirmek herhâlde yanlış olmayacaktır.