Türkiye-AB-ABD İlişkilerinde Küçük Devletlerin Rolü: Yunanistan ve İsveç

Hatırlanacağı üzere temmuz ayındaki NATO Vilnius Zirvesi uzun bir periyodun ardından Türkiye-ABD-AB ekseninde süreklilik arz eden tansiyonun görece azaldığı yeni bir safhaya geçilmişti. Öyle ki Cumhurbaşkanı Erdoğan İsveç’in NATO üyeliğini meclise göndereceğini açıklamış ve AB ile ilişkiler için de diyaloğa açık olduğunun sinyallerini vermişti. Geçtiğimiz günlerde ise benzer bir durum Türkiye Yunanistan ilişkileri için yaşandı. Bir süredir karşılıklı ılımlı açıklamalar neticesinde Sayın Erdoğan’ın Yunanistan ziyareti ikili ilişkilerde diyalog vurgusu ve hatta Türk vatandaşlarına bir haftalık geçici turizm vizesi gibi beklenmedik bir Yunan jestiyle sonuçlandı. Bilindiği üzere iki ülke arasında başta Kıbrıs ve Ege Adaları olmak üzere, Doğu Akdeniz enerji kaynakları, azınlıkların durumu gibi birçok alanda devam eden anlaşmazlıklar mevcut. Bu sebeple yaşanan gelişmeler neredeyse sıcak çatışmaya evrileceği düşünülen ikili ilişkilerin Ege’de pozitif bir atmosfere yerini bıraktığı düşüncesiyle medyada da geniş yer buldu. Yani AB ile yeni bir diyalog sürecine girilirken Yunanistan’la da benzer bir sürecin işletilmeye başlandığı anlaşılıyor. Peki sistematik şekilde devam eden bu politikanın sebebi nedir? Bu pozitif gündem nasıl mümkün oldu? Bu soruya cevap verebilmek için ABD-Türkiye ilişkileri üzerinden yapılacak bir okuma kapsamlı bir analizi mümkün kılacaktır.

Türkiye’nin Hamle Avantajı

Türkiye-ABD ilişkilerinin son yıllarda dinamiğini Türkiye’nin doğrudan ulusal güvenliğini etkileyen meselelerde ABD’nin sürekli aleyhte pozisyon aldığı gündemler belirliyor. Özellikle PKK-YPG-PYD’ye ve FETÖ’ye verilen açık destek, S400 yaptırımları, F35 meselesi ve Doğu Akdeniz’de Yunan tezlerine verilen koşulsuz destek burada en öne çıkan meseleler. Öte yandan AB ülkeleri de aynı konularda ABD’nin peşine takılmayı tercih ediyor. Dolayısıyla ABD’nin Türkiye’yi bölgede PKK gibi terör örgütleri ve Yunanistan gibi küçük devletler ile bir vekillik ilişkisi kurarak sürekli zorlama çabası anlaşılıyor. Suriye’de ABD bayrağı altında varlığını sürdüren PKK uzantıları ve Yunanistan’da belli bölgelerde Amerikan üslerinin kuruluyor olması benzer bir vekil ilişkisi şeklinde okunabilir. Ancak Türkiye ise bu konuların hepsinde gelen baskılara rağmen tavizsiz şekilde pozisyonunu korumayı başardı. Özellikle Doğu Akdeniz’de Yunanistan üstünden AB ile ve PKK-PYD-YPG üstünden ABD ile devam eden anlaşmazlıklar Türkiye’nin proaktif bir mücadele biçimini askeri kapasitesiyle de destekleyebilmesi sayesinde ilişkilerin kilitlendiği bir manzara ortaya çıktı. Batı ülkelerinin tansiyonun pik yaptığı dönemlerde ellerinde Türkiye’ye karşı kullanabilecekleri her ekonomik ve siyasi yaptırımlara başvurmuş olması ve hatta darbe yapmaya dahi girişmelerine rağmen Türkiye’yi bu konularda caydıramamış olması gelinen noktada inisiyatifi Türkiye’ye geçirdi. Yani ilişkiler NATO müttefiki ülkeler arasında ne kadar kötüye gidebilecekse zaten gitti. Dolayısıyla Türkiye için artık ABD ve AB’ye yönelik artık bir hamle avantajı oluşmuştu.

Ukrayna’da başlayan savaş ise bu açıdan yeni bir fırsat penceresi oluşturdu. ABD’nin doğrudan Rusya’yı caydırmak yerine, Ukrayna’da AB ülkeleri ve Rusya’nın birbirlerini tüketeceği bir savaşı tercih etmesi bölgede dengeleri göreceli olarak değiştirdi. Özellikle tarafsızlığıyla nam salmış İsveç ve Finlandiya’yı NATO’ya alarak Rusya-Ukrayna Savaşı’nı bütünüyle bir Avrupa-Rusya mücadelesi haline getirme amacı bir NATO üyesi olarak veto yetkisi olan Türkiye’ye AB’nin özellikle terörle mücadele konusunda ikircikli tavrını bütün bir Batı medyasının yüzüne vurabileceği bir imkan yaratırken, İsveç ve Finlandiya’nın Rus tehdidine karşı NATO üyeliği için her şeyi yapmayı kabul edecekleri bir senaryo Türkiye için önemli bir pazarlık kozu haline geliverdi. Bu noktada ABD devam eden pazarlıklarda Türkiye’yi İsveç’le muhatap ederek meseleyi uzatırken, Türkiye de üyelik başvurusunu meclise göndererek Amerika’nın hamlesini boşa çıkarmıştı. Bu noktada Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İsveç konusunda yaptığı hamle ve AB ile normalleşme sinyallerini 13 Temmuz’da TAV’da yazdığım bir yazıda “İsveç’e onayı ver F-16’ları al gibi başı sonu belli bir pazarlıktan ziyade Türkiye daha uzun soluklu, AB-ABD-Türkiye ekseninde ve içinde F-16/F-35 alımı, AB üyelik süreci, gümrük meselesi ve serbest dolaşımın da olduğu çok boyutlu bir müzakere sürecini tercih etti[1]” şeklinde yorumlamıştım. Aslında Vilnius Zirvesi bu açıdan Türkiye’nin elindeki hamle üstünlüğünün istediği gündemleri nasıl dikte edebilmesini sağladığını da göstermişti.

Yunanistan’la Pozitif Atmosfer

Türk-Yunan ilişkilerinde oluşan olumlu atmosferin bu noktada Türkiye’nin Batı ülkeleriyle devam eden bu çok boyutlu müzakerelerin bir parçası olarak değerlendirilmesi gerekir. Çünkü Yunanistan küçük bir devlet olarak Türkiye ile arasında ikili bir rekabet olabilecek bir aktör değil. Bu gibi küçük devletler temelde otonomilerini korumak için kendi kaynaklarının yetersizlikleri sebebiyle başka ülkelerin veya ittifakların kanatları altına girmek zorundadırlar. Burada özellikle ittifak lideriyle yakın ilişkiler geliştirmek için yapabileceği her şeyi yapmak durumundadırlar. Günümüz tek kutuplu düzeni üzerinden konuşacak olursak da burada ABD ile ilişkileri gözetmek, yeri geldiğinde onun bir vekili gibi üçüncü ülkelerle tansiyonu artırıp yükseltmek yahut ABD lehine algı çalışmalarının parçası olmak ellerindeki az seçeneklerden bazıları olarak gözüküyor. Yani sistemin en güçlü ülkesine doğrudan bağımlı olup onun kanatları altına girerken diğer ülkelere yönelik yaptıkları dış politikanın da maliyetlerini bu şekilde minimize etme eğilimindedirler. Hâlihazırda hareket imkanları çok düşük olan küçük devletler bu şekilde en azından hayatta kalmayı garantilerken, ABD’nin gölgesi altında gerektiğinde statükonun devamlılığı için üçüncü ülkelere yönelik saldırgan politikalar da uygulayabilirler.

Örneğin, İsveç’in Rus yayılmacılığı karşısında NATO üyeliğini talep etmesi aslında Rusya’nın da bölgede hareket alanını daraltan bir gelişme olması sebebiyle saldırgan bir politika olarak yorumlanabilir. Keza Yunanistan’ın adaları silahlandırması yahut Amerikan üslerini kendi ülkesinde kabul etmesi aynı mantıkla cereyan eder. Aslında süregelen statükoyu devam ettirmek üzere atılmış adımlardır bunlar. Ancak bu hamleler doğrudan o ülkelerle ikili rekabetten değil aslında hegemonun güvenlik şemsiyesinin dışında kalmamak üzere onun isteyeceği doğrultuda yapılmış hamlelerdir. Yani inisiyatif kendilerinde değildir dolayısıyla Yunanistan ile Türkiye arasındaki sorunlar veya İsveç ve Rusya arasındaki tansiyon bir rekabetten doğmaz. Yunanistan’ın burada Türkiye ile denk bir aktörmüş gibi rekabet edebilmesinin sebebi Türkiye ve ABD arasında devam eden örtülü mücadeledir. İsveç örneğinde de bu Rusya-ABD arasındaki açık mücadelenin bir sonucudur. Tam da bu sebeple Cumhurbaşkanı Erdoğan meseleyle alakalı “iki ülke (Türkiye ve Yunanistan), üçüncü tarafların müdahalesine ihtiyaç duymadan sorunlarını suhuletle çözebilecek birikime, tecrübeye ve iradeye sahiptir” demiştir.

Türkiye’nin 2000’li yıllara kadar Yunanistan’a karşı kriz boyutuna varan meselelerde sadece mütekabiliyet uygulayabilmesinin sebebi de Amerikan caydırıcılığıydı. Bu yüzden Türkiye hep reaktif konumdaydı. Ancak Türkiye’nin bölgede proaktif bir dış ve güvenlik politikası uygulamaya başlaması ile Amerikan güvenlik garantisinin son yıllarda tartışıldığı bir düzlem birlikte düşünüldüğünde Akdeniz’de ibrenin Türkiye lehine değiştiği yeni bir gerçeklik oluşturdu. Bu da ABD’nin Türkiye ile devam eden örtülü mücadelesi gereği Yunanistan’a sağladığı imtiyazları daha da artırması gerekliliği doğurdu. Bu yaklaşımla bakıldığında Yunanistan topraklarında ABD üslerinin kurulması yahut Yunanistan’ın adaları silahlandırması veya Türkiye Yunanistan arasında pozitif gündem oluşması Türk-Yunan bilateral ilişkilerinden daha çok Türkiye-ABD-AB ilişkilerinin bir konusu olduğu ortaya çıkıyor.

F-16 Müzakereleri ve Küçük Devletler

Peki Türkiye AB ve Yunanistan neden böyle bir sürece giriyor? Yukarıda bahsedildiği üzere Türkiye-ABD-AB arasında tansiyon ağırlıklı olarak Türkiye’nin doğrudan ulusal güvenliğini etkileyen meseleler üzerinden çıkıyor. Ve devam eden bir dolu müzakere ve pazarlık konularına her geçen gün bir halka daha ekleniyor. Hâlihazırda AB üyelik süreci, Kıbrıs Sorunu, Ege’de karasuları tartışmaları, FETO-PKK-PYD-YPG gibi terör örgütlerine verilen açık destek, Suriye, Libya ve Azerbaycan gibi alanlarda anlaşmazlıklar ve son olarak F35-F16 alımı meselesi süregelen pazarlık konularından öne çıkanlardı. Türkiye ise buraya az önce bahsettiğim hamle üstünlüğü sayesinde İsveç’in NATO üyeliği meselesini de ekledi. Ancak ABD özellikle F16 meselesini İsveç’in üyeliğine indirgeyerek Türkiye-İsveç müzakerelerini esas konuya gelmek için bir ön koşul yani bariyer haline getirmişti. Bu noktada İsveç’in üyeliğinin meclise gönderilmesi ve eş zamanlı olarak AB ile pozitif gündeme geçme kararı aslında ABD ile doğrudan pazarlıkları yönetme imkânı sağlayan ustaca bir hamleydi. Özellikle AB ile pozitif gündem bu açıdan önemli bir kaldıraç halini aldı.

Bu açıdan Yunanistan ile başlayan pozitif gündem de yine Türkiye’nin bir inisiyatifi olarak okunmalıdır. Hâlihazırda İsveç’in NATO üyeliğini mecliste bekleterek ABD ile tansiyon artırıcı bir hamle yaparken öte yandan Yunanistan ve dolayısıyla AB ile pozitif gündeme geçerek tansiyon düşürmüş oluyorsunuz. Burada küçük devletler nasıl ABD için bir enstrüman haline geldiyse Türkiye de benzer şekilde bu küçük devletlerle devam eden meseleleri araçsallaştırabiliyor.

Kısa vadede Türkiye’nin ABD ile pazarlıklardan en önemli beklentisi F16 konusu olarak gözükmekte. Dolayısıyla bu kazanımı sağlamak adına ABD ile pazarlık halindeyken, Yunanistan’la devam eden sorunları dondurarak ve AB ile pozitif gündeme geçerek özellikle ulusal güvenliğini etkileyen Doğu Akdeniz ve Ege adaları meselesini bir pazarlık konusu olmaktan çıkarıp üye olup olmamasının kendisi için hiçbir şey değiştirmeyeceği İsveç’in NATO üyeliğinin mecliste bekletilmesi üstünden hamle yapmak oldukça anlaşılır bir stratejidir. Burada Yunanistan paralize bir küçük devletten fazlası değil. Dolayısıyla Türkiye ilişkileri ilerletmek isterse sistemik limitler dahilinde ilerletebilir veya gerebilir. Diğer bir deyişle Türk-Yunan ilişkilerinde inisiyatif tamamen Türkiye’nin elinde.  Çünkü Türkiye-Yunanistan yakınlaşması sadece Türk-Yunan ilişkilerinin bir konusu olsaydı, pozitif gündem ancak bir tarafın diğerine üstünlüğünü soğuk yahut sıcak savaş ile kabul ettirmesiyle veya diğer ülkelerin müdahalesiyle mümkün olabilirdi.

[1] https://turkiyearastirmalari.org/2023/07/13/isvecin-nato-uyeligi-ve-vilniusta-muzakerelerin-degisen-yapisi/

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu